Tarih, hiçbir zaman orada bulunmamış kişiler tarafından anlatılan hiçbir zaman olmamış olaylarla dolu bir yalan. -Santayana |
|
||||||||||
|
“Kar” Türkiye’de İslamcılara ve Kürt ayrılıkçılara karşı yapılan Kemalist bir yerel darbenin hayali öyküsünü anlatıyor. Orhan Pamuk bu eserini kızı Rüya’ya adamış. Daha henüz cep telefonlarının piyasaya çıkmadığı 1990lu yıllarda Kars’ta, güya dandik bir askeri darbeyle ikinci bir devrim başlatılır. Yoğun kış koşulları nedeniyle Kars’ın çevre iller ve Ankara ile bağlantısının kesilmesi, Eğitim Enstitüsü Müdürünün türbanlı kızları derslere sokmadığı için İslamcılar tarafından öldürülmesini fırsat bilen garnizon komutanı, askerler ve Kemalistler, gericilere ve ayrılıkçılara karşı bir darbe girişiminde bulunurlar. Fanatikler, ayrılıkçı Kürtler ve dinciler cezalandırılır. Roman baş kişisi şair Kerim Alakuşoğlu – romanda kısaca “Ka” diye anılacaktır- bir gazetenin muhabiri olarak Kars’ta bulunmaktadır. Ka’nın amacı, bu kentte süregelen genç kız intiharlarını araştırmaktır. Kars’ta geçireceği 3 gün boyunca şair Ka kendisini siyasal İslamcılar, Kürt teröristler ve Kemalistlerin çatışması arasında, derin devletin tezgahladığı oyunlar ve ardından bir askeri darbenin içinde bulacaktır. Şair Ka bu kargaşa içinde eski sevgilisi İpek ile de karşılaşacaktır. Tabi ki dillendirilen tüm bu olayların tarih ve gerçek yaşamla hiçbir ilgisi olmayıp tamamen kurgusal olduğunu belirtelim. Kars tarihinde ve Türk tarihinde böyle yerel bir darbe olmamıştır. Kars’ta seri genç kız intiharları da yoktur. Bu bağlamda, Orhan Pamuk şunları söylemiş: “Kars'ta böyle (İslamcı) bir hareket yok. Ama ben romanımda sanki böyle kuvvetli bir siyasal İslamcı hareket varmış, yüksek eğitim enstitüsüne türban taktıkları için, saç örtülerini çıkarmadıkları için alınmayan kızlar varmış, bunlar direniş yapıyormuş gibi olaylar anlattım. Karslılar haklı olarak buna itiraz edeceklerdir. Ama ben en sonunda onların hoşgörüsüne sığınıyorum ve bunun benim hayal gücüm olduğunu baştan söylüyorum.” (www.ntvmsnbc Kültür Sanat sitesi, Ruşen Çakır’ın Orhan Pamuk’la söyleşisi.) A priori, bu gerçekdışı öyküye Karslılar haklı olarak itiraz etseler de, etmeseler de, bu yukarıdaki sözler Orhan Pamuk’un geri dönülemez bir yanlışlık yaptığını zaten kendisinin de fark ettiğini göstermektedir. Söyleşide tüm bu romanda anlatılanların hayal gücünden kaynaklandığını söylese de, yazmış olduğu romanın ne başında, ne sonunda böyle bir uyarı ne yazık ki yok. İşte yanlışlık budur. Etik bir ilke olarak, eğer bir roman hayal ürünü bir takım olayları sanki gerçekmiş gibi anlatıyorsa bu tür romanların başına “burada anlatılan olaylar ve kişiler tamamen hayal ürünü olup gerçekle hiçbir ilgisi yoktur” gibisinden uyarılar konur. Böyle bir uyarı konulduğu halde yine de okur bu hayallerin arkasındaki gerçeği görmeye çalışır veya buna rağmen yazılanları gerçekmiş gibi de kabul edebilir. “Kar”da böyle bir uyarı yapılmadığı gibi, tam tersi, romanın ilk sayfasına konmuş alıntılar sanki bu olayların gerçekten Kars’ta yaşanmış olduğuna dair bir kanının doğmasına yol açıyor: Romanın ilk sayfasına yerleştirilmiş, Stendhal’in, “Edebi bir eserde siyaset, bir konserin ortasında patlayan tabanca gibi kaba ama göz ardı edemeyeceğimiz bir şeydir. Şimdi çok çirkin şeylerden söz edeceğiz...” sözleri ile Browning, Dostoyevski ve Conrad’dan yapılan alıntılar ve romanın kurgusu, romanda anlatılanların gerçekten yaşanmış olaylarmış gibi algılanmasına yol açıyor. İşte etik dışı olan budur. Diğer taraftan, özellikle yabancı okuyucu romanda geçen olayların gerçekten yaşandığına inanacak ve Türkiye’yi çok çirkin olayların sahnelendiği bir üçüncü dünya ülkesi olarak algılayacaktır. Bu okuyucu yanlış yönlendirmek veya kandırmak değilse nedir peki? Roman anlatıcısının, kendisine “Orhan bey” diye hitap edilen, kendisinden “romancı Orhan” diye söz eden, “Rüya” adından bir kızı olan, yani, romanlarında hep kendini anlatan Ferit Orhan Pamuk’un ta kendisi olduğu açıkça anlaşılıyor. Yazarın arkadaşı ve adeta ikinci bir kopyası olan başkahraman şair “Ka” da Kars’a giderken, “Yeni Hayat” romanındaki başkahraman gibi, tüm yaşamını değiştirecek bir yolculuğa çıkmaktadır. Kars kentinin gizemli havası, durmadan yağan kar, şair Ka’yı derinden etkileyecek ve şairimiz kar taneleriyle insanlar arasında bir bağ olduğuna inanmaya başlayacaktır. Andersen’in "Karlar Kraliçesi" öyküsündeki Kay ile Gerda gibi kar tanelerinden bazılarının yukarıya doğru yükseldiğini izleyen Ka, Saidi Nursi gibi her kar tanesini gökten bir melaikenin indirdiğine, böylece milyonlarca melaikenin yeryüzüne inip çıktığına, bu yüzden kar tanelerinin asla çarpışmadığına inanmasa da, kendisini “Ka” yapan her şeyi hayali bir kar kristalinin altıgen geometrik şeması üzerinde işaretler. Bu şema üzerindeki 19 noktaya Kars’ta yazacağı 19 şiirin isimlerini verir. Bu altıgen yıldızın şeması romanda 29.cu bölümün sonunda resmedilmiştir. Altı köşeli İsrail yıldızı Şaday’ı (Magen, Davut Yıldızı) anımsatan bu yıldızda “Kar, Gizli Simetri, Çikolata Kutusu, İntihar ve İktidar, Vurularak Ölmek, Aşk, Köpek” vs gibi isimler taşıyan 19 şiirin ismi var. Ancak, şiirlerin metinleri romanda belirtilmiyor. Ka’nın inancına göre her insanın içsel yaşam haritasını gösteren böyle bir kar kristali var ve uzaktan birbirine benzer gibi görünen insanların, aslında ne kadar değişik, tuhaf ve anlaşılmaz oldukları ancak herkesin kar yıldızının çözümlemesi yapılarak bulunabilir. Bu kar tanesi üzerindeki hayal, hafıza ve mantık dallarını İngiliz filozofu Bacon’un insan bilgisini sınıflandırdığı ağaçtan aldığını Pamuk 41.ci bölümde belirtiyor. Bazı Yahudi fanatiklerde sıkça görüldüğü gibi Mercedes yerine Peugeot (Yahudi Mercedes'i) kullanmak; Alman kültür ve sanatından, özellikle Nietzsche ve besteci Wagner’den nefret etmek; eğer “Ludwig van” yerine “Ludwig von” olsaydı Beethoven’i de yok saymak gibi saplantıları olmasa da Ka , Almanya'da 12 yıl kalmasına rağmen, Alman kültüne direnmeyi, Almanca öğrenmemeyi büyük bir meziyet gibi savunur: “Beni koruyan şey Almanca öğrenmemem oldu, dedi Ka. Vücudum Almancaya direndi ve sonunda saflığımı ve ruhumu korudum.” Almanca öğrenmenin bir insanın saflığını ve ruhunu bozduğuna inanan, vücudu Almancaya direnen bir insan düşünebiliyor musunuz? Yoksa Almanların ve Avusturyalıların hepsi saflığını ve ruhunu kaybetmiş kişiler mi? Bu arada Alman Lisesinde okuyanlar, Almanca öğrenenler yandı. Peki benim durumum ne olacak ? Neyse ki İngilizce ve Fransızca biliyorum da... Ancak, Almancam orta düzeyde de ! Saflığım ve ruhum ne kadar bozulmuştur acaba?! İçindeki duyguları şiir zanneden, yazacağı şiirleri unutuveren, şiirin sadece duygusal bir gerilim sonucunda doğduğuna inanan, “Yeni Hayat” romanındaki “mastürbasyoncu” gibi sürekli “otuzbir çeken”, bunu uluorta sevgilisine söylemekten utanmayan, sinirli, zayıf, huysuz bir şairdir Ka. “Türk şiiri” deyiminden bile rahatsız olan, bu kavramı “milliyetçi, gülünç ve zavallı bir kavram” olarak gören otuzbirci şairimiz, şiirin sanki vahiy yoluyla “ineceğine” inanmaktadır. Oysa, şiir “gelmez”. İlhan Berk’in “Şiirin Gizli Tarihi”nde berkittiği gibi “getirilir” ! Bunun nasıl berkitildiğini de ancak gerçek ozanlar bilir ! Şiir yazının belini getirmektir, der Berk. Ka, kadınları çarşaf içine sokmayan, yüzlerini örttürmeyen, huzuruna çıkmak için ayakkabı çıkarttırmayan, birilerinin elini öpüp diz çökme gerektirmeyen bir Tanrı aramaktadır. İyi güzel de bu kuşkusuz İslamın tanrısı değildir. “Dünyanın gizli simetrisi”ne dikkat kesilmiş, insanı daha uygar, daha ince kılacak bir Allah olduğuna inanır, ama bu Allah tarikatçıların arasında da değildir. Ama buna rağmen Kars'taki şeyh efendiyi ziyarete gittiğinde şeyhin elini öper Ka. Şeyh de onun elini öper vesselam. Ka’nın İslamcı lider “Lacivert” ile görüşmesi sırasında “Yahudiler bu yüzyılın en büyük mazlumlarıdır” sözünün İslamcı bir militanın ağzından söylettirilmesi çok anlamlı ve yerinde bir bildirim olmuş ! “Yeni Hayat” romanındaki başkahraman gibi Ka da “çevresine hoş ve tuhaf bir ışık” yaymakta, bu ışığın bir kısmı da dul sevgilisi İpek’e yansımaktadır. Ama bu bir romantizm göstergesi değildir: Zira Ka ve İpek pornografik fantaziler içinde “hard sex", yani, sert seksten (sado-mazo cinsel ilişki) hoşlanmaktadırlar. Otel odasında şiddete dayalı cinsel birleşmeleri sırasında birbirlerine verdikleri acıdan zevk alırlar. Romanın en ilginç, bir o kadar gülünç ve gerçeğe yakın kişisi Kars’taki bu yerel darbeyi yönlendiren, örgütleyen aydın tiplemesi tiyatrocu Sunay Zaim'dir. Yaşamı boyunca “komünist, batı ajanı, sapık, Yehova Şahidi, pezevenk” gibi muhtelif yaftalarla damgalanmış olan Zaim, batılılaşmış herkesi gözü dönmüş dincilerden koruyacak laik bir ordunun gerektiğine inanmaktadır. Yoksa İslamcılar bu züppeleri ve onların “boyalı karılarını kör bıçakla kıtır kıtır” keseceklerdir. Zaim’e göre Tanrı’ya tek başına inanmak yeterli değildir. Önemli olan yoksulların inandığı gibi inanmak, onlar gibi olmaktır. Onların yediğini yer, onlarla birlikte yaşar, onların güldüğüne gülüp onların kızdığına kızarsan, ancak onların Allah’ına inanmanın mümkün olabileceğini savunur. Onlardan farklı bir hayat yaşayıp aynı Tanrı’ya inanmak asla mümkün değildir. O halde, sorunsal, bir akıl ve iman sorunsalı değil, tüm yaşamı kapsayan bir hayat-memat, ölüm-kalım sorunsalıdır. Zaim, zaten Allah’ın da bu durumu bilecek kadar adil olduğunu bilgece iddia eder: “Allah meselenin bir iman ve akıl sorunu olduğunu değil, bütün bir hayat sorunu olduğunu bilecek kadar adildir.” der. 29.cu bölümde yazar “Kar”dan sonra yazacağı ve “herkesten dikkatle sakladığı” yeni romanı hakkında ipucu veriyor: Romanın adı “Masumiyet Müzesi” ve konusu Almanya’da bulunan “hüzün verici çinko masaları” olan bir “Yahudi müzesi” ile ilgiliymiş. KARS TÜRK KENTİ Mİ? Romanda öyle tuhaf ve anlamsız bir bildirim verilmek isteniyor ki, sanki yıkık dökük terkedilmiş kiliseler ve harabeye dönmüş görkemli binalarla dolu bu kent –ki bunun gerçekle pek ilgisi olduğunu sanmıyorum- salt Ermeniler ve Rusların emeği ile inşa edilmiş, daha sonra Türkler kenti ele geçirerek tarihsel dokuyu tahrip etmişler ! Bildirim bu ! Oysa, tarihsel gerçekler Kars’ın maalesef (!) Türkler tarafından kurulmuş bir kent olduğunu gösteriyor ! Kentin adı Bulgar Türklerinin “Karsak” oymağından geliyor (MÖ 130). Demek ki, bölgede Türk egemenliğinin kurulduğu tarih çok eskilere, yüzyıllar öncesine dayanıyor. 10.cu yüzyıla gelindiğinde Doğu Roma (Bizans) denetimine giren kent 1064te Selçuk sultanı Alpaslan tarafından fethedilir. Bu tarihten sonra Türkler, Gürcüler, Moğollar, Karakoyunlar arasında el değiştiren Kars savaşlar sonunda harabeye dönecektir. 1534te Osmanlı-Türk egemenliğine giren kent 14 yıl boyunca onarılarak yeni baştan kurulur. XIX.cu yüzyıl başlarından itibaren Kars, Rusların bir numaralı hedefi haline gelir. Gürcistan’ı işgal ettikten sonra Kars’a saldıran Ruslar tüm uğraşlarına rağmen kenti ele geçiremez (1807). Kırım savaşı boyunca Kars’a yeniden saldıran Rus ordusu kent halkının kahramanca direnişi karşısında geri çekilir (1855). Bu beklenmedik zaferden sonra Kars’a Abdülmecit tarafından gazi ünvanı verilir. Ancak, iki ay sonra açlık ve koleraya yenik düşen “Gazi Kars” sonunda teslim olur. Buna rağmen Kars, Paris Antlaşmasıyla Türkiye’ye geri verilir, 23 yıl sonra Ayastefanos Antlaşmasıyla Ardahan ve Batum ile birlikte Rusya’ya bırakılır (1878). 39 sene Rus işgalinde kalan Kars ve Ardahan 1917 Sovyet devriminden sonra, Lenin yönetimindeki SSCB ile varılan uzlaşma ve Brest-Litovsk Antlaşmasıyla tekrar Türkiye’ye geri verilir (1918) . I. Dünya Savaşı sonunda Doğu Anadolu İngilizlerin eline geçer. Mondros ateşkes koşullarına göre bölgeyi işgal eden İngilizler kenti Ermeni ve Gürcülere bırakarak geri çekilir. 2 yıl daha Ermeni ve Gürcü işgalinde kalan Kars 1920de kurtarılır. 1945te II. Dünya Savaşı bittikten sonra SSCB’nin Türkiye’den Kars ile Ardahan’ı istemesi ülkemizde büyük bir tepki ve şaşkınlıkla karşılanacak ve akabinde Türkiye NATO şemsiyesi altına girecektir. Tüm bu gerçeklerin ışığı altında, Kars’ı sanki salt Ermeni ve Rusların katkısıyla kurulmuş bir kent olarak göstermek çabasının altında neler yatıyor anlamak mümkün değil diyeceğim ama diyemiyorum ! Çünkü bunun altında neler yattığını artık çok açık bir şekilde anlıyorum sanırım. İSLAM İNTİHARI YASAKLAR MI? Romanda anlatıldığı gibi İslam dininin intiharı yasakladığına dair bir öğreti Kuran’da yoktur. Tam tersi intihar tavsiye edilir ! Allah’ın, Muhammet’e yardım etmeyeceğine inanan kimse için Kuran iple intiharı önerir: Hac Suresi: 15- “Allah'ın ona (peygambere) dünyada ve ahrette yardım etmeyeceğini sanan kimse hemen yukarıya bir ip uzatsın, sonra (kendini intihar edip) boğsun da baksın bu hilesi kendisini öfkelendiren şeyi giderecek mi?” (Kuran’ı Kerim Meali, Elmalılı M. Hamdi Yazır çevirisi). Yine iddia edildiği gibi Nisa Suresi 29. ayette intiharı yasaklayan bir şey yazmaz: Nisa Suresi 29- “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.” (Kuran’ı Kerim Meali, Elmalılı M. Hamdi Yazır çevirisi). “Birbirinizin canına kıymayın” ayetini Yaşar Nuri Öztürk’ün yaptığı gibi “kendi canlarınıza kıymayın/intihar etmeyin” diye çevirmek hatalı ve gerçekdışı olur. Burada iman edenlerin mallarını haksızlıkla yememesi ve mal uğruna birbirlerini öldürmemesi söyleniyor. Ka'nın, romanın 34.cü bölümünde, İslamcılar hakkında düşünüp de söyleyemediği “ama inandıkları şeyler doğru değil” sözleri satırlar arasında kaynamış gitmiş. Oysa bu belki de romanın en çarpıcı, en önemli gerçeklerinden biri. Çünkü, eğer gerçekten inanılan şey doğru ise inancı savunmak doğru olur. İnanılan şey yanlış ise, yanlışı savunmak insanı çıkmaz sokaklara, bunalımlara, intiharlara sürükler. Bu nedenle, romandaki bir İslamcının dile getirdiği gibi “Bizler sabah namazını kaçırırız da günaha gireriz diye geceleri heyecandan uyuyamıyoruz. Her seferinde daha erkenden camiye koşuyoruz. Böylesine heyecanla inanan biri günah işlememek için her şeyi yapar, gerekirse diri diri derisinin yüzülmesine bile razı olur.” diye kendi kendine gelin güvey olmanın kimseye bir faydası yoktur, kimseyi de kurtarmaz. Dinsel sorun bir İslamcının ağzından şu şekilde özetlenir: “”Fakir ve önemsiziz, bütün mesele bu, dedi Fazıl tuhaf bir hırsla. Bizim zavallı hayatlarımızın insanlık tarihinde hiçbir yeri yok. En sonunda şu zavallı Kars şehrinde yaşayan hepimiz bir gün geberip gideceğiz. Kimse hatırlamayacak bizi, kimse ilgilenmeyecek bizimle. Kadınlar başlarına ne örtsün diye birbirlerini boğazlayan, kendi küçük ve saçma kavgaları içinde boğulan önemsiz kişiler olarak kalacağız.” ROMANDAKİ DİLBİLGİSİ HATALARI “Yeni Hayat” da olduğu gibi bu romanda da dilbilgisi hataları, anlamını çözebilmek için iki üç kez okumak zorunda kaldığım yapısı bozuk, düşük cümleler, paragraflar arası kopukluk, özensiz bir Türkçe göze çarpıyor. Prof Tahsin Yücel’in “Orhan Pamuk Türkçe bilmiyor” saptaması biraz abartılı da olsa doğru. Pamuk’a yapılan sert eleştirilerin temel nedeni de yazarın medya, basın ve dergilerce gereğinden fazla yüceltilmesi ve şişirilmesi olsa gerek. O kadar şişirilmeseydi eleştirilerin dozu düşebilirdi. “Kar” tipik bir “pamuksal” roman. Romandaki dilbilgisi hatalarının ayrıntılarına girmek, dökümünü vermek, beni ve sizi gerçekten yoracağından bu işi bu konuların uzmanı Sn Hilmi Yavuz’a bırakıyorum. Ama yine de bir iki örnek vereyim: 24.cü bölümde sanki canlıymış gibi “bir geminin organ”larından bahsedilmesi büyük romancıya yakışmayan küçük bir hata. 13. bölümde halkın moralinin bozmamak için hava sıcaklığının yöneticiler tarafından 5-6 derece “düşük” değil “yüksek” gösterilmesi gerekirdi. Düşük gösterilse hava daha soğuk, halkın morali de daha bozuk olur çünkü. Yine bu bölümde “İstanbul’da İpek ile kar hep daha çok yağsın isterlerdi” diye yatık bir cümle, 29.cu bölümde “caminin üzerindeki birahane”, 36.cı bölümde “bu aptal Kars kentinde” gibi sapkın deyişler görüyoruz. 44.cü bölümde İpek’in “manto” yerine “palto”sunu giymesi gibi bir hatanın da yüksek kentsoylu sosyetede asla kabul görmeyeceğini belirtelim ! ! Hanımlar manto, erkekler palto giyer. Bu bence çok trajik, hatta skandalvari bir durum. Üstelik yazarın -cemiyet hayatının olağan bir görgü kuralı olarak- İpek’in mantosunu tutmaması da çok yakışıksız olmuş hani. Orhan Pamuk’un tek bir kitabını okumamış ama onu laf ola beri gele öve öve göklere çıkaran Boğaziçi ve Robert mezunlarının dikkatine sunarım. 15.ci bölümün sonunda Türk kavramının aşağılanmaya çalışıldığı, ancak, bu yapılırken bile yine beceriksiz ve yetersiz bir anlatımın sergilendiği şu kör topal cümleye ne demeli bilemiyorum: “Arkasından sahneye 1960ların ünlü kalecisi Vural çıkıp İstanbul’da bir milli maçta İngilizlerden nasıl onbir gol yediğini aynı günlerde ünlü artistlerle yaşadığı aşklarla ve yaptığı şikelerle karıştırarak anlattıkları ve acı çekme ve Türk’ün eğlenceli zavallılığı havasıyla gülüşerek izlendi.” Pamuk’un Türkçe’ye ve Türkçe’nin inceliklerine yeteri kadar hakim olamaması, yeni sözcükler ve dilbilgisine önem vermemesinin nedeni yurt dışında uzun süre kalmasından kaynaklanıyor olabileceği gibi, nasıl olsa romanın yabancı dillere bu konuda uzman editörlerce gerekli metinsel düzeltmeler yapılarak çevrileceği inancı olsa gerek. PAMUK VE TERÖR PKKlı teröristlerden onların söylemini aynen benimseyerek “Kürt milliyetçisi” veya “Kürt gerillası” olarak söz ediyor Pamuk. “Terörist” sözcüğü romanda hiç bir yerde geçmiyor, yok. Herhalde bu çapulcu güruhunun başından da yakında “Mr. Öcalan, Sn Apo, Bay Öcalan, Apo Bey” diye bahsederse hiç şaşırmayalım. Bu bağlamda, romanda “Kürt” sözcüğü ile birlikte “Ermeni” sözcüğü de gerekli gereksiz bölümler ve paragraflar arasına serpiştirilmiş. Örneğin, 19.cu bölümün ortalarında arka arkaya “Ermenilerden kalma (...) Ermeni evinin (...) eski Ermeni binası (...) bir başka eski Ermeni binası (...) eski ve boş bir Ermeni evinin” diyerek “Ermeni” sözcüğüne ısrarla vurgu yapılmasının; 20.ci ve 23.cü bölümde 8er kere, 31.ci bölümde de 24 kere “Kürt hademe (...) Kürt milliyetçiliği (...) Kürt milliyetçileri (...) Kürt milliyetçisi (...) Kürt bile olmadığı (...) bütün Kürtlerin (...) Kürt ağıtları (...) Kürt köyleri ” denilerek “Kürt” sözcüğünü abartılı bir şekilde tekrar tekrar vurgulamanın anlamı nedir? Zannedersem artık herkes bu sorunun yanıtını biliyor. Kürtler sanki ABD’deki zenciler gibi horlanan, aşağılanan hizmetçilik, kapıcılık gibi basit işlerde çalışan, ikinci sınıf insanlarmış gibi tanımlanıyor. Tam bir Amerikalının veya bir Avrupalının duymak istediği şeyler. “Yeni Hayat” romanında olduğu gibi “Kar”da da “Atatürk resmi, Atatürk büstleri, heykelleri, Atatürk caddesi” vs gibi Atatürk’ü çağrıştıran göstergeler ile ilgili alaycı bir takıntının sürdüğü, Atatürk’ün “başarısız” (22.ci bölüm) olduğunun vurgulanmak istendiği hemen göze çarpıyor. Roman başkahramanı ve onun bir kopyası olan yazarın da doğduğu ülkenin topraklarına, ruhuna, insanlarına yabancı olduğu, gizli bir nefret ve tiksinti duyduğu seziliyor. Bunu sıradan bir okur çok rahat sezgisi ile algılayabilir. Bir insanın doğup büyüdüğü topraklara karşı duyduğu patolojik nefretin bilinçaltı nedenleri ve nasılları üzerinde burada durmayacağım. Yoksa bu uzun ve acıklı bir öykü olacak ve asla sona ermeyecek ! Bunu izninizle geçiyorum.... Aziz Nesin bu ülkede yaşayanların % 60’ının aptal olduğunu söylemişti. Ama bu sözlerinden dolayı kimse ona gücenmemiş, kızmamış, kırılmamıştır. Çünkü Nesin yurtdışından gazel okumamış, bazı büyüklerimizin yaptığı gibi yurt içinde suratı asık pozlar takınıp, yurt dışında ağzı kulaklarında güleç yüzle kameralara pozlar vermemiş, jurnalcilik yapmamış, bu sözleri biz bize söylemiştir. Türk halkı kadar kendiyle alay eden, kendi özeleştirisini yapan, yüksek bir mizah anlayışına sahip bir halk ender bulunur. İşte gidin bakın ülkede çıkan güldürü dergilerine, gidin bakın Ferhan Şensoy’un oyunlarına... En ağır, en gülünç toplumsal yergiler, eleştiriler her gün Türk güldürü dergilerinde, tiyatrolarında, televizyonlarında ve “yurdumun insanı” rumuzuyla internette sergileniyor. Halkımız Nesin, Kemal Sunal, Şener Şen, Şensoy, Cem Yılmaz gibi kendisini yerden yere vuran güldürü ustalarına bayılıyor, onları seviyor. Ama Orhan Pamuk’u sanırım sevemiyor. Neden? Yanıt çok basit: Çünkü Orhan Pamuk yurt dışından gazel okumuş, bir İsviçre gazetesine “bu topraklarda 1 milyon Ermeni ve 40bin Kürt öldürülmüştür, kimse bunu söylemeye cesaret edemiyor” diye övünerek Türkiye’yi Avrupa’ya şikayet etmiş, aşağılamış, jurnallemiş, üstelik kahraman havalarına girmiş, ülke topraklarından “bu topraklar” diye sanki lanetliymiş gibi söz etmiştir. Ama yurt içindeyken böyle şeyler söylememiştir. Türk halkını en çok kızdıran onun bu “batı ajanı” espiyoncu tutumu olmuştur. Bu tutum ve sözlerinden ötürü Pamuk sanırım halkımızca hiçbir zaman affedilmeyecek ve sevilemeyecektir. Dünyaca ünlü ama ülkesinde sevilmeyen, dış güçlerce manipüle edilen, Jöntürk taklidi güdümlü bir yazar konumunda olmak çok acı bir şey olsa gerek. Bu topraklarda 1 milyondan fazla veya az Kürt ve Ermeni öldürülmüş olabilir veya olmayabilir. Bu hala tartışılan bir konu. Tarihçiler bunun soykırım olup olmadığını araştırsın. Ama, diğer taraftan, niye bu topraklarda kaç Türk’ün, Türk vatandaşının öldüğünü, öldürüldüğünü sorgulamıyoruz? Veya Kıbrıs’ta Rumların, Bosna’da Sırpların, Çeçenya’da Rusların veya İsrail’in Filistin’de sivil halka yaptığı kırımları sorgulamıyoruz? Bülent Ecevit İsrail’in soykırım yaptığını açıkça söyleyen ilk Türk devlet adamı olmuştu. Ama sonra ne oldu? Akabinde iki kez Yahudi lobisinden özür dilemek zorunda kalmıştı değil mi? Orhan Pamuk acaba İsrail’de doğup büyüse ne olacaktı? İsrail’in soykırımları hakkında veya Birleşmiş Milletler kararıyla ırkçılıkla aynı kategoride mahkum edilen “Siyonizm” aleyhinde yazılar yazabilecek miydi? “Bu topraklarda (Eretz Siyon) yüzbinlerce Filistinli öldürülmüştür ve hala öldürülmektedir” diyebilecek miydi? Hangi aydınımız, hangi yazarımız bu konuları irdeliyor? Küreselleşme yanlıları ve postmoderncilerin göremedikleri ya da görmek istemedikleri gerçek şu: Türkiye hilafet ve şeriatı tasfiye ederek ilerlemiş ve gelişmiştir. Ortadoğu’da güçlenen bir Türkiye ve yeni kurulan Türk Cumhuriyetleriyle olan ilişkimiz bir çok ülkeyi korkutuyor. Onun için Türkiye’yi bulunduğu ulusçu rotadan çıkarıp dinsel ve etnik uçurumlara çekmeye çalışıyorlar. “Kar” romanındaki şair başkahramanın “Türk şiiri” deyiminden rahatsız olması, bu kavramı “milliyetçi, gülünç ve zavallı bir kavram” olarak görmesi; ama öte yandan PKKlı teröristlerden “Kürt milliyetçisi” veya “Kürt gerillası” olarak söz etmesi, romanda “terörist” sözcüğünün hiç bir yerde geçmesi; “Yeni Yaşam”ın başkahramanın da “bu ülke topraklarından tiksinmesi”nin arkasında yatan nedir ? Bunlar rasgele, öylesine söylenmiş, yazılmış sözler değildir. Küresel misyon ve vizyon, hedef ve amaçlar gözetilerek yazılmış, bir planın ve programın parçasını oluşturan sözlerdir. Küresel misyon ve vizyona hizmet ödülünü getirmiştir. Oysa bakın, eski bir İspanyol sömürgesi olan, yakın tarihi bir düzine askeri darbelerle dolu, 12 milyon nüfuslu, öz dilini unutup İspanyolca konuşan, depremler ve uyuşturucu kaçakçılığıyla nam yapmış, fakir ve minicik bir orta Amerika ülkesinin yazarı, yaşadığı kent, vatan toprağı ve insanlarına olan sevgisini nasıl dile getirmiş: “Benim şehrim, benim yurdum ! Tam yerine vardığıma inanabilmek için tekrarlıyorum ! Onun kutsal toprağı ! Ormanlarının sık yeleleri. Onun sonsuz dağları, gölleri. Kırk volkanın sırtları ve ağızları. Evim-ocağım, ve başka evler. Meydanlar ve kiliseler. Köprüler, kumlu caddelerin kavşaklarına gizlenmiş kulübeler. Arsız sütleğen kümeleri ve arapsaçı gibi birbirine geçmiş yollar. Çayırların kahırlarını sürükleyen ırmak. Yuka ağacının çiçekleri. Benim şehrim ! Benim yurdum !” (Guatemale Efsaneleri, M.A. Asturias, Cem Yayınevi, İstanbul, 1967, Çev. Tahir Alangu, s: 5) Bir muz cumhuriyetinin yazarına bakın, bir de bizim Nobel ödüllü yazarımıza bakın. Birisi ülkesini nasıl kutsuyor, nasıl yüceltiyor, ötekisi ülkesini nasıl aşağılıyor. Neden ? Neden ? Neden ? Guatemalalı Asturias 1967de Nobel ödülü aldı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hulki Can, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |