Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
19 bölümden oluşan roman başsız, yarım bir tümceyle başlıyor. Ancak, tümcenin başının romanın en son satırında olduğunu kuşkucu okur hemen fark ediyor. Peki gerçekte romanın başı nerede? Romanın başı 17 ya da 18.ci bölümlerde olmalı. Belki de 19.cu bölümden başlıyor. Gerçekten de romanın nerede başlayıp nerede bittiği belli değil. Bir devridaim makinesi gibi kendini özdevingen olarak kuran ve kurgulayan bir yapıt. Ama, bu bir fasit daire, kısır döngü değil. Zaten, Toptaş da romanın ilk sayfasında eserin hangi cümleden nereden başlayacağını bilemediğinden dem vurmaktadır. 12.ci bölüme gelindiğinde bile yazar hala yazdığı romanın neresinde olduğunu bilmez bir haldedir. Önemli olan yapıtın sonsuz gibi görünmesidir; şöyle der: “Bir hikaye sonsuzmuş gibi göründüğünde kendine ulaşmış demektir”. Gerçekten de eserdeki yapı merdiven gibi, sonsuzluğa doğru, basamak basamak, üst üste, yükseliyor. Anlatı nereye gideceği belli olmayan avare bir yel gibi fırıldanıyor. Yapıtta belli bir plan, düzen yok. Bir önceki sözcük bir sonrakini, bir önceki tümce bir sonraki tümceyi doğuruyor. Bir meddah anlatısında olduğu gibi yapıt birbiri arkasına ardışık çağırışımlar zinciri ile gelişiyor, büyüyor, sürükleniyor, sürüklüyor; romanın oynak ve çokgen bel kemiği bu şekilde oluşuyor: “Sonra, birden bire, gene dayımın tek katlı evi geldi aklıma. Ev gelince, bahçe, bahçe gelince ot hışırtıları, ot hışırtıları gelince çocuklar, çocuklar gelince toz bulutları da geldi” tümcesinde olduğu gibi. Veya, “…ne yapacağını bilememiş açıkçası. Bilemeyince de (…) aylarca beklemiş o köşede. Bekledikçe, (…) birdenbire eve kapanmış. Kapanınca da…” tümceleri ek örnekler olarak verilebilir. HAYAL GÜCÜ VE DİL Tabi tüm bu üst üste alt alta geçmiş öyküler karnavalında yazarın o ele avuca sığmayan, sınır tanımayan, insanı sersemleten, hayrete düşüren, hayal gücünün egemenliğini, görkemini görüyoruz. Bu inanılmaz imgelem, cıva benzeri şekilden şekle, bukalemun benzeri renkten renge giriyor. Tasvirler, betimler, benzetmeler yazarın düş gücüyle bir büyücünün değneğinden saçılan tılsımlar gibi göz kamaştırıyor. Gerçeküstü ögeler, masal ve meddah biçemiyle anlatılıyor. Bu imgelem bazan azgın ve yabanıl bir boğa gibi sağa sola saldırıyor, denetlenemiyor, estetize edilemiyor. Bu bazan hırçın, öfkeli, kaba bir hayal gücü. Genelde hayal gücü pek kıt olan insanlarımız içinden böyle bir yazarın çıkması gerçekten benim için çok şaşırtıcı oldu. Yazar sanki eserin sona ermesini istemiyor. Eserin sona ermesi yaşamın sona ermesi gibi bir şey çünkü: öykülerin son cümlesinden sonra başlayan o büyük sessizliklerden korkuyor yazar. Masal ve günlük yaşamdaki halk deyimleri “iğne atsan yere düşmez, palas pandıras, höyküre höyküre, paldır küldür”, ve meddah anlatımlarında sıkça ve soluklanmak için kullanılan “efendime söyleyeyim, söz gelimi, nasıl desem” terimleri, tekerlemeleri sıkça karşımız çıkıyor. Böylece yazar vakit kazanıyor, güç topluyor. Bir yandan da yazar-okur birbirine kaynaşıyor. Ancak, yeni Türkçe sözcük kullanımı özensiz: “insafsız, hayâsızca, haysiyet, mecalsiz, tehditkâr, hamle, meram, haşmet, şemail, şiraze, mücadele, hâkim, hengâme, heveskâr, kasvetli, mekân, sevkıyat” gibi bir çok eski sözcük kullanılmış. Diğer taraftan “boklu kuyruklar… bu yaşta sıçtığım boklar… sıçtıkları zaman bokların melekler tarafından kaldırılıp kaldırılmadığı… götü boklu” gibi argo ifadeler çok gereksiz ve biraz da çirkin kaçmış. “Bok” sözcüğünü kullandıktan bir iki sayfa sonra “taze sığır pisliği”nden söz etmek de tutarsızlık. Çağdaş Türk aydınları ve romancılarındaki bu argo kullanma eğilimini bir çeşit psişik boşalma (catharsis), entelektüel arınma olarak mı yorumlamalı ? Eserde ufak tefek dilbilgisi hataları ve sözel tutarsızlıklar göze çarpıyor. 7.ci bölümde “metalik” yerine “madeni, madensel” denebilir. Yine bu bölümde Fransızca’dan gelme “külot” yerine “don” denebilir. 9.cu bölümün sonunda yolcuların sandallara binip “şehre doğru uzaklaşmaya” başlamaları yerine “şehre doğru yola çıkmaya” başlamaları demek daha doğru olabilirdi. Nitekim 10.cu bölüm başında bu ifadeyi yazar düzeltilir: dedesi şehre doğru yeniden yola çıkacaktır. Genelde Türk yazarlarda sıkça görülen klasik ve kronik anlam kaymaları, tıkanmalar, konfüzyon, karışıklık, cümle düşüklükleri yok. Tümce yapıları sağlam, anlam kayması, dilbilgisi hataları yok denecek kadar az. Türkçe uzun cümle kaldırmaz iddiasını çürütmek istercesine Toptaş bir çok yerde bir paragraf kadar süren uzun tümceleri inatla kullanmış. Tümcenin sonuna vardığımızda yapının hala dimdik ayakta durduğunu görüyoruz: “Cıvıl cıvıl kaynayan kuş pazarlarının ipler, kafesler, aynalar ve peş peşe anlatılan çeşitli hikayelerle derinleşen kalabalığında, ağzından burnundan içki kokuları fışkıran sarhoşlar gibi birdenbire yalpalayıp yere yüzü koyun düştüğü olmuş dedemin bu yüzden; kuş adlarına bakmak için gittikleri o basık tavanlı daracık sahaflarda irkildiği, okul ödevlerinin telaşına düşmüş birkaç öğrencinin dışında kimseciklerin girip çıkmadığı donuk yüzlü kütüphanelerde ve kitapçılarda afalladığı, arada bir uğradıkları yemcilerde ve baharatçılarda usulca sendelediği, kuşçu dükkanlarında ürktüğü, ya da, vapurlarda, banliyö trenlerinde, tramvaylarda, otobüslerde ve şehrin değişik semtlerindeki kahvelerde yapılan her biri birbirinden arsız eşek şakalarının sonunda, bir köşeye çekilip oyuncağını yitirmiş çocuklar gibi hüngür hüngür ağladığı olmuş.” Yine de yazarla anlatıcı aynı kişi olduğundan ve “dedem” dediğinden, yukarıdaki paragrafta “gittikleri” yerine “gittiğimiz” denmesi daha doğru olacaktı sanırım. Hasan Ali Toptaş, Nietzsche’nin Alman dilini yetkinleştirmeye çalıştığı gibi Türkçe’yi yetkinleştirmeye çalışmıyor. Böyle bir çabası yok. Halbuki olmalı derim. Sadece halk diline yönelmek yetmez. Türkçe’nin yetkinleştirilmeye, mükemmelleştirilmeye gereksinimi vardır. Yazarlarımız ulusal dil ve edebiyatımızın güçlenmesine, gelişmesine katkıda bulunmalıdırlar. Temiz Türkçe ve Türkçe dilbilgisi kuralları bu şekilde pekiştirilecektir. Bunu da yazarlar, aydınlar yapacaktır. AGORAPHOBİA Sigmund Freud, agorafobi (agora: pazar yeri, phobus: korku) terimini kalabalığın bulunduğu mekanlarda bulunmaktan korkan hastalar için kullanmıştır. Freud bunu libido dürtülerinin bastırılmasıyla da ilişkilendirir. Kalabalığa karışma düşüncesinden kaynaklanan dehşet verici bir boğuntu ve boğulma korkusu duyan agorafobik kişiler, insanların doluştuğu, mahşer gibi fıkır fıkır kaynadığı ortamlardan uzak kalmayı, oralara gitmemeyi tercih ederler. Örneğin, bu tip yerler arasında alışveriş yerleri, pazarlar, işlek caddeler, kalabalık mağazalar, kapalı mekanlar, tünel, köprü ve yükseklikler, stadyumlar, otobüs ve uçaklar da vardır. Ömer Seyfettin’in “Pembe İncili Kaftan” öyküsündeki kendini okumaya vermiş, kent merkezinden uzakta, çiftliğinde yaşayan Muhsin Çelebi, “merdümgiriz” (insandan kaçan) olduğu gibi bir yerde agorafobiktir de. Agorafobikler insandan nefret etmez: korkarlar. Aynı şekilde, benzer semptomu “Uykuların Doğusu”nda çocukları ve büyükleri sopadan geçiren, pek insancıl olduğunu söyleyemeyeceğimiz -ama böyle davranmasının nedenini insanların insancıl olmamasına bağlayabileceğimiz- anlatıcı kahramanımızda da gözlemleyebiliyoruz. Kahramanımız, “onlar” diye söz ettiği insanların yaptığı her şeyde bir sahtekarlık görmekte, gülümsemelerin bile aslında o an için anlaşılmayan başka bir türlü kötülük olduğuna inanmaktadır. Bu nedenle, evden dışarı adım atmaz, odasına kapanarak, Marcel Aymé’nin bilgiç öküzleri gibi, kendisini kitaplara verip, dünyayı ve insanları unutabilmek için bir kitaptan ötekine soluk soluğa koşturup durur. 18. ci bölüm başlarında anlarıcı yazar, Haydar’a yaptığı itirafında, her şeyden, insanların büyük kötülüklere yol açan iyilik anlayışlarından, kendini çocukların varlığında yenileyen yaşamın acımasızlığından, bu acımasızlığın üstünü örten masumiyetin derinliğinden, canlı olmanın aczinden, sokaklardan, insanların içinde uğuldayıp duran çok ağızlı kuyuların karanlığından, uykulardan korktuğunu belirtir. Bu agorafobik sendromun etkisiyle yazar Haydar’dan da korkmaktadır. Bunun nedeni de Haydar’ın öyküler hakkında her şeyi aklında tutması ve ikide bir ona hatırlatmasıdır. Çocuklara karşı da bir korku duyması çocukken akranlarından yediği dayaklardan kaynaklanıyor olabilir. Romanda yazılanlara göre anlatıcının yaşamı da pek iftihar edilecek bir yaşam değil utanç duyulacak bir yaşamdır. Ancak, Toptaş bunun neden böyle olduğu açıklanmıyor. Bu bir yerde başkalarına olduğu kadar kendisine de çok acımasızca davrandığı şeklinde yorumlanabilir. Anlatıcı kendisiyle barışık değil. Hatta öldükten sonra yaşam yakasına yapışıp hesap soracak mı acaba diye korkmaktadır da: “Yani, hayat tamamlanınca, artık ben tamamlandım diye gelip adamın karşına dikilir mi? (…) Belki de, kimilerin zebani dediği şey bizim tamamlanmış hayatımızdır.” der. Oysa, yaşam asla tamamlanamayan bir süreçtir. Yaşam hep yarım kalır. Hep eksiktir. Hayat, sevgi, aşk, hayaller hep yarıda kalır. Bitmemiş, bitirilemeyen, sekteye uğramış, yarım kalmış bir senfonidir yaşam. İnsanın kendisiyle barışık olmaması da geçici bir süreçtir. Kendisiyle barışık olmayan başkalarıyla da olamaz; kendini sevmeyen, kimseyi sevemez. Erich Maria Remarque’ın emrini anımsayalım: “İnsanları Seveceksin” GERÇEKÜSTÜNE KAÇIŞ Çağdaş Türk yazarlarını fantastik/gerçeküstü anlatıma yönelten, iten, nedenler nelerdir? Düşünce özgürlüğüne yapılan anlamsız baskılar mı? Arabesk ve dinsel kuşatma mı? Gerçek yaşamdan kaçış mı? Yoksa gündelik yaşamdaki sığlıkların, çirkinliklerin, insanı bezdiren kısır, kronik siyasal çekişmelerin, incir çekirdeğini doldurmayan inatlaşmaların, devrimden bu yana bir arpa boyu yol gidememiş olmamızın verdiği yorgunluk, mutsuzluk, bıkkınlık mı? Ya da, yazarın belirtildiği gibi insan denen yaratığın akıl almaz labirentler, ürkütücü dehlizler, karanlık kuyular ve birbirine açılan meçhul genişliklerle dolu ruhunda, hayatını masala dönüştürmek gibi tuhaf bir eğilimi olması mı? Hepsi ya da hiçbiri. Ancak, bu yönelim ya da eğilim geri kalmış doğu/İslam toplumlarında çok ender görülen bir şey. “Uykuların Doğusu”nun en önemli özelliği bu: Yazar hayal gücüne hiçbir sınır tanımıyor: Yaratıcı zekanın tüm kıvılcımları, pırıltıları bu gerçeküstü, rengarenk romanda görülüyor. Çok değerli ve dünya çapında bir Türk romancısı ile karşı karşıyayız sanırım. Bu okuduğum ilk yapıtı. Hasan Ali Toptaş Türk romanına yeni bir güç, yeni bir nefes, yeni bir erke getiriyor. “Uykuların Doğusu” ölüm korkusundan, acılardan, insanın acımasızlığından, dünyada yaşamanın, varolmanın korkusundan rüyaların, masalların, hayallerin, uykuların cennetine kaçış… Bu bir türlü bitmeyen, bitmesini istemediğim, masal romanı nereden okumaya başlarsam başlayayım, hangi yöne gidersem gideyim, yerküre veya uzayda gider gibi yine tekrar dönüp dolaşıp başladığım noktaya gelirken, fırıl fırıl dönen atlıkarıncaya, dönmedolaba, ya da, bugi-bugiye binmek gibi çocuksu bir heyecan duymamı engelleyemedim söz gelimi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hulki Can Duru, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |