Konuş ki seni göreyim. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
İlk hücre kendisinden başka bir canlı olmayan hücre olduğu için yaşayabilmek adına kendi gıdasını kendisi üretmeliydi ki, madde karanlıklarından aniden ve tesadüfen! oluştuğu bir anda hücrenin bu gıda meselesini düşünebilecek ve kendisini ona göre tasarlayacak bir durumu yoktu elbette. Bu özelliği yani fotosentez yaparak güneş ışınlarından istifade edebilme özelliğini kendinde hazır bulmuştu. Çünkü gıdasını temin edememiş olsaydı, dünyadaki hayat başladığı gibi bitmiş olacaktı. Bu ilk canlının, düşünemeyen ve herhangi bir hayat kaynağından gelmeyen bu hücrenin, farkında bile olmadığı milyonlarca kilometre ötedeki güneşe göre kendisini aniden şekillendirmesi, böylelikle hayatını devam ettirmesini bilmesi, o küçücük canlının omuzlarına yüklenemeyecek kadar büyük bir yük değil midir? Hem bu hücreden önce, hayata dair hiçbir bilgisi ve tecrübesi olmayan şuursuz, bilinçsiz ve cansız doğanın da, o hücrenin hayatını devam ettirmek için tasarımlarda bulunabileceğini, güneşe ve diğer doğa özelliklerine göre bu bakteriyi şekillendirebileceğini iddia etmek de anlamsız olmayacak mı? Yine bugün, bu ilk hücreden bahsedebiliyorsak, herhalde, o hücrenin DNA yapısının varlığını da kabul ediyoruz demektir. Yokluktan yeni çıkmış bu taptaze canlı hücrenin, bölünme özelliğine sahip olması gerektiğini ve özelliklerini diğer hücrelere bilgi bankacıklarıyla aktarması zorunluluğunu kendisinin biliyor olması elbette imkânsızdır. Bu aciz ve küçücük ilk hayat formunun yaşamının, bir başka canlı bilgi sahibi tarafından muhafaza ve devam ettirilmesi gerekmektedir. Bu ilk hücre-bakterinin (prokaryatik hücre) kapsül, hücre duvarı, sitoplazma, sitoplazma zarı, ribozom, nükleoid, flagella, DNA gibi bütün parçaları, onun hayatiyetini devam ettirmesi için zorunlu parçalardı ve bütün bu parçalarıyla birlikte bu canlı yapının aniden, yaşamsız maddelerden ortaya çıkması mucize gibi bir şeydi. Çünkü bu hücrenin kendisinden öncesi yoktur ve güya tesadüfen birdenbire, bütün kâinatla ilişki kurabilecek şekilde cansız maddelerden oluşuvermiştir? İneğin yapı taşı olan hücre ve moleküllerinin çeşitli kimyasal tepkimeler sonucunda aniden, böyle düzenli bir biçimde oluşabildiğini iddia etmek ne kadar imkansızsa, bir ineğin atasının aniden ve tesadüfen oluşabileceğini kabul etmek de o kadar imkansızdır. Eğer birinci durum için bir imkan varsa, elbette ikinci durumdaki bütün türlerin atalarının aniden oluşabilmesi için de aynı imkan mevcuttur. Hücre ilkel bir canlı değildir ve şimdi dahi kompleks olarak kabul edilen canlıların da temel taşıdır. Asıl şaşırtıcı olan, bu akılsız hücrelerin birbirinden farklı, çeşitli canlıları akıllıca ve sanatlıca oluşturabilmeleridir. Çok hücreli canlıların ortaya çıkmaya başladığı Paleozoik zamana uzanan hayvan ve bitki fosilleri bu gerçeği ortaya koyar. Çokça bulunan Trilobit fosillerine bakıldığında, bu canlılarda müthiş bir düzen, simetri, sanat olduğu göze çarpmaktadır. Yine bu canlıların bir hayvanda olabilecek bütün özelliklere sahip olması aniden oluşan bu çok hücreli yaşamın da tesadüflere dayanmasının imkânsızlığını ortaya koyar. Yine aynı dönemde birbirinden oldukça farklı canlı çeşitlerinin var olması (Blastoidler, bugünkü balıklara benzeyen Coelacantlar, mercanlar, yosun hayvancıkları, nautiloidler vd.) her dönemde canlı çeşitliliğinin bulunduğunu ve bu canlıların atalarının ilk bakteriler gibi aniden oluştuklarını düşündürmektedir. Yüzlerce yıl süren çalışmalara rağmen ara geçiş formlarının halen bulunamamış olması da bu savı desteklemektedir. Her canlı türünün oluşması, ilk canlının oluşması kadar özeldir. 1800’lü yıllarda Schleiden ve Schwann, hücrelerin, hücresel olmayan cansız maddelerden oluştuğunu iddia ettiler ve bunu ispatlamaya çalıştılar. Ancak bu çalışmaları hüsranla sonuçlandı. Buradan hareketle temel bir hücre kanunu ortaya konmuş oldu. Hücreler ancak bir başka hayat sahibi hücreden oluşabilirler, cansız maddelerden oluşamazlar. Fakat evrimciler, ilk oluşan hücreyi bunun dışında tutarlar. Trilyarlarca hücre için geçerli kanun, bu ilk hücre için geçersizdir. O kendiliğinden ve tesadüfen, maddelerden evrilerek oluşmuştur bu görüşe göre. Herhalde bugünkü bilim adamları gibi doğanın da deney yapma şansı yoktu ve ilk dönemlerde yağan kimyasal yağmurlar, hayatı ya doğuracak, ya da doğurmayacaktı. Aksi durumda bugün böyle bir yazı olmayacağı gibi böyle bir teoriden de bahsediyor olamayacaktık. Big-bang’den (Büyük patlamadan) beri devam eden bilinçli bir tekamül kanunu, sonuç olarak, sanki hayatı da ortaya çıkarmalıydı. İster Dünyada, ister Marsta ya da kainatın herhangi bir köşesinde kâinatın var edilişini anlamlı kılacak hayat ve şuur neticelerine ulaşılması gerekiyordu. Neticede güya rastlantısal olarak şuursuzca yağan, cansız ve akılsız kimyasallarla yüklü yağmurlar, hayat sahibi bir bakteriyi nasıl oluyorsa, oluşturuvereceklerdi. Bu yağmurlar sırasında ilgili bakterinin bilgisayarı sayılabilecek DNA’ları, kapsül, hücre duvarı, sitoplazma, sitoplazma zarı, ribozom, nükleoid, flagella gibi yapıları da sihirli bir biçimde oluşuverecekti. Halbuki koca bir kainatın doğası açısından, bir bakterinin ya da bir gergedanın oluşturulması arasında zorluk bakımından ne fark vardı ki? İki canlı da kainat perspektifinden bakıldığında birer nokta gibi değil miydi? Fakat şu kainat genişliğindeki akılsız, cansız, yutucu, yakıcı doğa, nasıl olduysa, ilk hayat sahibi varlığı, kendisinden sonra bitkilerin ve ardından da diğer canlıların oluşmasını sağlayacak yapıda oluşturuverdi.. Şunu da söylemek gerekir ki, cüzde yani parçada olan kanun elbette küllü de, bütünü de etkileyecektir. Ancak görüyoruz ki hücre yine ilk günkü hücredir ve asla evrilmemiştir. Tek hücreli bakteriler halen varlıklarını sürdürmektedirler. Hayatın ortaya çıktığı dönemlere ait pek çok canlı çeşidi halen yaşamaktadır. Bunların hücreleriyle günümüz canlıların hücre yapıları arasında hiçbir fark yoktur. Bu durumda evrime göre, sonra oluşması gerekecek bir hücre yapısının önceden oluşmuş olması, evrimi yalanlayan başka bir argüman olacaktır. Bu da canlıların en temel yapıtaşı olan hücrede evrim gibi bir kuralın cari olmadığını açıkça göstermektedir. 4 milyar yıl önceki hücre nasılsa, bugünkü hücre de aynıdır. Bitkiler ve hayvanlar hep bu hücre yapısından oluşmuşlardır. Halbuki bu en küçük canlı olan hücrenin evrilmemiş olması bile evrimi yalanlamaktadır. Elbette hücrenin de evrim geçirdiğine dair iddialar yok değildir. Mesela hücredeki çekirdek zarının, DNA taşıyan bir hücrenin DNA taşımayan büyük bir hücreye girmesiyle oluştuğu iddia edilir ki başlı başına komedidir. Öncelikle DNA taşımayan bir hücrenin o ana kadar varlığını nasıl devam ettirdiği sorusu cevapsız kalmaktadır. Ardından bu iki hücrenin sanki bilinçli bir şekilde birbirlerinin içine (simbiyont olarak) girdikleri böyle pervasızca nasıl düşünülebilmektedir? Hem DNA’sız olan bir hücrenin, içine aldığı DNA’lı hücrenin özelliklerini nasıl kopyalayacağı ve sonraki hücrelere bu özelliğin nasıl aktarılacağı da ayrı bir sorundur. Bütün bu işler zamanla ve tesadüfen olmuştur sözü de meseleyi aydınlatmaya yetmez. Her canlının gen kodlarını okuyabilen, kendileri yoluyla Protein sentezlemesinin yapıldığı Ribozomların, (simbiyont olarak) hücreye dışardan girdiğini iddia etmek, kafatasımızın, tırnaklarımızın ya da kirpiklerimizin bizlere dışarıdan takıldığını iddia etmekten daha fazla bilim dışıdır. Hücrenin evrimleşmesi adına sunulan deliller hücreye bazı parçaların girip çıktığını iddia etmekten öteye gitmez. Adeta hücreyi bir lego oyuncağına dönüştürürler. Tesadüfen birbirinin içine giren çıkan ve yine rastlantısal olarak muhteşem vücut binaları inşa eden legolar..Hücrenin evrim geçirdiğini iddia eden görüşlerin sahipleri, maddi kanıt iddiasından da yoksundurlar. Zira eski dönemlerde yaşadığı iddia edilen farklı hücrelerin fosil kalıntılarına ulaşılması imkânsızdır. Hayatın ortaya çıkışı ve türlerin oluşması konusundaki kendi fikirlerimi de ifade ederek bu yazıyı sonlandıracağım. Hayatın ilk olarak suda oluştuğu konusundaki deliller beni bir derece tatmin ediyor. Kutsal kitapların da bu yönde tasvirleri olduğunu biliyoruz. Ancak bana göre hayatın ilk olarak yaratıldığı su kaynağı, kıyamete kadar oluşacak bütün canlı türlerinin de tohumlarını içinde barındırıyordu. Bakterilerin, hücrelerin, bitkilerin, kedilerin, köpeklerin, kuşların, balıkların kısacası bütün canlıların ata-tohumları hayatın ilk olarak oluştuğu o suda mevcuttu. Hayatın oluşmasına destek veren şartların üst üste geldiği ilk dönemde, sadece bir tek bakterinin oluştuğunu iddia etmek yerine, farklı farklı pek çok bakteri ve hücre çeşidinin de oluşmuş olduğunu kabul etmek anlamlı olacaktır. Fotosentik bakteriler, prokaryatik ve ökaryatik hücreler bu ortamda yaratılmışlardı. Bugün bir kaşık suda ve hatta bir karış toprakta bile gördüğümüz bakteri çeşitliliği hayatın ilk oluştuğu o günde de birdenbire oluşmuştu. Çünkü bütün iç ve dış şartlar, tek hücreli ilk canlıların bütün çeşitleriyle birlikte oluşmasını destekler nitelikteydi. Daha sonra şartlar uygun oldukça, suda yaşamaya devam eden bu canlı tohumlar, anne rahminde döllenmiş spermler gibi DNA’larında çok önceden planlanmış bitkilere ya da hayvanlara dönüştüler. Mesela sudaki A canlısı, aslında balık canlısının da atası durumundaydı -daha anlaşılır tabiriyle spermi durumundaydı- Zaten suda diğer bakterilerle birlikte yaşayan A tek hücreli canlısı, uygun, ısı, nem, kimyasal bileşikler ve zaman bir araya gelince, doğanın fıtri rahminde dişi sayılabilecek diğer uygun yumurtalarla döllendi ve zaten o sperm ve yumurta canlılarının gen özelliklerinde yazılmış olan balık türlerinden birisi ortaya çıktı. Diyelim ki, “Devoniyen” döneminde aniden ortaya çıkan bir köpekbalığı, aslında potansiyel olarak kendisini DNA’larında barındıran bir canlının yumurta olarak kabul edilebilecek diğer bazı tek hücreli canlılarla, ya onun yaşamasını sağlayacak doğal bir ortamda, ya da herhangi bir balıktan elde edilen geçici bir rahimde döllenmesiyle oluşmuşlardı. Bugün bilimin de gelişmesiyle birlikte, uygun ısı ve koşullardaki spermlerle yumurtalar, rahmin dışında olmak üzere, bir düzenek içerisinde birleştirilerek döllendirilebilmektedir. Döllenmiş zigotların yeniden anne rahmine konulması, bu zigotun hayat sahibi bir canlıya dönüşmesi için elbette zorunludur. Ancak bundan milyarlarca yıl önce, bakterilerin ya da tek hücreli bazı sperm-yumurta canlıların doğal şartlarda döllenmeleriyle oluşan zigotların, şartlar müsait olduğu için büyüyene ve türlerinin ilk atalarını oluşturana değin hayatlarını devam ettirebilmeleri akıl dışı değildir. Bu durumda insanın atasının –Adem’in- oluşumu da, belki de çamurlu, sıcak bir suda bu şekilde gerçekleşmiştir. Adem’in özellikleri, o çamurlu suda var olan ve hücrelerden oluşan sperm-yumurta canlılarında zaten kodlanmıştı. Gerçekleşen döllenme sonucunda, bu suyun içersinde zigot, embriyo gibi hayat safhalarından sonra, belki de bugünkünden daha hızlı bir büyümeyle Adem safhasına kadar ulaşmıştı ilk insan. Bu açıklama, diğer hücreli canlılarla nasıl ortak hücrelere ve özelliklere sahip olduğumuzu da açıklamaya yetecektir sanırım. Evet bütün canlıların kökeni ortak olabilir ama bu evrimcilerin dediği gibi olağanüstü, tutarlı ama tesadüfi sıçramalar ya da evrimler sonucu olmamıştır. İlk dönemde müstakil olarak ayrı ayrı yaratılan –ya da ilk tek hücrelinin DNA yapısında kayıtlı oldukları için kısa bir süre içinde bölünme yoluyla çeşitlendirilen- tek hücreli canlıların sperm-yumurta ya da farklı bir eşleşme yöntemini uygulamalarıyla oluşmuş olan bütün türler, kendi DNA yapılarının doğal sınırlarına kadar gelişmelerini, değişimlerini sürdürebilmişlerdir. Şartlar değiştiğinde bazı türler ortadan kalkmıştır doğal olarak. Ancak ilk jeolojik dönemden gelerek, hiç değişmeden bugünlere ulaşan canlı varlıkların da olduğu bilinmektedir. Bilinçli bir tasarımcının, ilk olarak var ettiği tek hücreli canlıların DNA'larına bütün türlerin oluşmasını sağlayacak kodları kaydettiği, şartlar uygun olduğunda da o türleri uygun döllenmeler yoluyla yarattığı akla yatkın gibi gelmektedir. Ancak evreni, yaşamı, dünyayı anlamamıza yardımcı olan bilim değişse ve gelişse de, Yaratıcının Varlığına iman, kıyamete kadar kendisini besleyecek pozitif deliller bulacak gibi görünüyor.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Oğuz Düzgün, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |