İnsanlığın hangi filizi köreltilmek istenmişse, tersine o filiz daha gür büyümüştür. -Freud |
|
||||||||||
|
Roman, dedesi yaşında bir adamla evlendirilen, ergenliğini yeni yeni yaşamaya başlayan, genç bir kızın dramatik, kısacık yaşamına yer veriyor. Romandaki en çarpıcı ve saklı öğe bu. Bu öğe dinsellik, kutsallık ve “ipek dokunuşlu, ayva gülü gibi kokan” müezzin ezanlarının verdiği rehavetin ötesinde kanayan gizli bir yara olarak kendini belli ediyor. Yaranın çok derinlerde olduğu, yazarın da nasıl bir baskı altında olduğu, bir çok şeyi açıkça dile getiremediği seziliyor. Romanın arka kapağında Kuds’un bir çok eski metin ile Mevlana ve Şems’in özgeçmişlerini inceledikten sonra yaşamı bu iki adama bağlı olarak geçen genç bir kızın (Kimya) öyküsünü yazmaya başladığı belirtilmiş. Roman Farsça aslından Veysel Başçı tarafından çevrilmiş olup oldukça başarılı. Osman Necmi Gürmen’in tanrıtanımaz “Ranâ”sına (1) karşın Kimya dinsel inançları kuvvetli bir kız. Ranâ gibi Allah ile cenk etmeye kalkışmaz ve onu yadsımaya yeltenmez. O ne bir Manon Lescaut, ne Jeanne d’Arc, ne Juliette, ne Madame Bovary, ne Anna Karenina, ne de Madam Butterfly’a benzer. Çünkü Doğu ve Uzakdoğu toplumlarında böyle tiplemeler yok. Kimya tamamen aşiret, şeriat ve Müslümanlığın ürünü olan Ortadoğulu bir kız tipi, adeta bir prototip. Günümüzde benzerlerine sıkça rastladığımız, gazetelerde dramlarını okuduğumuz, ailesi tarafından dışlanan, intihar eden, geleneklere göre öldürülen kızlardan. Kimya hayalperest, duygusal ve yalnız bir kız çocuğu. Arkadaşı, akranı yok. İşin en ilginç yanı bu çocuğun Mevlana Celalettin Rumi’nin (1207-1273) gözde eşlerinden Kerra (Kira) Hatun’un kızı olması. Bir Türk soylusuyla evli olan Rum asıllı Kerra kocası ölünce dul kalır. O sıralar Mevlana’nın ilk eşi Gevher Hatun da hayatta değildir. İlk evliliğinden bir oğlu ve kızı (Kimya) olan Kerra güzelliği ve zarafetiyle Mevlana’nın dikkatini çeker, tanışırlar, bir süre sonra onun haremine katılır. Yani Kimya Mevlana’nın üvey kızıdır. Müslümanlığı benimseyen Kerra çocuklarının da “gerçek bir Müslüman” olması için onlara uyarılarda bulunur. (2) Mevlana, Kimya’yı çok değer verdiği dostu ve sırdaşı Şeyh Şemsi Tebrizi (1185-1247) ile evlendirecektir. 1244 yılında Konya’ya gelip Mevlana ile tanışan ve onun evine yerleşen Şems, Kalenderi tarikatı pirlerindendir. Ne var ki, Mevlana’nın öğrencileri, ailesi ve Konyalılar Şems geldikten sonra Mevlana'nın her şeyden el etek çekmesinden, dinsel görevlerini ihmal etmesinden, Şemsle günlerce bir odaya kapanıp gece gündüz baş başa kalmasından hiç hoşlanmıyorlardı. Şems, Mevlana’nın ailesi, dostları ve çevresinden gördüğü baskılar nedeniyle olsa gerek 1246da kimseye haber vermeden Konya’dan kaçar. Bu ayrılık nedeniyle Mevlana ağır bir bunalıma girer. Adamlarını göndererek her yerde onu arattırır. Sonunda Şems bulunur ve 8 Mayıs 1247de Mevlana’nın rica ve minneti üzerine 2.ci kez Konya’ya gelir. ŞEMS İLE KİMYA'NIN EVLENMESİ Mevlana Şems’in bir daha Konya’dan gitmemesi için onu evlendirmeye karar vermiş olmalı. O halde, Şems evlendiğinde 62, Kimya da en fazla 13-14 yaşlarında, hatta daha küçük olmalı. Abdülbaki Gölpınarlı evlendiklerinde mevsimin kış olduğunu ve yeni evlilere medresenin ocaklı sofasında bir yer verildiği yazar. Şems 5 Aralık 1247de öldürüldüğüne göre, demek ki, evliliğin en fazla bir iki ay sürdüğünü varsayabiliriz. (3) İlk başlarda Kimya açısından bir oyun gibi görülen evlilik güzel gitse de kısa bir süre sonra, aradaki muazzam yaş farkı, o yaşa kadar hiç evlenmemiş ve insan ilişkileri çok zayıf olan ihtiyar Şems’in cinnet derecesine varan kıskançlık krizleriyle tam bir cehennem hayatında dönüşecektir. Şems’ten sürekli küfür işiten, dayak yiyen ve evliliği süresince kocasıyla cinsel ilişkide bulunamadığı anlaşılan kızcağız en son yediği dayaktan sonra komaya girerek genç yaşında hayata veda edecektir. Ruhen psikonevrotik ve cinsel saplantıları olduğu anlaşılan Şems’in azgınlığı ve şehveti, hiç bir cinsel bilgisi ve deneyimi olmayan genç kız tarafından ilk başlarda aşk olarak algılanır. Sadistçe davranışlar sergileyen kocasının son cinnetinde Kimya “demir gibi sert iki pençe” tarafından yakalanıp odanın içine fırlatılır. Kendini savunamayan ve salt dua etmekten başka bir şey yapamayan kızcağız öfke ve nefret dolu Şems’ten yediği dayağı, o korkunç anları ve komaya girişini genç kız saflığıyla şöyle anlatır: “Yaşlı adamın hangi güçle beni duvardan duvara vurduğunu ve (bana) eşine o yüz kızartıcı küfürleri nasıl yakıştırdığına hala şaşıyorum! Gözlerinden ateş püskürüyordu. Oysa onun artık benimle bir işi olmadığını ve tekrar Allah’ı aramaya koyulduğu söylemişlerdi. İyi de Allah’ı arasaydı benimle ne işi vardı? Neden gözü dönmüş ve ağzından salyalar akarak bana saldırıyordu öyleyse? Onca küfür ve hakaretle mi Allah’a ulaşacaktı? Anladım beni binlerce parçaya ayırmadan sakinleşmeyecek. (...) Sadece hayatta kalmak için dua ediyordum. Sonrası mı? Sonrasında Hüdavendigar (Mevlana) ile konuşurdum. O ölümcül darbelerden kurtularak kendimi sandığın üzerine attım. Küçük pencereden haremdekilere seslenerek yardım isteyecektim fakat... Sonrasını hatırlamıyorum... Evet, sonrasında ne oldu hiç bilmiyorum” (4) Kimya Şems’ten yediği dayak sonucunda komaya girer. Üç gün komada kalır. Arada bir bilincini toplayabildiğinde yine yaşamayı umut eder. İyileşip kalkınca Mevlana’ya “kendisini hangi hakla Şems’e verdiğini” ve “mademki hayatınızdaki kadınları seviyordunuz, madem ki şefkatliydiniz, neden bir takım konuşmalarınızda kadınları düzenbaz, tahripkar ve her türlü bozukluğun nedeni olarak gösterdiniz ve kadını sözüne güvenilmeyen, kıt akıllı bir mahluk olarak nitelediniz?” diye sormayı düşlemektedir. (5) Heyhat. Artık çok geçtir. Yediği şiddetli dayak sonucunda kafatasında oluşan bir ödem, veya olası bir beyin kanaması veya iç kanama sonucunda Kimya bu dünyadan ayrılır. Bu olaydan kısa bir süre sonra da Şems, Kimya’ya delicesine aşık olan Mevlana’nın oğullarından Alaattin ve yandaşları tarafından öldürülür. Kuşkusuz yaş farkı olması evlilik veya aşk için bir engel değildir yeter ki aile, mahalle baskısı, çevre dayatması olmasın, ilişki bilinçli ve isteyerek olsun. Bu bağlamda Richard Wagner ile Franz Liszt’in kızı Cosima’nın aşkları örnek gösterilebilir. Wagner’in dehasına ve kişiliğine hayran olan kontes Cosima 1870de eşinden boşanıp 33 yaşında evlendiğinde Wagner 57 yaşındaydı. MEVLANA VE KADINLAR Kadınlar konusunda Kuds romanda gerçekçi ve nesnel bir yaklaşım sergiliyor. Çünkü, Mevlana bir taraftan “Kadınlar Hakkın nurudur” derken, öte yandan içinde yaşadığı kültür çemberinin etkisiyle kadını ikinci plana atma ve hor görme yolunu seçmekte, kadının erkek için yaratıldığını (Mesnevi 2460); gözyaşının kadının tuzağı olduğunu (Mesnevi 2435); erkeğin “akıl”, kadının “nefs” olduğunu ileri sürmektedir: “Nefis de kadın gibi her ihtiyaca çare bulmak için yüzünü bazan toprağa sürter, bazan büyüklük taslar” (Mesnevi 2660); “Aklı erkek bil, nefsi ve tamahı kadın; nefis ve tamah eziyet edici ve inkarcıdır, akıl ise ışıktır.” (Mesnevi 2940) Oysa, “tamah ve akıl” cinsiyetle ilişkilendirilemez. Ne ırkla, ne de dinle. Kadın salt bir seks objesi olarak görülüp toplumsal hayattan dışlanıp hareme kapatılırsa ondan ne beklenebilir ? Ne Mevlana, ne diğer peygamberler, Marie Curie, Clara Zetkin, Rosa Luxemburg, Simone de Beauvoir, Türkan Saylan, Dr. Muazzez İlmiye Çığ gibi kadın düşünür ve bilimcilerin ortaya çıkabileceğini tahmin edememişlerdir. Kuşkusuz bunda erkek libidosu ve saldırganlığının da etkisi vardır. Mesnevi şarihlerinden (yorumcu) Kenan Rifai, Ali İmran Suresi 14 “Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, salma atlar, develerle ekinlere, sevgi, arzu ve şehvet duymak insanlara hoş gösterilmiştir.” ayetine göndermede bulunarak “Bu ayete kadınlarla başlanılması elbette çok manalıdır. Bu işaret, kadın sevgisinin ve kadın fitnesinin diğerlerinden daha şiddetli olduğunu gösterir” diyor. (6) Oysa, günümüz çağdaş anlayışında, aşiret düzenine özgü bu maço söylemlerin ne kadar boş ve anlamsız olduğu, üstelik “kadın fitnesinden” söz edilmesinin cinsiyet ayırımcılığı yaratan sevimsiz bir görüş olduğu açıktır. Görüldüğü gibi Mevlana gibi büyük bir zeka ve düşünürün bile, almış olduğu dinsel eğitim, önyargılar ve çevre baskısıyla bu tür hatalı yorum ve yanılgılara düşmesi kaçınılmaz olmuştur. Eğer Mevlana bu hale düşmüşse sıradan insanların durumunu varın siz tahmin edin. CİNSELLİĞİN PSİKOPATOLOJİSİ İhtiyarlığın cinsel psikopatolojisini irdeleyen Prof. Dr. Ayhan Songar torunu yaşındaki kızlara cinsel tacizde bulunan bencil, şehvet düşkünü, kendinden başkasına önem vermeyen, küçük olaylar karşısında aşırı öfke ve şiddet, sapık seviler, hatta mistik hezeyanlar gösteren, kendisini bu dünyayı kurtarmak için gönderilmiş bir veli ya da mehdi olduğunu iddia eden ihtiyarların olduğunu belirtir. (7) Genellikle 65-70 yaş arası ortaya çıkan klinik sendromlar “zeka melekelerinde durgunluk, bencilik, aşırı kuşkuculuk, şiddet nöbetleri, kavgacılık, huzursuzluk ve cinsel arzularda artma” olarak kendini göstermektedir. Çocukları cinsel obje olarak görme sapkınlığı “infantoseksüalite” veya "pedofili" ile akraba evliliklerini de (ensest) Songar bu başlık altında irdeler (8) Şems’te ihtiyarlığa bağlı psikiyatrik bozukluk ve pedofilik cinsel sapkınlık oluştuğu güçlü bir varsayımdır. Mevlana’nın büyük bir aşk ve muhabbetle bağlandığı Şems sonunda bir katil olmuştur. Bu bağlamda, Ömer Seyfettin’in geleneksel Osmanlı-Türk ailesini kümese, evin reisini de horoza benzettiği “Horoz” öyküsüne göndermede bulunmak yerinde olacaktır. "Horoz" öyküsünün kahramanı genç kız ev halkına hakaretler yağdıran babasını kümesteki horozla özdeştirir: “Gözleri dikti. Yuvarlaktı. Kalıpsız kırmızı büyük fesi tıpkı bir ibik gibi duruyordu. Öfkesiyle evi tir tir titretirdi. Annem otuz senelik karısı olduğu halde yanında sigara bile içemiyordu. (...) Gözünde hiç ama hiç önemimiz yoktu. Hizmetçileri döver, uşakları kovar, mutfağa karışır, kardeşlerimi azarlar, anneme gık dedirtmez, bana göz açtırmazdı. Evde tek o vardı. Kümeste horozun olması gibi. Yalnız o. Biz hep onun esirleri. O gelmeden sofraya oturamaz, bazan gece yarılarına beklerdik. Önemsiz bir şeye öfkelendi mi küfürleri hepimize birden sıralardı: -Allah hepinizin belasını versin ! Benim ekmeğimi yiyen azar ! Hepsini gebertsem öfkemi alamayacağım vallahi !” (9) Sonunda evin kızı babasını değil ama kümesteki horozun başını taşla ezerek öldürecektir. Seyfettin bu öyküyü 1919 yıllarında yazmış. O günden bugüne özellikle kırsal ve kentsel varoş kesimde değişen fazla bir şey olduğunu sanmıyorum. ÇOCUK YAŞTA EVLİLİK Uzmanlar ülkemizdeki kızlarda ortalama ilk adet görme yaşını 13,5 olarak belirliyor. Sıcak ülkelerde ve çöl ikliminde bu 9-10, kuzey ülkelerde ise daha geç yaşlarda başlar. Bu nedenle Ortadoğu ve Arap ülkelerinde kızların 9 yaşında evlendirilmeleri olağan karşılanır. İslam toplumlarında, ülkemiz ve özellikle kırsal yörelerde kız çocuğu adet görünce hemen çarşafa sokulmakta ve kısa bir süre içinde evlendirilmektedir. Kızın çarşafa sokulması bir yerde artık onun adet görmeye başladığının çevreye ilanıdır. Ancak, bu cahilce gelenek bilimsel olarak çok yanlış olup pedofiliye zemin hazırlamakta ve sağlıklı bir yaşam için sakıncalıdır. Kız çocuğunun adet görmesi onun psikolojik, fizyolojik ve beyinsel gelişimini tamamladığı, hipofiz bezleri ve yumurtalık hormonlarının tam randımanla çalıştığı anlamına gelmez. Uzmanlar genital-vaginal sistemin tam olgunluğa erişebilmesi için, ilk adetten itibaren yaklaşık 5-7 yıl geçmesi gerektiğini ileri sürer. O halde, 14 yaşında ilk adetini gören kız çocuğun, 19-21 yaşlarında evlenmesi daha uygundur. Daha önce evlendirilmesinde rahim ağzı kanseri, kısırlık ve zührevi hastalıklarda artış meydana geldiği saptanmıştır. Kız çocukları veya genç kızların yaşlı adamlara gerek evlilik, gerek parasal, gerek başka nedenlerle peşkeş çekilmesi Arap-Sami halklarında sıkça rastlana bir uygulamadır. 9 yaşında Muhammet ile evlendirilen Ayşe’nin hiç çocuğunun olmamasının nedeni küçük yaşta evlendirilmiş olmasından kaynaklanıyor olabilir. Tevrat’ta anlatılan bir öyküde 70 yaşlarında olan İsrail kralı Davut’u ( Davut Peygamber) ısıtmak için koynuna genç ve güzel bir kız verildiğinden söz edilir. Ancak, kralın cinsel ilişkiye girecek gücü olmadığından bir şey yapamaz: “Yıllar geçmiş, Kral Davut yaşlanmıştı. Üstü örtülerle örtülmesine rağmen ısınamıyordu. Yardımcıları, ‘Efendimiz ve kralımız, yanında kalıp sana bakacak, koynunda yatıp seni ısıtacak genç bir bakire kız arayalım’ dediler. Yardımcılar bütün İsrail'i aradılar; sonunda Şunem köyünden Abişag adında genç ve güzel bir kız bulup krala getirdiler. Çok güzel olan genç kız, krala bakıp hizmet etti. Ama kral ona hiç dokunmadı.” (10) Şimdi bu öykü ilk “hemşirelik” örneği olarak övünçle gösterilebilir mi? Ama hahamlar ve papazlar bu kamufle edilmiş pedofilik sapkınlığı salt bir “hemşirelik” olayı olarak yorumlamaya çalışarak bu yüz kızartıcı geleneği ulvi ve çok yüce bir erdemmiş gibi göstermeye çalışırlar ! Hastasının koynuna girmekle görevli bakire hemşire nerede görülmüştür? Bu nasıl bir erdem olabilir? Böyle bir uygulamaya itiraz etmeyen bir kral ahlak, namus ve şereften nasıl bahsedebilir? Nasıl olur da bir peygamber olarak kabul görür? Madem bu kızın yaptığı çok ulvi bir iş ve fedakarlık o halde neden hiç bir Yahudi veya Hristiyan kızlarına “Abişag” ismini vermiyor ? Zavallı Florence Nightingale yoksa sen Abişag’ı mı örnek almıştın ? Erkek egemen kültür ve din kadının sadece bedenini, cinselliğini, ruhunu değil, tüm varoluşunu hiçe saymakta küçük yaşta kız çocuğun kendinden yaşça büyük erkek, babası veya dedesi yaşındaki adamlarla, hatta amcasıyla evlendirilmesini, bir mal gibi satılmasını bile aymazcasına hoş göstermeye çabalamaktadır. NİNNİ YERİNE MESNEVİ Din, kutsallık, pirlik, şeyhlik gibi erişilmezlik ve dokunulmazlık kalkanlarıyla kendilerini koruma almış olan yüce kişilerin özel yaşamlarında kadını bir tarla, bir mal, salt bir zevk aygıtı olarak gördüklerini, evliliklerinde başarısız ve ne kadar saldırgan ve bencil olduklarını Kuds açığa çıkartmış. Ninni yerine Mesnevi dinleyerek büyüdüğünü dile getiren ve romanı annesine adayan yazar önsözde, tasavvuf (mistisizm, gizemcilik) dünyasının iki dev ismi Mevlana ve Şems’in yaşamlarının bilinmeyen bir çok yönünü ortaya koyduğunu, ancak, romanın asıl kahramanlarının kadınlar olduğunu, onların sırf kadın olduklarından itilip kakıldıklarını, buna rağmen onların duygu dünyalarını ön plana çıkartarak tarihin bilinmeyen bir kesimine ışık tutmaya çalıştığını belirtiyor. 1951 doğumlu Tahran Üniversitesi Jeopolitik bölümünden mezun Saide Kuds bu romanıyla Parvin Etesami Edebiyat Ödülünü aldı. Parvin Etesami (1907-1941) kadın haklarını savunan İranlı kadın şair. Kuds’tan bundan sonra beklediğimiz yine yaşlı bir adamla 6 yaşında nişanlanmış ve 9 yaşında gerdeğe girmiş olan Muhammet'in arkadaşı Ebubekir'in kızı Ayşe’nin (Aişe) yaşamını da aynı duyarlık ve yansızlıkla dile getirmesidir. Bakalım o zaman hangi ödüle layık görülecek. Dipnotlar: 1. Ranâ, Osman Necmi Gürmen, Pusula Yayıncılık, Kanat Kitap, 2.ci Baskı, Nisan 2006 2. Kimya Hatun, Saide Kuds, Yakamoz Yayıncılık, Sonsuz Kitap, 1ci Baskı, Aralık 2007, s: 63 3. Mevlana Celalettin, Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılap Kitapevi, 1999, 7 Baskı, s: 44-103 4. Kimya Hatun, Saide Kuds, Yakamoz Yayıncılık, Sonsuz Kitap, 1ci Baskı, Aralık 2007, s: 288-289. (Romandan yaptığım alıntı tarafımdan kısaltılmış, düzeltilmiş, ayraç içi açıklamalar tarafımdan eklenmiştir.) 5. Age, s: 293 6. Şerhli Mesnevi Şerif, Kenan Rıfai, Kubbealtı Neşriyatı, İkinci Baskı, İstanbul, 2000, s: 348, 349 7. Psikiyatri, Prof. Dr. Ayhan Songar, Gül Matbaası, 1971, s: 273, 274 8. Age, s: 276, 355-356 9. Öyküden yaptığım alıntı kısaltılmış ve sadeleştirilmiştir. 10. Kutsal Kitap, Yeni Çeviri, Kitabı Mukaddes Şirketi, 1. Basım Ağustos 2001Tevrat, I. Krallar 1: 1-4 MERAKLISI İÇİN NOTLAR: 1) Saide Kuds'un bu "gerçekçi" ve acımasız "tatlı-sert" romanından sonra bazı yerli ve yabancı araştırmacı ve yazarların Şems'in aslında böyle biri olmadığını, kusursuz ve mükemmel bir insan olduğunu kanıtlamaya yönelik çabaları hız kazanmıştır. Mevlana ve Şems büyük bilgeler olabilir ve nitekim öyledirler de, ama, bu onların "günahsız" ve "kusursuz" olduğu anlamına gelmez. Kuşkusuz, tarih, yaşam ve doğa bize göstermiştir ki hiç kimse kusursuz değildir ve özellikle bilgelik ve erdemlik simgesi olarak topluma pazarlanan yüce kişilerin bir takım sıra dışı, hatta ahlak dışı, cinsel tercihleri, fantezileri ve sado-mazo eğilimleri olabilmektedir. İnsanlara bir takım gereksiz yüceltici dinsel sıfatlar vererek (hazret, aziz, vs) onları putlaştırma ve gereğinden fazla yüceltme eğilimi çok yanlış ve tehlikelidir. Derin bir aşağılık kompleksinden kaynaklanan bu tür eğilimler yağcılık, zavallılık, yalakalık, riyakarlık ve ikiyüzlülüğün ta kendisidir. Çünkü dinsel önderlere bu şekilde paye vererek onun yolundan gittiğini iddia eden aslında o payeyi kendisine çekmeye veya yakıştırmaya çalışmaktadır. Böylece diğer insanları rahatça istismar ederek, etkileyerek erişilmez ve dokunulmaz konumunu sürdürebilmektedir. İnsanları kusurlarıyla oldukları gibi kabul edip etmemek de yine insanın kendi vicdan ve dünya görüşüne kalmış bir sorundur. Bunları birşeyler ima etmek veya Mevlana ve Şems'i küçümsemek için söylemiyorm. Yeter ki gerçekçi olalım, kandırılmayalım, gereğinden fazla yüceltme ve putlaştırma olmasın. Kuds'un bu romanı bazı çevrelerce Muhammet'ten çok daha üstün görülen Mevlana ve Şems'i karalamaya, küçük düşürmeye ve saygınlıklarını azaltmaya yönelik bir eser olarak yorumlanabilir. Saide Kuds İranlı bir yazar olduğundan bu yorumun küçümsenmemesi kanısındayım. Kuds'un İslamcı bir yazar olduğunu sanmıyorum. Ancak, Kuds'un, Muhammet'in de yaşamını tarafsız ve yansız bir şekilde anlatan, onun da kusurlarını, zaaflarını, cinsel fantezilerini ortaya koyan bir roman yazmak zorunda (!) kalacağı kanısındayım. Yoksa bu konuda kuşkular ve yorumlar sürecektir. Tarih boyunca ünlü kişiler hakkında yazılmış eserler, şiirler, methiyeler yapmacık, abartılı, ikiyüzlü, şişirilmiş vıcık vıcık övgülerle doludur. Yergi ve eleştiri hiç yoktur. Yergi ve eleştirinin cezası ölümdür çünkü. Kuran ve hadisler de böyledir. Hakaret ve kutsallığa küfür olarak yorumlanan "eleştiri" ilk defa hümanizma akımıyla Rönesans ve Reform ile gelişmeye başlamış, akademik ve bilimsel bir yapıya kavuşmuştur. Bu duruma dinsel alanda tek istisna Tevrat ve İncil yazarları olabilir. Bir paradoks gibi görünse de bu kitapları yazanların ortak ve bana çok ilginç gelen özelliği o çok yüce kişilerin, peygamberlerin, ermişlerin yaşamlarını sahip oldukları niteliklerin yanı sıra, kusurları, zaafları ve hatalarıyla anlatmış olmalarıdır. Bu kitaplarda İbrahim karısı Sara'yı pazarlamış, Musa katil olup ordusuyla bir sürü soykırım yapmış, Davut, Süleyman ve İsa hepsi başarıları, erdemleri, hataları, hırsları ve zaaflarıyla anlatılmıştır. Böyle olmasına rağmen neden bu kişilerin din ve din adamları tarfından gereğinden çok fazla yüceltildiği, kutsandığı ve hatta tanrılaştırıldığı ayrıca incelenmesi gereken bir araştırma konusu olsa gerek. (HCD ) 2)Muhammet’in 6 yaşında bir çocukla (Ayşe) nişanlanıp 9 yaşına gelince onunla evlenmesi Arap-Şark aşiretlerinde olağan görülen bir uygulamadır ve kimse bunu ayıplamaz. Ancak, böyle bir evliliğin Batı dünyası ve aydın kesimin gözünde hoş karşılanmadığını ve asla da karşılanmayacağını fark eden bazı İslami çevreler, biraz geç kalmış da olsalar, Ayşe’nin evlilik yaşını 18 olarak gösterme çabası içine girmişlerdir. Tüm ansiklopedik kaynaklarda bu gerçek dile getirilirken, Ayşe’nin evlilik yaşını 18e yükseltmek için yapılan hesaplamalar ve çırpınışlar ibret vericidir. Bu bağlamda Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Mehmet AZİMLİ, 2003 yılında yazmış olduğu “AİŞENİN EVLİLİK YAŞI TARTIŞMALARINDA SAVUNMACI TARİHÇİLİĞİN ÇIKMAZI” isimli araştırmasının sonuç bölümünde Ayşe’nin Muhammet ile 6 yaşında nişanladığını ve 9 yaşında evlendiğini ve bunun o devirde olağan bir uygulama olduğunu, hatta günümüzde bile bunun garip karşılanmayacağına vurgu yapıyor: “Bölgenin iklim yapısını ve evlilik kültürünü göz önüne aldığımızda o zaman ve hatta günümüzde bu tür evliliklerin hiç de garip karşılanamayacağı ortadadır. Onun küçük yaşta oluşu hiçbir zaman problem edilmemiş, oyuncaklarıyla oynamasına ses çıkarılmadan, onun Hz. Peygamberle evliliği devam etmiştir. Bütün bunlardan sonra özetle diyebiliriz ki Hz. Aişe’nin Hz. Peygamberle nişanlandığı yaş 6 dır. Bu da nübüvvetin (peygamberliğin) 10. yılına tekabül etmektedir. Evlendiği yaş 9 dur. Bu da Hicretin I. yılında olmuştur.” Ancak, Sn Azimli ile küçük çocuklarla evlenme konusunda aynı görüşte değilim. Çağdaş kültürde böyle bir evliliğin hoş görülmesi kesinlikle mümkün değildir. Böyle evliliklerin tamamen ahlak ve etik dışı, hatta cinsel sapkınlık, çocuk istismarı ve pedofili kapsamında değerlendirilebilir. 2012 yılında okullara konan “Kuran ve Peygamberin Hayatı” dersinde bu konuyu çocuklara nasıl anlatacaklar doğrusu merak ediyorum. (HCD)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hulki Can, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |