Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. -Cervantes |
|
||||||||||
|
Kuru bir sıcak, daraltıyor; ama bir esinti başladı, bu ilaç gibi müthiş bir şeydi. Kuru otların, ağaçların kokusunu duyuyordum. Ayaklarımız kuru otların üstünde hışırtı sesi çıkarıyordu, dallar çalılar kırılıyordu. Etraf çok sessizdi. Seher ve Kenan’ın nefes alıp verişini duyuyordum. Yakından bir baykuş öttü, havalanıp üstümüzden geçti. Gökyüzü binlerce yıldızla hareketlenmiş, akar dalgalanır gibiydi. Ömrümde sanki böyle bir manzara hiç görmemiştim. İnsan yaşam telaşına dalınca başını kaldırıp gökyüzüne bakamıyor. Yumuşak ve tatlı esinti havanın kuru ve sıcaklığını alıp götürüyordu. Kenan bıçağını çıkardı. Avcı bıçağı. “Bunu yeni aldım” dedi, “Senin bıçağın var mı?” “Hayır.” Kenan, bir bıçak daha çıkardı: “Bıçaksız adam olmaz. Bıçak mutlaka lazım olur, hele de böyle yerlerde. Al bu bıçak senin olsun. Bu ilk bıçağım. Onunla çok güzel anılarım oldu, bunu saklayacaktım; ama içimden bunu sana vermek geldi. Seni iyi adamsın. Sen kafalı adamsın.” Kılıfı belime nasıl yerleştireceğimi gösterdi, kayışa taktım bıçağı. “Beni seyret” dedi, koştu ve yerde yuvarlanıp takla attı ve elindeki bıçağı düşmana sapladı. Yanına gittik. Bir yeri acıyordu, taşa çarpmış. Belli etmemeye çalışıyordu. “Nasıldım?” dedi. “Leopar gibiydin.” “Beni gerçekten önemsiyorsun sen, bu çok hoşuma gitti!” Kaşımdaydı, bir omzuma dokundu. Kenan ağlayacak gibiydi: “Ben basit bir elektrikçiyim. Bazıları, bazı kızlar beni küçük görüyor. İster istemez kendimi ezik hissediyorum. Tamam, vereyim sana şu ampulu tak, desem takamaz. Kim ezik, ta kendisi. Kim ampul; ta kendisi. Evinde bir elektrik arızası olursa diz boyu çamura düşmüş eşek gibi kalır, beni çağırır. Ben miyim küçük adam; hayır, Yap bir su böreği yiyelim desek, bize alık alık bakar; ama annem yapar, Seher de iyi yapar. O zaman ben üstün adamım, köylü kız Seher üstün kız, spor araba kullanmasını bilemez, barda rujlu suratla oturmasını da beceremez; onu zaten becermesin. O havalı zengin kızlardan biri kaç lira kazandığımı sordu, üç beş kuruş dedim. Kız o lafı aldı yürüdü, ikide bir takılıyor bana, üç beş kuruş diye, bir cümle kuruyor, ardına üç beş kuruş diyor, gülüyor, yanındaki kızlar da gülüyor, çok zoruma gitti, maskara oldum kızlara. Argo kullandım, birini hedef almadım ama, ağır bir laftı. Kız ağladı, çekti gitti, çok üzüldüm. Meğer üç beş kuruş dememi çok saf, çok sempatik bulmuş, ondan bana takılıp duruyormuş. Benle sevgili olmak istemiş o lafımdan dolayı. Ben de beni küçük görüyor sandım. Eğer ahmaklık yapmasaydım kız sevgilim olacaktı. Bu olaydan ders çıkardım, kim bana kaç lira kazandığımı sorarsa üç beş kuruş derim. Doktor olmak isterdim, hani şehir içinde kalabalık bir caddede, bir yerde biri düşer, kaba saba millet yığılır başına, çekilin ben doktorum deyip aptal yığını yarardım, yol verirlerdi, aval aval bakarlarken açılın, hasta nefes alamıyor der, ilk müdahaleyi yapardım. Bilgi, teknik, bunlar değerlidir. İnsanı bunlar üstün kılar. Eskiden bir büro işi yapsam iyi olur sanırdım. Ama elektrikçiyim demek kulağa karizmatik gelmiyor. Sorun değil, sorun köle gibi çalışmam ve bu seçeneğe hapsolmam, daha iyi bir yer bulursam çıkarım. Bir elaman vardı, o askere gidince onun işleri de bana kaldı.” Tarlaya baktım, üstüne ay ışığı serilmiş, vitamin alır gibi ekinler. Seher, el fenerini yüzüne tuttu çeneden: “Abim beni böyle korkuturdu küçükken.” “Ben kaçayım, siz kampa dönün. İyi konuştum, deşarj oldum.” Kenan, uzaklaştı. Biz de geri dönecektik, ardından bakıyor, sohbet ediyorduk. Ekinler esintiyle sallanıp hışıldıyordu. Kampa doğru yürümeye başladık. “Günün birinde abim de yoluna gider, uzakta bir iş bulur, zaten gideceğim der ara ara.” dedi Seher. “Gitsin, hayatını yaşasın. Kendini kurtarsın.” “Sen de gidersin, bir yerde yaşarsın. Ben de giderim bir tarafa. Her şey değişir. Beni hatırlamazsın bile. Hiçbir şey yerinde durmuyor. Bağ kurduğun insanlardan ayrı düşmek üzer insanı.” Üzgündü, ağlayacak gibiydi, abisinden dolayı olmalı. Ona sarılmak istedim. Ay ışığının düştüğü gözlerine baktım, karanlıktaydı ;ama parlıyorlardı. Çok güzeldiler. “İnsan her şeye alışır” dedi, “Tabi. Bağ kurduğun insanlar canavarlık yapar, iyi ki gittiler dersin. Gitmek iyidir. Bir yere gitmek. Umutla bir yere gitmek. Zamanı gelince ben de giderim.” “Nereye?” “Bilmem. Gideceğim bir yer belirir. Bir şeyin ya da bir yerin büyüsü belirir içimde.” Bir elimi uzatıp başaklara dokundum. Öyle bir oyunla ilerledim bir süre. Birden el fenerinin aydınlığında bir şey kaçıp gitti. “Tarla faresi.” dedi Seher. “Sen hiç tarla faresine dokundun mu?” “Yok.” “Endişelenme. Gece sen uyurken koynuna atarım bir tane. Her canlının sevgiye ve dostluğa ihtiyacı vardır.” “Sakın!” Eğildi, tarla faresini arıyordu. Ekinlerini içine girdi. Birkaç adım, eğildi, sonra yanıma geldi. Tarla faresini bana gösterdi. Farenin başını okşadım, çok yumuşak ve kaygandı. Fareyi saldı. “Yolun açık olsun farecik! Dün gece abim dertliydi, ağlamıştı, neden ağladın dedim, ağlamadım ki dedi, sigara gözüme kaçtı, gözüm yaşardı. Üzüldüm, hep içine atar, burada senle konuştuğuna bakma, hiç içini açmaz o. Sen vardın diye o kadar konuştu. Bir kızla gününü gün etmek istiyor, bilirsin, temiz biçimde, kafede otur, el ele dolaş gez, dondurma ye filan, basit romantik şeyler. Ama zamanı yok, çalışmaktan canı çıkıyor. O romantik işlerin adamı değil. Kızın biriyle tanışmış. İlk kez buluşmuşlar, telefon görüşmelerinden sonra… Çok tatlı bir an. Kız mutlulukla gülüyor, bizimkinin kolunu tutuyor, çay içiyorlar kafede. Kıza demiş ki: Bana can yoldaşı olur musun? Kız gülmeyi kesmiş, ters ters bakmış. Benle ihtiyar üslubuyla konuşma, abim ses etmemiş; ama zoruna gitmiş, hesapta kıza sevgilim olur musun diyecek, hissettiklerini anlatacak o akşam, kızla çok iyi anlaşıyormuş. Kız öyle ters konuşunca kalkmış masayı terk etmiş. Sana hayatta başarılar deyip. Kız öylece bakakalmış. Az sonra kafasını toplayıp çiçekçiden bir kırmızı gül alıp kafeye dönmüş, kız hesabı ödeyip gitmiş. Abim oturup ağlamış. Sonra öğrenmiş ki kız buna şakadan öyle konuşmuş. Bir daha da abimin yüzüne bakmamış tabi.” Ve ne vakit ay ışığında sevdiğim biriyle ormanda yürümüştüm? Bu insan bana hafiflik veren bir enerji saçıyordu. Ne koşuyorsun, ne geriye bakıyorsun, ne canın acıyor ne gülüyorsun, acele etmeksizin, bir şey ummaksızın yürümek, bir kelebek gibi akmak. Herhalde bu yürümek bir tür meditasyondu. Mümkün olsa burada sonsuza dek kalırdım, ne yazık ki sora dönmek zorundaydım, iş bulup çalışmalı, bizimkileri memnun etmeliydim. Keşke tamamen kafama göre takılabilseydim. Başka bir nefes vardı burada ve biz de başka türlü bir nefes alıyorduk. Bana ruhani gelen havada hayatımda hiç hissetmediğim acayip güzel bir his ortaya çıktı. Satıcılardan söz etmeye başladı: “Ufak tefek şeyler satar gezgin satıcı. Bu işi at arabasıyla yapar. Yer yer takas yapar. Leğen verir, tavuk alır mesela. Çekirdek verir, yumurta alır köylülerden. Atları sever misin?” “Severim.” “Hiç bindin mi?” “Hayır.” “Baksana şu yıldıza. Ne kadar parlak! Yıldızları seyretmeyi severim. Her gece yaparım bunu. Odamın penceresinden ya da kapı önünden. Düşünsene, at arabasıyla gece yolda ilerliyoruz, gökyüzünde ay var. Takır tukur ediyor atın nalları. Tozlu bir toprak yoldayız. Rampadan ilerliyoruz, ağaçların arasından. Ağaçların kokusunu duyuyoruz. Çerçiyiz. Hayal et.” Sustu. Az sonra sordu: “Hayal ettin mi?” “Evet.” “Babama at al dedim. Siz varken ata gerek var mı dedi. Sizin boğazınızı zor doyuruyorum. Bizi eşya gibi görüyor, bu denilecek laf mı? Çok kaba bir adam babam. Tam dayaklık. Ayının teki. Bir de bunu derken gülmez mi?” “Takma kafana.” “Takmıyorum. Ama insan bazen gerçeği yitiriyor ve dibi boyluyor. Kafayı düzeltmenin yolu böyle aktiviteler. Burası iyi geldi sana, değil mi, kafan rahatladı mı? Sorunlarından uzaklaştın mı? Öte yandan sıkıcı gelebilir tabi. Müzik yok, kızlar yok, hareket yok. Doğa var sadece.” “Ben olsam buradan hiç ayrılmazdım. Varım yoğum burası olurdu ve buradan dışarı adımı atmazdım. Burası cennet olmasa bile onun gibi bir yer.” “Tabi acısını çekmedin. O yönü de var. Birkaç gün önce babamla çok pis bir kavga ettim.” “Neden?” “Boş ver, yeni bir şeyler yapmam lazım.” Yere eğilim bir avuç toprak aldım: “Bu toprak verimli mi?” “Tabi.” “İşte o zaman bu toprakla ilgili bir şeyler yap, ürün yetiştir. Kışın sera kurabilirsiniz.” “Toprak işi zor be dostum. Köle oluyorsun. Bitiyorsun, çalışmaktan enerjin kalmıyor.” Yerden beyaz bir taş bulup aldı. “Bu taşları kırıp birbirine sürtersen kıvılcım çıkar, bunlarla küçükken ateş yakmaya çalışırdık.” “Bu toprağı değerlendir, benim olsa değerlendirirdim. Bir karış toprağım yok. Olsaydı keşke.” “Şimdi takılıyorsun burada, buranın gerçeklerini görmedin ki. Toprak işi hiç yaptın mı? Tarım nedir, bilir misin?” Bilmem; ama yapan çok insan var. Bir işe girip bir adi adamın kölesi olacağına kendi toprağının başına, işinin kölesi ol.” “Birkaç ineğe bile bakmanın ne zor olduğunu bilmezsin. “Orası öyle. Sende azim yok bence. Sorun bu. İstesen yapamayacağın bir şey yok.” “Bak orasını doğru dedin.” Kamp alanına döndük. Ateşe odun attı. Ateş üstünde çay kaynıyordu, birer çay verdi, yanıma oturdu. Çayı karıştırıp bir yudum aldım. “Çay iyi geldi, bu arada babanla neden kavga ettin?” Bir süre düşündü: “Babamla hiç böyle kavga etmemiştim. Çok canımı sıktı. Evden uzaklaşmam lazım. Gidebileceğim bir yer yok. Şehir dışına bir yere gitsem iyi olacak. Antalya’da bir kız arkadaşım var. Barda garsonluk yapıyor.” “Kim bilir neler çeviriyor. Hiç yanaşma.” “Sevgilisi var, iyi bir kız. Sağlam bir kız, çok para ödeyen varmış gel bir gece beraber olalım diye. Kabul etmiyormuş. Antalya’ya gitmeme babam izin vermez ama. Sen geldiğinde bunu nasıl yaparım diye düşünüyordum Birkaç günlüğüne gidiyorum desem izin verir. Tamam, evden uzaklaşacağım, kendi hayatımı kuracağım. Günün birinde evi tamamen terk edeceğim. Bunu önce burada başarmalıyım. Birden şehir değiştirmeden önce pişmeliyim. Aksi halde kötü şeyler başıma gelir diye çekiniyorum. Kendimi kurtarayım derken dibi boylamak istemem. Endişem bu. Adam yaşadığı şehri terk ediyor, işsiz, geldiği şehirde de iş bulamıyor. Bunalıma girip ormanda kendini asıp öldürüyor, böyle haberler var. Böyle olmak istemem. İnsanlara şans ver, tatlı tatlı zorla. Uyum sağlamaya çalış. Müzakere et. Kendini kabul ettirmekle uğraş. Bıktım! Baktım olmuyor, o zaman bildiğimi okuyacağım!” Dişlerini sıktı. Şeytan gibi baktı. Korktum, onu hiç böyle görmemiştim. Sessizliğe büründü Seher, kısa bir süre geçmişti, bir ayak sesi duyduk. Korkuya kapılmıştı. Gelen Melek’di. Tavuk getirmişti, iri bir tava ve başka yiyecekler. Bıçağı aldı, tavuğu parçalamaya başladı, dedi ki: “Her gün tavuk yemek istiyorum. Ama mümkün değil. Deniz kıyısındaki villaların orada dolanırım öğle yemeği arasında. Adamlar bahçelerde mangal yakıyor. Mis gibi kokusu geliyor burnuma. Özellikle yaz akşamları yakarlar mangalı. Hava muhteşem, bahçe muhteşem. Güzel bir aile var, süs bitkileri ardında, güzel çocuklar, kızlar, seçkin baba, kibar anne. Bunlar pata küte kavga etmez. Ben yarım ekmek bir şey yerim, sonra geçip onları seyrederim, gezerim. Ben tavuk alıp yesem öyle tatlı gelmez, kendi yaptığın pis kokar, verdiğin mis kokar derdi babaannem. Böyle mutlu bir manzara içinde olmak istiyorum. Yemin ettim, müthiş hırslandım çalışıp para kazanıp öyle bir hayatı yaşayacağım diye. Zor. Bir düzen kurmak o kadar zor ki. Babam başarmış. Birileri başarmış. Biz doğmuşuz. Peki katiller, uyuşturucu bağımlıları, seks işçileri, hırsızlar, suç çeteleri, tecavüzcüler, deliler nerden çıkıyor? Bizim gibi ailelerin çocuklarından. Peki, biz ne çıkacağız? Asıl mesele bu. Ailelerimiz bize iyi davranırsa bizden kötü şeyler çıkmaz diye düşünüyorum. Konu felsefi noktalara gidiyor. Neyse boş verin, burada takılıyoruz.” Tavada tavuk pişmeye başladı. Melek bir sigara yaktı. Bana uzattı. Bir tane de ben yaktım. Seher de bir sigara yaktı. Şaşırdım. Seher’i kessen sigara içmezdi, hayret? Fena bunalımda demek ki. Melek bağdaş kurup oturmuştu, dedi ki: “Abla durum hiç iyi değil, söylemeyeyim diyorum, moralin bozulur diyorum; ama içimde tutmak da yanlış geliyor, şu babamın suratına bir patlatmak lazım. Tam ortasına. Çok sıkı bir yumruk, öyle ki başının çevresinde galaksinin döndüğünü görsün. Uçsun.” “Ne oldu?” “Mutfaktan sebze alıyordum, televizyon ışığında film izliyor, çayı koymuştum, olmuşsa getir dedi. Az sonra getiririm dedim, sonra çayı getirdim, koydum önüne. Annen de tavuk gibi yattı, yalnızım bu sefil filmi izliyorum. Otur birlikte izleyelim dedi, İşim var, kampa gideceğim deyince sesini yükseltti. Gece gece başınıza bir şey gelirse, nerden çıkardınız bu saçmalığı dedi, ne halt yiyorsunuz orada? Çadır kurdu ablam dedim, kafa dağıtıyor İsa’yla, s.çarım çadıra, derhal eve gelin. Annemden izin aldık, kafamıza göre kurmadık deyince sesini kesmek zorunda kaldı, iyi ne nane yerseniz yiyin, karışmam. İsa’yı severim, ona selam söyle, eğer o olmasaydı gelir orayı bir güzel dağıtırdım, dua edin siz. İzlediği film gotikti, oturup az izledim, ah keşke projeksiyon cihazı gibi bir şey olsa film burada izleseydik, gotik filmleri severim. Film güzelmiş baba, dedim, demek sevdin dedi, gidiyorum dedim; kızdı. Cehenneme kadar yolunuz var dedi, isterseniz eve hiç gelmeyin, ne yaparsanız yapın, umurumda değil. Gel sen de biraz takıl bizle dedim. Seher’in geçen gün dediği lafları henüz unutmadım. Günün birinde anne olacak. Evladı da ona aynısını yapar. Beddua etmiyorum dedi. Abla, geçen seferki kapışmadan dolayı halen öfkeli sana. Ondan özür dilesen iyi olacak..” “Özür dilemesi gereken o bir kere!” “Ama sana kafayı taktı. Dengesiz dengesiz konuşmuyor, haklıyım demiyor, kırgın olduğunu belirtiyor.” “Umurumda değil.” “Ne demişti ki?” diye sordum. Seher, dudaklarını büktü ve kızarak bana baktı, başını başka tarafa çevirdi: “Beni yalnız bırakın” dedi, “az uzaklaşın.” “Peki. Tavuklara bak, yanmasın.” Oradan uzaklaştık. “Ne söyledi babaya? Melek şöyle dedi: “Sen ne biçim babasın. Bir gün bir evden çekip giderim, bir daha yüzümü göremezsin, ölene dek de gelmem. Olmaz olsun senin gibi baba.” Seher ağlıyordu, yanına gittik, yaşları sildi, ne oldu, neden hemen geldiniz. Ağladın sen Yok, neden ağlayayım ki. Ama birden yaşlar boşaldı: “Ağır konuşmak istemezdim; ama öfkeyle ağzımdan onlar çıktı, ne yapayım.” “E özür dilersin. Konu kapanır.” “Tamam; ama nasıl?” “Merak etme. Ben ayarlarım.” “Nasıl? Ben onunla yüz yüze bile gelmek istemiyorum. Yüzüm yok, utanırım.” “Baba, gözlerini kapat, kollarını aç derim, sana bir hediye aldım. Az bekle derim, içeri sessizce girersin. Aniden ona sarılırsın. Ezik bir sokak köpeği gibi yaklaşacaksın. Küçükken yaptığın gibi. Yarın yaparız.” Güldüler. Seher dedi ki: “O zamanlar başkaydı. Çocuktuk, ona tapardık, genç kızlık sorunları yoktu. Bizi traktörle yola dondurma almaya götürürse sevinçten havaya uçardık. Biz büyüyüp dondurma almaya gider olunca işler değişti.” Seher, tavuklara baktı çatalla: “Az sonra pişer bunlar.” Melek salata yapmaya girişti, bana bir domates attı öteden: “Yakala.” Yakaladım. “Bizim bahçenin domatesi, kokla.” Kokladım. Domatesi yemeye başladım. Melek dedi ki: “Abla çok merak ettim, söyler misin, evden nasıl çekip gideceksin?” “Sana ne!” “Evlenip gidersin, başka çaren var mı, ama evlenmekte gözün olmadığın çok açık, başka türlü evden nasıl çekip gidersin? “Zamanı gelince gidelim.” “Biriyle mi kaçıp gidersin, babam seni mahveder.” “Sen kafanı yorma. Çalışır ederim, giderim.” “Nasıl iş bulacaksın, üniversite diploması yok. Hiçbir şey yok. Sende o kafa yok.” “Bilmiyorsun canım.” Melek güldü: Peki nasıl? Bu işin, yani evi terk etmenin bir planı, önce fikri alt yapısı olması lazım, değil mi?” Hak etmediğim çok şey yaşadım. Gizli gizli ağladım. Baskıya uğradım. Kendim olamadım. Hayallerim var. Özgürce yaşamak istiyorum. Bu yüzden kaçar gider, hayatımı istediğim gibi yaşarım.” “Güzel laflar; ama babam darmadağın eder bu lafları. O az gelişmiş adama sökmez böyle laflar. Yer seni çiğ çiğ. Uğruna ölür. İzin vermez, ölür ama istemediği şeyi yapamazsın ona.” “Canım birini bulurum, evlenirim, her şey anlaşmalı. Çekip giderim. Sonra orada boşanırım.” “O kadar delirmiş olamazsın.” “Üniversiteyi kazanırım, mezun olurum, iş bulurum, sınavlara girerim, bir yere atanırım, devlet memuru olurum.” “Beni yanına alır mısın? Canım benim, yaparsın sen kafaya koyunca, ben inanıyorum sana!” “Sen ne kadar yalakasın ya.” “Beni geç, yapabilecek misin?” “Elbette. Bu evde, burada kalarak asla gelişemeyiz. Bu şehri terk etmemiz şart. Büyük sanatçılar hep öyle yapmış, ressam adı neydi hatırlayamadım, ilk resimlerini kaldığı handa satmış, insanlar şanslarını aramak için yaşadıkları şehri terk ederler.” “Bir suç çetesi, fuhuş çetesi eline düşersen, uyuşturucuya alıştırırlarsa seni?” “Onlar filmlerde olur.” “Bak abla, en iyisi sen çılgın fikirlere kapılma.” “Nasıl yani, ne peki?” “Aysel abla da çekip gitmek istedi. Kaçtı gitti bir adamla. Sonra boşandı. Kaldı bir başına bebeğiyle, çok acı çekti, bir daha evlenemedi. Sakın erkeklere güvenme.” Melek, ayağa kalktı: “Az işim var, geleceğim.” “Ne işi? Sırra kadem basmaya mı?” “Aynen. Perilere dikkat edin, gelip sizi kaçırmasınlar.” Bana el etti; “senle biraz bir sohbet yapalım.” Onunla uzaklaştık kamp alanından. “Ablam evden kaçacak belli ki. Nereye?” “Bilmem.” “Bilirsin. Sana anlatmıştır. Dostusun.” “Anlatmadı.” “Anlatır, bana söyle olur mu? Onun beynine birileri girmiş olabilir. Ona zara verirler. Kaçışa dair ağzından laf alabilir misin?” “Bilmem.” “Alırsın alırsın. Bana söylersin.” “Denerim.” “Yoksa onun kaçmasına sen mi yardım edeceksin?” “Hayır.” “Kafa kafaya kaçma planı yapmış olabilirsiniz. Bugün bize gelmen garip.” “Bunun altında bir şey arama.” “Ararım. Onun başına kötü bir şey gelirse, kaçarsa seni oyarım, babam da oyar ayrıca.” Sinirlendim, gülerek dedim ki: “Paranoya yaptın. Düşündüğün gibi değil.” “Umarım.” “Kaybol! İşim var” dedi, dilenci ya da köpek azarlar gibi. “Peki.” “Çirkinleşme” diyecektim, ses etmedim, tartışma çıkardı, çocukluğuna verdim, hem burada misafirim. Ayrıca onu kırmaktan çekindim. Güzel, saf bir çocuk. Aramız bozulmasın, onda güzel şeylerin olduğunu hissetmiştim, derinliklerinde. Bir aile trajedisi içine düşmek istemem, kabak başıma patlarsa iyi olmaz, bizimkiler mahveder beni. Seher’e dikkat etsem iyi olacak, bu gece sadece, yarın evdeyim. Bir sıkıntı çıkmasın aman, gece güzel bitsin. Başım belaya girmesin. Melek çok rahatsız edici konuşmuştu. Ama onun açısından düşündüğümde ona hak verdim. Kız kardeş elbette canı gibi sevdiği ablasını korur, bu konuda paranoyak olabilir, ben güven sağlamalıyım, gerekeni yapmalıyım. Ama ben aile terapisti değilim, akıl ve ruh sağlığı uzmanı değilim, kabağın başıma patlayacağını fark edersem basar giderim buradan, kaçarım canım. Kamp alanına varmıştım. Gergindim. Seher bana tatlı tatlı gülümsedi. Ne iyi geldi! Melek’le aramda olan sohbeti ona anlatacaktım, caydım, Meleğin dediği gibi ya Seher birinin yardımıyla kaçma planı yapmışsa? Kirli geçmişi olan biriyle, köyden biriyle mesela, onu mahvedecek bir adamsa bu, aklıma şu geldi. Dolandırıcılık yapmış bir genç kız. Para toplamış filan. Aranıyordu. İnsan kaçakçılarından yardım alıp ülkeyi terk etmek istemiş, onlarla anlaşmış, sınırda bir yerde, ormanda parası çalınmış, tecavüze uğramış ve öldürülmüş. Seher’in şu kaçma meselesinin iç yüzünü öğrenmeye karar verdim, diyelim kaçtı gitti, ertesi gün ölüsü bulundu, en son kimle görüştü, ben, polis evden alır beni, yerin dibine geçer annem, babam. Biri de iftira ederse; işim bitik. Ailesi kızlarının kaybetmenin acısıyla ciğerimi sökmek ister. Kızları ölürse hayatı bana zindan ederler. Az sonra Melek geldi. Bana göz kırptı, sağ omzuma dokunup yanına oturdu: “Kaba olduysam kusura bakma.” “Sorun değil.” Tavadaki tavuktan alacaktı. “Az soğusun, ağzın yanar” dedi Seher. Melek, tavuktan iri birkaç parça aldı, koca ekmeğini arasına koydu, salata ekledi, kalktı. “Nereye?” “Az dolaşacağım.” “Ne oldu?” “Gelirim; canım bir şeye sıkıldı.” “Bak dikkat et kendine. Gece gece.” “Sen merak etme.” “Çabuk gel.” “Peki. Az yalnız kalmak, düşünmek istiyorum, gece çok güzel, bırak kişisel romantizmimi yaşayayım.” Melek, gözden kayboldu. Tavuğu yemeye giriştik. Tam bu esnada bize doğru yaklaşan ayak sesi duyduk, korkuyla irkilip dinlemeye koyulduk, sesi, hareketi kesmiştik. Otların, toprağın üstünde ilerleye ayakkabı sesi, yerdeki kuru çalılar kırılıp çıtırdıyordu. “Kardeşim, aklı sıra bizi korkutacak.” dedi Seher. Yemeğe devam ettik; ama Melek ortaya çıkmadı. “Melek, ortaya çıksan iyi edersin.” Yanıt gelmedi. “Git bak şuna; alıp getir.” Kalkıp o yöne doğru ilerledim, yavaş hareket ediyordum, onu korkutmayı planlıyordum, bunu ömrü boyunca unutamazdı herhalde. Oralarda dolanıp bakındım; ama Meleği bulamadım. Saklanıyor, neyse diye düşündüm, kamp alanından epey uzaklaşmıştım, bir el sırtıma dokundu, korkuyla öne sıçradım ve arkama baktım, elinde balta olan bir kızdı bu, yüzü kanlıydı, koşarak kaçtım. Kamp alanına gelmiştim nefes nefese. “Yüzü kanlı eli baltalı bir kız gördüm!” “Başka?” “Şaka yapmıyorum.” Ayak duyduk, ses çok yakına gelmişti. Eli baltalı kız göründü, bize yaklaştı yavaş yavaş. “Zuhal bu” dedi, Seher. Zuhal, baltayı omzuna koymuştu, geldi yanımıza oturdu, üstü başı perişandı, eteğin bir kısmı yırtıktı, toz toprakta yuvarlanmış gibiydi. “Zuhal bu hal ne?” “Savaştan mı çıktın? Yüzüne ne oldu, yaralandın mı?” “Hayır.” “Yüzün fena. Ne oldu? O kan nedir, neren kanıyor?” “Birinin kulağını kopardım?” “Arada ben de yapayım. Kafamı bozan çok.” “Şaka mı sandın? “Geç bunları.” “Ciddiyim.” “Nasıl kulak kopardın o halde?” Baltayı kaldırdı omzundan, uzattı: “Bu baltayla.” “Söyle bakalım, Melek nereye saklandı, biz yemeyiz böyle şakaları?” “Sen neden söz ediyorsun?”dedi Zuhal, “ben sana kulak kopardım diyorum.” “Biz de yemedik diyoruz… Elini yüzünü yıka gel.” Zuhal, elindekini aniden fırlattı, o şey tavanın içine düştü, kesik bir kulakmış! Seher, çığlık attı. “Bu gerçek mi?!” “Elbette. Gökyüzündeki ay kadar gerçek. Dokun bak Ben sana kulak kestim diyorum, zevzeklik yapıyorsun, ses tonunu Seher’in sesine benzetmeye çalıştı: “Hı, evet, şurada şaka ekibi var, kameralar şurada, ekip arkadaşlarımız. “ “Kızım manyak mısın sen?! Yemeğin içine neden attın onu!?” “Özür dilerim, çok vahşi bir gece geçiriyorum, sinirlerim çok bozuk.” “Yok, o kulak sahte. Melek’le kurguladınız bu şakayı.” “Al incele.” Elini uzattı korkarak. Bir parmağıyla dokundu kulağa. Dokunur dokunmaz elini çekti: “Bu gerçek gibi be!” Zuhal, kanlı kulağı tavanın içinden aldı. Küçük çantasından bir poşet çıkardı, kulağı poşete koydu. “Çok acıktım, çok enerji harcadım.” Tavuktan çatalla bir parça aldı, yemeye başladı, tuz nerde?” Tuzu ona verdim. “Siz neden yemiyorsunuz?” diye sordu. Şaşkınlıkla ve dehşetle onu izliyorduk. “O tavuk yenmez artık” dedi Seher, “Midem bulandı.” “Sorun olmaz dedim, kan bulaşmadı, tavuk ziyan edilemez.” Kulağın gerçek olmadığını sezdim. “Bu kulak kimin kulağı?” dedi Seher. “İtini birinin.” “Kulağı neden yanında taşıyorsun.” “Bir fare, kedi kulağı yiyebilir. Kulak yerine dikilebilir.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |