Sevgi dünyadaki yaşam ırmağıdır. -Henry Ward Beecher |
|
||||||||||
|
Bizim muhayyilemizde ata, ulaşılması güç ama bir o kadar da saygıya yakın, kutsal bir kavramı ifade eder. Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşında, İstanbul’un Fethi’nde, Osmanlı’nın Kuruluşunda hatta Anadolu’nun Müslümanlaştırılmasında atalarımızın etkisi oldukça büyüktür. Bundan dolayı atalarımıza karşı, ayrıca bir minnet borçlu hissederiz kendimizi.. Dünya insanları arasında da, inançları her ne olursa olsun, ortak bir atalarının olduğu konusunda hemfikir olmayan yok gibidir. Ancak insanlar da genel olarak Türkler gibi, atalarının yüce ve kutlu varlıklar olduğunu düşünürler. Hatta çoğunlukla atalarına öykünürler ve ümidi onların kahramanlık dolu destanlarında solurlar. Hangi dine mensup olursa olsun, bütün dünya insanları, ortak atalarının kendileri gibi şuurlu bir varlık olduğu konusunda da hemfikirlerdir. Atamız, bizler gibi düşünen, sevinen, korkan, belki de kendince konuşan ve de ümit eden bir varlıktı. Kimilerine göre Atman, bir diğerlerine göre Kişi, bazılarına göre de Adem’dir atamızın adı. Ancak bütün bu farklı inançlar, bizim soyumuzu asla bir hayvana çıkarmazlar. Bizi bizde, yani İnsanda buluştururlar. Elbette bazı toplulukların soyunun bir kısım hayvanların etkisiyle oluştuğunu iddia eden mitler de vardır ama bunlar muhayyilenin ürünü, o dönem insanlarının dahi gülüp geçtikleri hurafeler olmaktan öteye gidememişlerdir. Bazı bilim adamları ise, dinlerin ata kavramı konusunda getirdiği açıklamaları çok da beğenmemektedirler. Onlara göre insan, ille de hayvandan gelmek zorundadır. Her şey zaten tesadüfidir ve insan da çeşitli şartlarında aynı anda bir araya gelmesiyle tesadüfen, bir garip hayvanın evrilmesiyle teşekkül etmiştir. Çoğunluğun görüşüne göre bu hayvan, maymun cinsinden bir hayvandır. Darwin, bu inancı savunan modern bilim adamlarının ilklerindendir. Bugün de insanın atasını araştırmak adına gerçekleştirilen çalışmalar sürüp gitmektedir. İnsan DNA’sıyla hayvan DNA’sı arasında köklü farkların olduğunun anlaşılmasından sonra, kendilerini tatmin etmek isteyen bazı bilim adamları daha çok görsel benzerliklerden yola çıkarak atalarını keşfetme arayışına girdiler. Her nedense Almanya’da bulunmasından tam 26 yıl sonra insanların karşısına çıkarılan İDA adlı sözde atamız da, göreceli benzerliklerden yola çıkılarak bizlere ata olma şerefine layık görülmüş. Acaba bazı fosillerin atamız olabilmesi için 26 yıl beklemesi mi gerekiyor? 45 milyon yıl beklemeleri yetmemiş mi kendilerine yoksa? Yakında bu soylu atamızın derilendirilmiş ve renklendirilmiş insansı resimlerini de görürsek hiç şaşırmayalım. O zaman bu varlığın, atamız olduğuna kesinlikle inanırız herhalde. Hatta bu bilimsel kesinlikte bir gerçekse, buna inanmayan insan da kalmaz dünyada; dünyanın döndüğüne inanmayan insan olmadığı gibi. Peki iskelete bakarak bir canlının insanla ya da maymunla akraba olduğunu söylememiz mümkün müdür? Tamam bazı benzerlikler olabilir ama çokça da farklılıklar vardır bu canlıların iskeletleri arasında. Miras hakkını elde etmek için, zengin bazı iş adamlarıyla aynı soydan olduğunu iddia edenlere sıklıkla rastlıyoruz bildiğiniz gibi. Şimdi bu hak iddia eden insanlar, “biz o iş adamıyla kesinlikle akrabayız” diye iddia ettiklerinde kendilerine, bu konudaki delillerinin ne olduğunu sorardık herhalde. Bu insanlar da şöyle cevap verdi diyelim, “Bizim iskeletlerimiz birbirine çok benziyor. İşte bu da röntgen çekimlerimiz. O halde biz kesinlikle akrabayız. Soyumuz bu adamdan geliyor” Belki Evrimci bazı arkadaşlarımız için böyle bir delil muteberdir ama bilime göre soy ve nesebin iskelet benzerliğiyle ortaya konması imkansız gibidir. Akrabalık bağlarının belirlenmesi için, DNA testi yapılmalıdır öncelikle. DNA testinden olumlu sonuç alınırsa, ancak o zaman bir kesin akrabalıktan bahsedilebilir. Peki Cem Yılmaz’ın AROG adlı filmindeki Alyin’e çok benzeyen İDA, hangi bilimsel delillerden yola çıkılarak atamız ilan ediliyor? Yani bir gazete küpüründe ya da haber sitesinde gördük diye bu haberin bilimsel olduğuna iman mı etmemiz gerekiyor? Bu konuyu hiç sorgulama hakkımız yok mu? Bir de şunu sormak lazım. Bu bulunan canlının DNA testi yapılabilmiş mi acaba? Yapıldıysa/yapılabildiyse, sonuçları kamuoyuyla paylaşıverin lütfen. Bugün birbirinden farklı maymun çeşitleri yaşamaya devam ediyor. İnsan da onların arasında yaşıyor. Bir milyon yıl sonra o zamanın insanları kazı yapsalar ve çeşitli maymun iskeletleri yanında bir de insan iskeleti bulunmuş olsa, sonuç ne olmuş olacak. O günün bilim adamları da şöyle mi diyecek kameraların karşısında geçip: “İşte bakın. Maymunların evrimleşme olayını ilk defa böyle yan yana fosilleşmiş şekilde bulabildik. Bu her şeyi ispat ediyor. Herhalde ani bir mutasyonla bir anda bütün bu canlılar birbirine dönüştü ve birden bire tesadüfen insan oluşmuş oldu.” 45 milyon yıl önce yaşamış bir varlığa ait fosil kalıntısını bularak, bu varlığın atamız olduğunu iddia etme gereğini neden hissederiz acaba? Acaba bunun nedeni, inançlıların, insanı yaratan bir Yaratıcının varlığına dair olan inançlarına alternatif oluşturmak mıdır? Bu arayışların başlamasında, Kilisenin tahakkümünden kurtulma endişesinin ne kadar payı vardır? Düzenli bir şekilde yaratıldığı çok belli olan kainatın, tesadüfen oluştuğunu kabul eden, bir yaratıcıya da zaten inanmayan bir kısım bilim adamlarının inançlarını koruma arayışları mıdır bu fosil araştırmaları? Bu araştırmalar için harcanan milyonlarca dolarlar, bugüne kadar kesin olarak neyi ortaya koyabilmiştir ve eğer bilimsel bir gerçeği ortaya koydularsa, evrim teorisi neden halen teori olarak anılmaya devam etmektedir? Ve evrim bir teoriyse, neden medya, İda gibi hilkat ucubesi yaratıkların atamız olduğu konusunda varsayımlı değil de “kesin” bir dil kullanır? Boyundan uzun kuyruğu olan, kanguru ya da küçük bir dinozoru anımsatan bu fosil, diyelim ki bir maymuna aitti ve bu hayvan 45 milyon yıl önce yaşamıştı. Peki bu hayvanın insanın atası olduğu kabulüne, hangi kesin bilimsel yargı götürmektedir bizi? Bu hayvan da o dönemde yaşayan dinozorlar ya da mamutlar gibi soyu tükenmiş bir hayvan olarak neden kabul edilmez de, ille insanın atası olarak lanse edilir? Bu fosili bulunan hayvan ya da önceki evrim halkaları tam evrimleşme sürecinde kamerayla görüntülenmiş ya da bu evrim olayı, laboratuar ortamında kesin olarak ispatlanmış mıdır? Üstelik böyle kesin ve muhteşem bir bilimsel gerçek, neden bunca yıl açıklanmaz da, evrim teorisine inananların azaldığı, Yaratıcı’ya olan inancın kuvvetlendiği bir dönemde açıklanır? Belli ki bu iskeleti bulanlar da, neyi nasıl açıklayacaklarını çok iyi bilememekte, aslında ne bulduklarından çok da emin olmadıkları halde bilimsel gözükme gereği, kendi şahsi inançlarını böyle ortaya koymaktadırlar. Aralarında milyonlarca yıl gibi kocaman süreler bulunan halkaların varlığına inanmamızı kim bekleyebilir ki? Bir milyon yıl arayla yaşayan ve birbiriyle alakası olmayan halkalar… Bu yaratık, o dönemde yaşamış herhangi bir yaratıktır aslında. Nereden bilsin bir gün, milyonlarca yıl sonra yaşayacak olan bir başka yaratıkla akraba kabul edileceğini? Bir de bu bilim adamlarının hayal güçlerinin zenginliğini de tebrik etmemiz gerekiyor doğrusu. Halkaları milyonlarca yıl sonralara ve öncelere saçılmış bir zincirin varlığını ortaya koyabilmek her babayiğidin harcı değil.. Hem haksız da sayılmayacak bir beklenti vardır insanlar arasında. Onlar böyle güneş gibi aşikar bir evrim gerçeğinin delillerinin milyonlarca olması gerektiğini savunmaktadırlar. Yani bütün canlılar birbirlerine dönüşerek oluştuysalar, onların dönüşmeleri esnasında milyonlarca ve milyonlarca ve de milyonlarca yıl yaşayan ara geçiş formlarına ait fosillerin buharlaşıp uçtukları, ya da uzaylılar tarafından ışınlandıkları iddia edilmiyordur herhalde. Belki bir gün bu iddialar da savunulur ve bizler bu iddialara inanmadığımız için bilimsel olmamakla suçlanabiliriz. Kim bilir? Evrim teorisini iki kere iki dört eder derecesinde, bütün bilimsel ispat metotlarını kullanarak ispat edemeden, bizim bu inanca inanmamızı bekleyenlerin davetlerini, şaşkınlıkla izlemeden edemiyoruz doğrusu. Bilimin yolunun evrimden geçtiğini iddia eden radikal görüşler, sadece ve sadece, bu teoriye duyulan abartılmış duygusal bir muhabbetin açık birer tezahürüdürler. Nedense, evrim teorisinin bilimin tam da kendisi olduğunu, bütün güçleriyle savunanlar bile, bu teoriye inanmayanları ikna edecek deliller gösterememekte, yasaklara, kanunlara ve aşağılayıcı ifadelere başvurmak zorunda kalmaktadırlar. Bu şekilde uyguladıkları baskılar yoluyla, karşıt fikirleri susturmaya çalışmaktadırlar. Bunun sebebi belki de, evrim teorisinin, Yaratıcıdan dolayısıyla da gökten koparılmış, tesadüfü kutsayan açıklamalara sahip olmasıdır. Bu da maneviyattan koparılmış bütün seküler sistemlerin haklılığını ortaya koyan bir delil olarak kullanılmaktadır. Yani evrim teorisine bu denli sahip çıkılmasının nedenleri arasındaki bilimsellik iddiası, sadece bir kılıftan ibaret gibi gözükmektedir. Asıl sebep, politik ve de ideolojik tabanlıdır ve bu teorinin tesadüfçü açıklamasını savunanların yaşantıları, inançları bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Halbuki İda’nın fosili incelendiğinde, evrim teorisinden daha kesin bir gerçek, kendisini ortaya koymaktadır. Bu hayvanın başka bir hayvandan tekamül ettirilip ettirilmediği asla gözlenemeyecek olsa da, bir gerçek kesin olarak kendisini göstermektedir. Sanatlı bir resim ressamsız düşünülemeyeceği gibi, resme benzeyen fosiliyle varlığının bilgisi bugünlere ulaşan böyle bir yaratık da, akıllı bir yapıcısı olmadan asla düşünülemez. İDA’nın simetrik iskelet yapısı, bir fabrikadan çıkmış gibi düzenli olan elleri ve ayakları, beynini korumak için akıllıca tasarlanmış kafatası sandığı, tırnakları, çiğnemeye ya da parçalamaya yarayan dişleri, burun delikleri, ağız yapısı, dengesini sağlayan kuyruğu, kalbini ve iç organlarını koruyan kaburga kemikleri, yürümesini, hareket etmesini kolaylaştıran eklem yerleri ve nice özellikleri bir anda tesadüfen oluşacak kadar basit değildir. Sanki bir ressam sanatkarlığı ve bir mühendis bilimselliğiyle oluşturulmuş gibidir. Üstelik bu tesadüflerin, milyarlarca çeşitlere sahip diğer canlılarda da aynen yaşanması ve düzenli sonuçlar doğurması kesinlikle imkansızdır. Bütün bu canlıları kainatın genel düzeninden, güneşten, havanın yapısından, topraktan, galaksilerden, bitkilerden, diğer canlılardan, iklimden, nebulalardan, atomlardan ayrı düşünemeyeceğimize göre, bütün bu diğer varlıklara hükmedebilen bir sonsuz güçten başka İDA’yı oluşturabilecek hiçbir varlık yoktur. Hele aklı, düşüncesi olmayan, her defasında karanlıkları, yoklukları doğuran tesadüf, kendi vücudundan ve kainat düzlemindeki etkileşimlerinden dolayı sonsuz bir kompleksliğe sahip bu yapıyı trilyonlarca yıl geçse de oluşturamaz. Sizi bilmem ama ben, atalarımı tesadüflerle, düzensizliklerle, Aylinlerle, maymunlarla ve yokluklarla akraba kabul eden görüşlere biraz mesafeliyim. Pek çok aklı başında insanın da bu teoriye, sadece onu mantıklı bulmadıkları için inanmadıklarını çok iyi biliyorum. Ancak tesadüfçü evrime inanan bilim adamları, bilimsel arayışlarına devam etmelidir elbette. Kim bilir belki bir milyon yıl sonra oluşacak biz primatlardan daha üstün olan yeni bir insan türü, onların inançlarındaki bilimselliği ancak fark edebilecektir. Ne yapalım ki, bilim sabır işidir. Evrimcilerin haklı olup olmadıklarını görmek için bir milyon yıl bekleyeceğiz. Sizin haklı olup olmadığınızı ne zaman göreceğiz mi diyorsunuz? Bunun için çok uzun bir süre beklemenize gerek yok. Başınızı kaldırın ve batmak üzere olan güneşe bakın, yere eğilin renk renk, şekil şekil çiçekleri koklayın, bir hayat kaynağı olan havayı ciğerlerinize çekin, her gün bardak bardak içtiğiniz suyu bir kez daha düşünün, bulutlarla gelen rahmeti, dünyayı koruyan ozon tabakasını, parmaklarınızdaki simetriyi ve bütün bunları kimin yaptığını düşünün. Nasıl görebildiğinizi ya da düşünebildiğinizi bir kere daha sorgulayın. Elinizi göğsünüze koyun ve bir saat gibi tıkır tıkır çalışan kalbinizin neden orada olduğunu ve böyle atıp durduğunu merak edin? Kafatasınız tarafından korunan beyninizi, kimin korumak isteyebileceğini sorun? En önemlisi, içinizdeki sonsuzluk arzusunu, yaralı vicdanınızın feryatlarını iyice dinleyin. Bu da yetmediyse merak etmeyin bir milyon yıldan çok daha kısa bir süre içinde, istesek de istemesek de gerçekleri bizzat yaşayarak öğreneceğiz. Tabii ki bu süre yaşımıza ve de diğer şartlara göre değişiyor. Yirmi yıl, otuz yıl ya da elli yıl sonra bu gerçeği kesin olarak göreceğiz. Bir milyon yıl sonra ise, bir kısım bilim adamları tarafından fosilleşmiş kemiklerimiz incelendiğinde ruhlarımız, Sonsuz Gerçekle çoktan karşılaşmış olacak…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Oğuz Düzgün, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |