Kötü bir barış, iyi bir savaştan daha iyidir. -Puşkin |
|
||||||||||
|
Râna, Osman Necmi Gürmen, Pusula Yayıncılık, Kanat Kitap, 2. Baskı Nisan 2006 Fransa’da yaşadığı için Türkiye’de pek tanınmayan Osman Necmi Gürmen’in “Râna” adlı tarihsel ve gerçekçi romanı yaşına göre çok zeki, akıllı, hassas, Râna isminde bir kızın çocukluk, gençlik, yetişkinlik, evlilik, hastalık ve en sonunda ölümü hakkında. Kapak sayfasında aile albümünden alındığını tahmin ettiğim fotoğraf Râna’ya ait olsa gerek. Buradan hareketle Râna’nın Gürmen’in yakın bir tanıdığı, akrabası veya gerçek bir kişi olarak yaşamış olduğunu varsayıyorum. Romanda Abdülhamit’e suikast yapıldığı günlerde doğan Râna’nın kısacık yaşamı (1905-1928), dine ve dünyaya bakışı ön planda anlatılırken, arka planda, Ermeni terörü, 31 Mart Vakası, Abdülhamit’in tahtan indirilmesi, İttihat Terakki’nin yükselişi, I. Dünya Savaşı, Ermenilerin göç ettirilmesi, imparatorluğun yıkılışı, memleketin işgali, Kurtuluş Savaşı gibi 20.ci yüzyılın sarsıcı tarihsel olaylarının gürültülü yankılarını işitiyoruz. ERMENİ TERÖRÜ Roman, arka planda, Ermeni teröristler tarafından devletin en yüksek makamına yapılan bombalı bir suikast haberiyle başlıyor (1905). Bu terörist saldırıdan tamamen şans eseri kurtulan Abdülhamit, aydınlar ve Avrupa ülkeleri tarafından “Kızıl Sultan” olarak yerden yere vurulmaktadır. Yazar suikastın ayrıntılarına girmemiş ama ben gireyim: Taşnak örgütünden Ermeni kundakçılar –Paris’teki Jön Türk kongresinde alınan gizli kararlara göre- Abdülhamit’i içine saatli bomba yerleştirilmiş bir at arabasıyla öldürmek istemişlerdir.. Fakat Osmanlı Sultanı Yıldız Camisi önünde konuşmaya dalarak bir an gecikmesi yüzünden saatli bomba vaktinden önce patlamış, Abdülhamit şans eseri ölümden kurtulmuştur. Patlama o kadar şiddetli olmuştur ki Abdülhamit’in seyisleri, askerler ve çevrede bulunan halktan toplam 26 kişi ölmüş, 68 kişi yaralanmış, 17 at arabası ve 20 at parçalanmıştır. Bu aydınların umurunda bile olmamış, hatta ilerici şairimiz Tevfik Fikret “Bir Lahzai Teahhur” (Bir Anlık Gecikme) şiirinde bu kanlı saldırıyı gerçekleştiren kundakçıyı ve eylemini “hayırlı iş, övgüye yaraşır darbe, kurtuluş saçan bir el” olarak övmüştür. Ne ölen, ne de yaralanan vatandaşlarımız Fikret’in umurunda olmamıştır. Fikret gibi bir şairin ölen 26 vatandaşımızdan “kelle” diye söz etmesi, eylemi gerçekleştiren teröristi “ey şanlı avcı attın fakat ne yazık ki vuramadın” diye göklere çıkarması yüz kızartıcı, etik dışı bir durum. Şiirden bazı bölümler günümüz Türkçesiyle aşağıda sunulmaktadır: BİR ANLIK GECİKME Bir darbe, bir duman ve tüm bir mahşeri güruh. Bir seyrin sonsuz cemaati haşin kudurgan, Tırnaklarıyla kahreden bir elin didik didik Yükseldi boşluğun dibine bacak, kelle, kan kemik. Ey övgüye yaraşır darbe, ey öç alan duman Kimsin? Nesin? Bu saldırıya sebep ne? Kim? Arkanda bin meraklı bakış ve sen gizli Kurtuluş saçan bilinmez bir eli andırıyorsun. (...) Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! Attın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın! (Tevfik Fikret, Yaşamı, Sanatı, Şiirleri, Hazırlayan: Yaşar Nabi Nayır, Varlık Yayınları, 1995. Şiir, Nabi Nayır’ın metni esas alınarak tarafımdan yalın Türkçeye çevrilmiştir.) Ermeni teröristi alkışlamalarına rağmen aydınlar ve Tevfik Fikret aleyhinde bir kovuşturma, veya bugün yapıldığı gibi milyarca liralık tazminat davaları açılmaz. Ama Abdülhamit anılarında bu olaydan ne kadar üzüntü duyduğunu da gizleyemez: “Bir Osmanlı padişahı ve halifesine bombayla kasteden Ermeni kundakçılarını alkışlamayı vatanseverlik sayan aydınlar görünce, kim olduklarını tanısınlar diye yazıyorum. Hiçbir namuslu Ermeni, padişahına suikast düzenleyen eli bombalı ırkdaşına “şanlı avcı” diyecek kadar utanmaz olmamıştır” (Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Kervan Yayınları, Yayına Hazırlayan İsmet Bozdağ, Ocak 1975. Alıntı kısaltılarak ve yalın Türkçeye çevrilerek yapılmıştır) Bu suikastın arkasında Ermeni Taşnak örgütü, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin olduğu daha sonra ortaya çıkacaktır. Yurt içi ve yurtdışı Mason Localarının güdümündeki Jöntürkler ile İttihat ve Terakki Cemiyeti, terör yoluyla Abdülhamit’i ortadan kaldıramayınca, bu sefer ordunun genç subaylarına “özgürlük, kardeşlik, barış, eşitlik, demokrasi” gibi parlak kavramlarla kanca atarak bir askeri darbe planlamaya başlar. Romanda da belirtildiği gibi Selanik’te denetimi ele geçiren Cemiyet bir bahaneyle İstanbul’u işgal etmek üzere hızla hazırlıklara başlar. 1876da Abdülhamit tarafından onaylanan, ancak daha sonra Türk-Rus savaşının çıkmasıyla askıya alınan Meşrutiyet (anayasal monarşi) 23 Temmuz 1908’de yeniden yürürlüğe girince (II. Meşrutiyet) İttihat Terakki’nin darbe planları suya düşer. Bunun üzerine sözde dinsel bir ayaklanma başlatılarak, anayasal düzeni ve Abdülhamit’i şeriatçılardan kurtarmak amacıyla bir askeri eyleme kalkışılır. Tarihe gerici ayaklanması olarak geçen 31 Mart Vakası (hicri takvime göre) aslında İttihat Terakki’nin örgütlediği masonik bir eylemdir. İstanbul’daki terör ve kargaşa ortamı bahane edilerek, Selanik’ten yola çıkan “Hareket Ordusu”, Meşrutiyet ve Abdülhamit’i korumak amacıyla, sanki bir kurtarıcı gibi İstanbul’a gelir (12 Nisan 1909). Türk tarihindeki bu ilk askeri darbeden sonra Abdülhamit Selanik’e sürgüne gider, yerine kardeşi Reşat, V. Mehmet ünvanıyla başa geçer (27 Nisan 1909). “İttihat Terakki Partisi” adını alan cemiyet ilk iş olarak Meşrutiyet ve anayasal düzeni ortadan kaldırıp sıkı yönetim ilan eder. Bir ay boyunca Abdülhamit yanlısı generaller, albaylar, gazeteciler, dervişler dahil “bir yığın eylemci yağlı kement ucunda canlarından” olurlar (s:21). ERMENİ TEHCİRİ Gürmen’in de betimlediği gibi, İttihat Terakki’nin serüvenci Generalleri Enver, Talat ve Cemal Paşaların peşinden I. Dünya Savaşı macerasına sürüklenen ülke her yerden düşman saldırısı altında kalmıştır. Kars'tan sonra Van’ı da ele geçiren Ruslar, saflarına kattığı Erzurum, Kemah, Harput'tan gelen Ermeni komitalarıyla “din, iman, köy, kasaba, demeden ortalığı kasıp kavurmaya” başlarlar. Bu gelişme üzerine önce İstanbul’daki Ermeni derneklerini kapatmaya başlayan hükümet, daha sonra doğu illerinde derhal uygulanmak üzere “Tehcir” (Göç Ettirme) Yasasını ilan edecektir (15 Mayıs 1915). Bu yasa kapsamında Ermeniler kafileler halinde Şam, Halep ve Deyrizor üzerinden Beyrut ve çevresine sürgüne gönderilir (s: 85). Göç Ettirme Yasasının yürürlüğe girmesiyle, bir kısmı Rusya'ya kaçan Ermenilerin geri kalanları “süngü eşliğinde” yola çıkarlar. Râna’nın ailesine ulaşan haberlere göre Ermenileri korumakla görevli askerler kafileye saldıran yağmacılar ve çetelere karşı ciddi önlem almazlar: “...çamur gibi akan derelerden içilen suyla, üç günde bir dağıtılan küflenmiş ekmekle, açlıktan, hastalıktan kırılan, yol boyunca eriyen bu kafileden kaçının güney illerine vardığı şimdilik bilen yoktu” (s: 98). Bu arada Rus ordusuyla birlikte hareket eden Ermeni birlikleri intikam hırsıyla Türk, Kürt, çoluk, çocuk demeden herkesi katlederek Kars ve Ardahan’ı işgal ederler. Müttefikler (İngiltere, Fransa, İtalya) Mustafa Kemal'i “Ermeni celladı” olarak tanıtmaya uğraşır (s: 149) Görüldüğü gibi, “Göç Ettirme Yasası” ülkede yaşayan tüm Ermenilere karşı uygulanan bir yasa olmayıp İstanbul, İzmir ve diğer kentlerde yaşayan Ermenileri kapsamıyordu. Yasa sadece Doğu Anadolu’daki Ermenileri kapsıyordu. Çünkü orada yaşayan Ermenilerin büyük çoğunluğu Rusya ve Ermenistan’dan gelen işgal ordularına destek veriyorlardı. Doğu Anadolu’daki Ermeniler göç ederken diğer kentlerde yaşayan Ermeniler bu yasadan hiç etkilenmeden yaşamlarını sürdürdüler. Bu nedenle Göç Ettirme Yasasını genel bir soykırım uygulamasının kanıtı olarak yorumlamak hatalı olur. Bu tür yorumlar Rusya’nın Kars ve Ardahan’ı, Ermenilerin Ağrı dağını istemesi gibi tamamen siyasal nedenlerden kaynaklanmakta ve Türkiye’nin siyasal manevra alanını daraltma düzeneği olarak Avrupa ülkeleri tarafından kullanılmaktadır. Göç Ettirme Yasası çıktığı tarihlerde, bazı Ermenilerin kimlik ve din değiştirerek Kürt veya Türk ailelerin yanına sığındıkları da bilinmektedir. Demek ki, sadece Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenilere yönelik bu yasanın yürürlüğe girmesiyle Doğu Anadolu’da bulunan Ermeni nüfusunun 1)bir kısmı Rusya’ya kaçmış, 2) bir kısmı Müslüman olup Türk ailelere sığınarak izini kaybettirmiş veya asimile olmuş, 3) bir kısmı da göç ettirilmiştir. Doğu Anadolu’daki Ermenilerin tamamı göçe tabi tutulamamıştır. Keyfiyet, “Ermeni nüfus nasıl yok oldu ?” diye tepişenlerin ve “bu topraklarda bir milyon Ermeni öldürüldü” diye mangalda kül bırakmayan postmodern bilgelerin dikkatine sunulur. ROMANDAKİ DİL SORUNSALI Romanda felaket bir “dil sorunu” var. Buna rağmen, anlatım o kadar akıcı ve rahat ki, eski Türkçe kelimeler okuru rahatsız etmiyor. Ama gençler sıkıntı çekebilir. Gürmen baştan sona o kadar eski Türkçe sözcük kullanmış ki, okuyana zahmet olmasın diye romanın sonuna 3 sayfalık bir de “sözlükçe” eklemiş sağ olsun! Ben olsam eski Türkçe – yeni Türkçe bir sözlüğü de okura romanla birilikte armağan ederdim ! Şimdi bizim yazarlarımızın genelde bir türlü anlayamadığı şey şu: Hiçbir çağdaş İngiliz, Fransız, Rus veya Alman romancı tarihsel olayları romana dönüştürürken, o eski devirlerin dilini kullanmaz, eski dille yazmaz, eski dille yazmaya özlem duymaz ! Hiçbir çağdaş Fransız yazar Montaigne'nin denemelerinde kullandığı Fransızca ile deneme yazmaz. Bunu yapmaya kalkışmak soytarılık olur çünkü. Çağdaş eserler, eski olayları anlatsalar bile çağdaş dille yazılır. Onlar bu dil sorunsalını yüzyıllar önce aşmışlardır. Artık onlar için “Eski Fransızca”, “Yeni Fransızca” veya “Özfransızca” gibi bir sorunsal yoktur. Oysa bu sorunsal bizde karşı devrimcilerin baltalamaları, Osmanlıcılık özlemleri ve postmodern medyatik yazarların hezeyanlarıyla, dil devrimini sindiremediğimizden, hala sürmektedir. Tarihteki geçmiş olayları anlatırken, olayların gerçekleştiği devrin dili ile roman yazmak marifet değildir. Çağdaş yazar, çağdaş dil, çağdaş yorum, biçemsellik, biçimsellik ve bakış açısıyla romanı yazmak ve okura aktarmak durumundadır. Yunus Emre veya Karacaoğlan gibi şiir yazmak da ustalık değildir. Bunu büyük bir marifetmiş yapanlar var. Önemli olan halk şairlerinin düşün, söylem, biçim ve biçemlerini çağdaş kalıplarla, yorumlarla, yeniden harmanlamak, evrensel çizgiye çekmektir. . Bakın şöyle düşünelim: Şimdi bu roman örneğin Fransızca’ya çevrildiği vakit eski Türkçe sözcükler doğrudan Fransızca’ya çevrilmeyecek mi? O eski Türkçe kelimelerin yerine çağdaş Fransızca sözcükler kullanılmayacak mı? O halde, ne oldu o zaman eski Türkçe yazmanın esprisi? Ama kuşkusuz şu yapılabilir: Araya renk vermesi veya o devrin havasını yansıtmak için gerekli görülen durumlarda roman içine bir iki satır eski dilden ekleyebilir yazar. Yine de, o devrin havasını vermek amacıyla, örneğin, “Dahiliye Nezareti” (İçişleri Bakanlığı) veya “Hariciye Nezareti” (Dışişleri Bakanlığı) deseniz de, bu Fransızca’ya “Ministre Des Affaires Intérieurs, Ministre des Affaires Extérieurs” diye çevrilecektir. Başka bir seçenek yoktur. Yani o eski Türkçe dili kullanmanın hiç bir yazınsal değeri olmayacaktır. Bilmem anlatabildim mi? Osman Necmi Gürmen’in uzun yıllar yurt dışında kalması, romanlarını hem Fransızca hem Türkçe iki ayrı dilde yazıyor olması da yazarımızı güzel Türkçe’mizden ve yeni Türkçe sözcüklerden koparmış görünüyor.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hulki Can Duru, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |