Anlamak beğenmenin başlangıcıdır. -Spinoza |
|
||||||||||
|
Gökyüzü binlerce yıldızla dolu, her gece çığlık atıyorlar. Onlara sessizce bakmaya fırsat yok. Fırsat olsa da insanın içinde huzur yok. Yapılması gerekenler bir türlü bitmiyor ve huzur denen şey çoktan uçup gitmiş hayatımda. Eskiden işler iyiydi. Lise bitmeden önce, çok eskiden… Onu yap, bunu, yap, sürekli bir şeyler, sürekli işler, pis ve çok zor işler, (gökkuşağı renginde mücadeleci bir at olmam lazım sanırım) can sıkan şeyler, oturup sohbet edebildiğin, gerçekten sohbet edebildiğin kimse yok. Bu ne biçim hayat; ama sürdürmek zorundasın, her geçen gün daha bir sıkıntı, umutsuzluk ve yılgınlık. İnsanı hayatta tutan umut, yeni heyecanlar, farklı şeylerdir. Ağır iş yükü beni ezip ruhumu sömürüyor, bıktım. Katlanmak zorundasın. Ama boğuluyorsun. Buralardan kaçıp gitmek istiyordum, ama şehir dışına çıkmak korkutucuydu, hiç denememiştim, sevdiğim şeyler bu kentteydi. Aslınca cesaretim olsa ipini kıran köpek gibi basıp giderdim buralardan. Temmuz sıcağıydı, sahil yolunun kenarında, villanın önünde, kaldırımda çukur kazıyorduk, usta aşağıdaydı, kazma sırası ondaydı ve ben yukarda bekliyordum, kaldırımdan iki şık kız geliyordu, süslü püslü kızlardı, hippi kızları gibi tatlı giyinmişlerdi. yaklaşıyorlardı, beni bir rüya alemine sürüklediler bir anda. Bu sıcakta ben ameleydim, onlar ise ellerinde dondurma külahı gülerek konuşarak ilerliyorlardı, kızlar tanıdık geldi gözüme, daha dikkatli baktım, bunlar ortaokuldan arkadaşlarımdı. Yaklaşıyorlardı. “Sıra sende” dedi ustam. Merve şöyle dedi: “Aaa! bak çukur kazıyorlar. Çekelim şunları, hatta birlikte çekinelim, zavallılar bu sıcakta dağdaki keçi gibi kavruluyorlar. Vallahi bravo!” Nurgül şöyle cevap verdi: “Bırak şimdi. Uygun olmaz.” “Şunlarla sohbet edip dondurma ısmarlasak. İçleri ferahlar. İçim acıdı.” “Ay saçmalama be, yürü!” “Yok; ben bunları çekmesem ölürüm, hatıra kalsın. Bu sıcakta yapılacak iş değil bu.” “Bu işi birileri yapmak zorunda. Hayattaki en asil insanlar. Bunda ilginç bir şey yok ki.” Merve, cep telefonu çıkardı: “Var canım. Bari uzaktan, onları rahatsız etmeden çekeyim, sen öne geç, seni çekiyormuş gibi yapacağım. Abim olacak o miskin eşeğe göstereceğim bunu, bu adamlar nasıl azimli çalışıyor. Örnek alır belki, ibret alır belki.” Bizi çekmeye geliyorlardı, panikledim: Meraklıyızdır ya, dozer bir yeri eşer, cep telefonlarını çıkarıp çekerler, yangın olur aynı, biri binanın tepesine çıkar intihar etmek için aynı, bir kavga olur yine çekerler, bir yangın olur cep telefonlarını çıkarıp aval aval çekerler. Merve: “A İsa sen misin, demek kavuran sıcakta çukur kazıyorsun?” Merve içinden: (okulda pek havalıydı, üç beş kuruşa asla köle gibi çalışmam derdin) “Eh, öyle. Başka bir iş bulamadım, boş durmaktan iyidir. (Çevrede kafelerden yüksek müzik sesi geliyor, kızlar yüksek sesle konuşuyor) Nurgül: Tabi canım, adamsın, bu işi herkes beceremez. Nurgül içinden: (bir kez tartışmıştık, yüksek profilli güzel bir kariyer yapacağını söylemiştin, büyük şirketler peşinden koşacaktı, bu muydu? Kaldırım mühendisi) Tanış, dost ya da çok yakın olup da insanların birbirlerine, gözlerini içine baka baka diyemediği milyon şey olur, onlar insanın içinde kalırlar hep. Kızlar bize çok yaklaşmıştı, tanıdık biri onları fark etti ve ayak üstü sohbete daldılar. Bize doğru geliyorlardı. Ben o diyalogun yaşanmasını istemediğim için harekete geçme hazırdım, ya da onlara sırtımı dönüp görünmez adam olacaktım. Beni tanımalarından çok korkuyordum, kaçmaya karar verdim. Ali abi benden bu kadar, ben gidiyorum!” dedim korkarak, sinirli biridir. Kafana bir şey fırlatabilirdi. “Ne oldu koçum, neyin var?” “Gitmem lazım.” “Nereye ulan?!” dedi Ustam. “İstifa ettim.” Söyleniyordu, küfür ediyordu, gülümseyerek oradan sıvıştım. Zaten bir haftadır para verdiği yoktu adinin. Verir umuduyla çalışıyordum, vermeyecekti. Parasal sıkıntıları vardı, alacaklarını alamıyordu. Villanın arkasında üstümü giyip kızların peşine düştüm, içime bir şenlik bırakıp gitmişlerdi, ne yazık ki yoktular, çoktan gitmişlerdi. İlerledim; ama onları bulamadım. Çok üzüldüm, o kızlarla aram çok iyiydi. Çok güzel günler geçirmiştik onlarla. Canım çok sıkıldı bir anda. Bir daha böyle pis bir iş yapmamaya karar verdim. Açlıktan ölsem bile. Bu ülkede de açlıktan kimse ölmez. Akşam eve gidince annem sordu soruşturdu, işten çıktığımı duyunca yüzü asıldı, tabi bu durum sonra babama yansırdı, evde boş duranı abim de sevmez. Bulurum başka bir iş, babam çok zengin değil, iş yerleri yok. Bakarım başımın çaresine, evden kovarsa da giderim, ne yapayım. Bunu da yapmaz; ama yapacağı gün gelecektir, onlarla kötü olmayı, ters duruma düşmeyi hiç istemem. Annem kimi telkinlerde bulundu, yeni bir iş bakacağımı söyleyerek onu tarafına çektim, onu avuttum. Ertesi gün gidip ustamla görüştüm, neden işi aniden bırakıp gittiğimi ona izah ettim, “insan işinden utanmaz, ekmek parası bu” dedi, çok sıcak davrandı bana, işi bırakmayayım diye yalvardı, çalışacak adam bulamıyordu, ben de ona yalvardım paramı versin diye, 7 gün çalışmama karşılık 50 lira alabildim sadece. Parası yokmuş. Sonra verecekmiş filan falan. Her neyse, uzatmak istemedim. “İstediğin zaman gel” dedi, seni severim, iyi çalışıyorsun.” Tesisatçı dükkanından çıktım. Sahile indim, kakaolu ve sütlü bir dondurma aldım, kara kara düşünecek değildim, hep böyle olur ve yeni bir fırsat çıkar. Düşünerek canını sıkan biri olmamayı, vurdumduymaz olmayı çok isterdim; ama böyle biri olamıyorum, bütün dert ve sıkıntılarına rağmen rahat rahat takılan gençler vardır, sorunları kıyamet gibidir, gülüp eğlenip dostlarıyla şakalaşıp gezip tozarak gününü gün ederler. Aile sorunları, başka sorunları vardır; ama kafaya takmazlar, şu sorunu çözeyim, mücadele edeyim diye yoğunlaşmazlar, sorumluluk duyguları yoktur çünkü, akışa göre hareket ederler, ben böyle biri değildim. Ben sorunları ve yaşamayı fazla ciddiye alıyordum. Çünkü ailem baskıcı ve disiplinliydi. Mesela birini pataklayıp karakolluk olmadım, olsam felaketti. Duygusal, kendi halinde, terbiyeli, kötülükten uzak durmaya çalışan, içe dönük, korkak, duygu ve heyecanlarını, hayallerini hayata nakşedemeyen, yeni şeyleri merak eden basit bir gençtim. En önemlisi her genç gibi en çok dostlarla vakit geçirmekten hoşlanan biriydim. Ne yapacağını bilemeyen bir gençtim, hayallerim de yoktu, bir iş yapmam lazımdı, benden eve para getirmem, bir sorumluluk sürdürmem bekleniyordu. Para herkesin çok sevdiği bir şeydi, onu kazanırsan değerliydin. O zaman el üstünde tutulurdun, senle gurur duyarlardı; haklılar. Parayı kim sevmez. Ama o baskı mahveder insanı, bir şey yap, para kazan, yolunu çiz. Peki, hayattaki yolum ne? Bunu nasıl bilebilir ya da bulabilirim ki. Annem dindardır, “içindeki güzellik ve iyilikleri koru der, arkadaşlarına dikkat et” der. Babam iyi biri; ama sert, sinirli; ama siniri de çok çabuk geçer, verdiği hasarı hiç düşünmez. Annem son derece yumuşak ve gül gibi candan, bu ülkede böyle milyonlarca aile var. Yeşil gözlü babamı kendimi bildim bileli severdim, onun gibi yakışıklı, onun gibi yeşil gözlü olsaydım keşke diye düşünürdüm. Bir gün arkadaşlarımdan biri kapımıza gelmiş, babamı ilk kez görmüştü: “Ne kadar yakışıklı bir baban var” demişti. Kafamı dağıtmam gerektiği açıktı. Eh, elim, varlığım mahkum, yeni bir hamallık işi bulacağım kesindi; ama bulmadan önce kendimi rahatlatmalıydım, kafama göre takılmalıydım. Mahalledeki sap saman erkek arkadaşlarımla takılmaktansa…Her biri ayrı dert. Ruhumu sıkarlardı. Yok başka birileri… (tabi iyi gelenleri de var) Seher ve Pınar’la görüşsem iyi olacaktı. Otobüse bindim. Otobüsten yarım saat sonra indim. Burası kırsal bir bölgeydi. Bir yol kıvrılarak tepeye ilerliyor ve yokuş derecesi git git artıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Durdum nefeslenmek için ve çevreme şöyle bir baktım. Sevdim buraları, insan yoktu. Doğaya karşı kendimi bildim bileli bir açlık, özlem vardı içimde. Eve yaklaşmıştım. Basit bir köy evi, tek katlı. Bir balkonu camekanlı. Issızlıktaki yamacın düzlüğüne kurulu evin yoluna sapınca kapı önünde bağlı duran kangal cinsi köpek havlamaya başladı. Buraya ilk kez geliyordum. Seher’le muhabbet ettiğimiz bir gün gelirim diye adresi, buraları güzelce tarif etmişti. Birkaç kez buraya gelecektim hesapta; ama birtakım işler ve engeller çıkmış, gelememiştim. Seher, buraları çok güzel anlatırdı. Mesela kış günü bir gün küçük göle girdiğini, hasta olduğunu, kümesten bir tavuk kesip pişirip yediğini. Gece yarısı hasta ineğe ilaç vermek için kalkmış…Babasıyla tavuk kümesini onarmış. Bahçeden salatalık toplamış. İnek sağmış. Onun böyle hikayeleri çok hoşuma giderdi. Köyde geçen basit ve günlük olaylar bana ilginç gelirdi. O anlatırdı, zevkle dinler, sorular sorar ve sonra yalnız kaldığımda anlattıklarını kafamda film gibi oynatmaya başlardım, bayılırdım buna. Onun köyüne, evine, ailesine dair günlük olayları bu beni muazzam mutlu ederdi. Bu evi görür görmez sevmiştim, içime bir ışıltı düşmüştü. Sonsuza dek burada kalabilirdim. Ama burada insanın deli eden bir sakinlik var, delirten sessizlik. Anlaşılan bana garip gelen bu şeye, (belki de dinginliğe demeliyim) bu atmosfere alışmam lazım. Ama fazla kalacak değildim burada, eve dönmem lazım, sorunlarımı çözmem lazım. Küçük bir kaçamak değişiklik, eski dostlumu görmek bana iyi gelirdi. Uzayda geçen filmleri severdim, yeni bir gezegene inen astronotlar gibiydim, Ay üstünde yürümek mesela, bu ilginç bir duygu olsa gerek, bunun gibi, kırbaç gibi tatlı bir his vardı içimde. Eğilip toprak yolun kenarındaki bir çiçeğe baktım, evet, büyüleyici şeyler sessizdir, gürültü patırtı yapmazlar, bizim orada ise deli eden kent gürültüsü vardır, keşmekeş. Balkonda çay içme keyfi bile gerçekleştirirseniz birilerinin çıkardığı gürültüleri dinlemek zorundasınız. Yoldan toz kalkar, kireç gibi sizi kaplar, o yüzden balkonda takılacaksam gecenin en geç saatlerini seçerim. Geç bir saatte bir bira içmiştim balkonda, yoldan bir araç geçmişti, çöpün yanına kireç torbası atmışlar, kalkan kireç balona doldu, üstümü başımı sardı, hiç umursamadım, adam biraz gülüp bunu tutup kusura bakma türünden el etti, “teşekkür ederim dostum” dedim içimden. Kibar adammış. İyice beyazlamıştım kireçle. Annem tuvalete kalkmıştı, bana bakmak için balkona girecekti, hayalet gibi iki kolumu kaldırdım, geri bir ikildi korkarak… Yaz gecesi camı açarım, yoldan geçen araç sesleri içeri dolar, Şehrin merkezi sıkıntılıdır bu bakımdan. Neyse ki annemin apartmanların arasına sıkışmış olsa da küçük bir bahçesi var, stres attığı. Gayretle çalışır, bir bardak çay alıp yanına, toprağa oturup onunla sohbet ederiz, iyi olur. Buranın sakinliğini sevdim, “Seher demek bu evde yaşıyor” diye düşündüm, hikayelerini dinlediğim evi görmek eski bir dostla yeniden kavuşmak gibi güzeldi. Bir anda çok sevdim burayı. Bir süre sonra yine gelirim, umarım beni sever ailesi. Annem evde daralınca komşu kadına sohbete, çay içmeye gider, akraba ziyaretine. Benimkisi de bunun gibi bir şeydi işte. Benim gidecek bir köyüm yoktu, beni severlerse yine gel derler umarım. Ortamı belki de beğenmeyeceğim, ne bileyim. Belki de onlar beni sevmez, beğenmez, umarım iyi şeyler yaşarım burada diye düşünürken çok heyecanlıydım, Seher beni görecek, ne tepki verecek diye. Burada biraz kafa dağıtıp bir iki saat..sonra eve dönerdim. Eve çok yaklaşmıştım. Kapıda zincirli köpek havlıyordu öfkeyle. Evden kavga sesleri geliyordu. Anlaşılan burada da bir dram, anne kız kapışması mevcuttu. Geri mi dönsem diye orada sıkıntıyla dikilirken cama Seher çıktı. “Yolunu mu şaşırdın? İsa sen misin? Yanlış görmüyorum, değil mi?” Güldü. Benim. Hızla yanına geldi. Gözlerinin içi parlıyordu. El sıkışma, yanaktan öpüşme yok, Seher sevmez böyle şeyler. Bunları cıvıklık olarak görür. “Burayı nasıl buldun?” “Yağmurlu bir gündü. Sahildeydik. Aynur da vardı. Apartmanın altına sığınmış çekirdek yiyorduk. Yağmur aniden başlamıştı ve gezintimiz başladığı sırada bitmişti. Hava çok soğuktu. Annene kızmıştın bir sebepten, onun hakkında atıp tutuyordun.” “Hiç hatırlamıyorum.” Güldü. Evin önündeki asma altına geçtik, masaya kurulduk, burası gölgeydi. “Evde bir sorun mu var? Baban seni evden mi attı?” “Yok.” “Öylesine uğradım. Yanlış zamanda geldim galiba; gideyim.” “Olmaz öyle. Yemek yeriz, çay içeriz, bir şeyler yaparız, bu kadar yol gelmişsin. “Kafayı dağıtırım diye düşündüm, dolaşmaya çıkmıştım, evden uzaklaşmak istedim, her şeyden.” “Sorun mu var?” “Yok; normal şeyler. Ciddi bir sorun yok.” “O zaman sevindim. Seni gördüğüme de çok sevindim. Köy yeri işte burası dostum. Renkli bir şeyler yok. Sıkılırsın. Kafayı burada dağıtır mısın, sıkılır mısın bilemem.” “Eviniz güzelmiş.” “Eh, güzeldir. Her evin derdi vardır ama.” “Akşamları, geceleri burada çay içmek güzel olur.” “Akşama kalırsın, yaşarsın.” “O kadar kalamam. Sen nasılsın, hayat nasıl gidiyor?” “Benim de kafayı dağıtmam lazım. Daraldım. Buranın dışına çıkmam lazım.” Bu duyduklarım beni çok rahatlatmıştı. Güzel yeşil havayı içime çektim, esintiyle sıcak hava dalgasını. Başımı şöyle bir çevirdim etrafa “Çok iyi, çok iyi. Cennet burası.” Çocuk gibi güldü: “Ben çay yapayım” dedi. Seher. İçeri gitti sevinçle, koşarak. Hemen sonra annesi Sevim teyze göründü, korktum, çekindim, ne diyecek acaba diye. Ters zamanda geldim ya, ya bana çatarsa, ne bileyim. Kızı için eve gelen erkekten haz etmeyebilir, etmez zaten, bilirim ki gelmişsem benden başkası da gelmez. Seher, şehir içindeyken annesiyle geziyordu, erzak alacaktı, ilk o gün gördüm annesini, zayıf, gözlüklü, yeşil gözlü bir kadındır. Oradan 10 dakikalık bir sohbetimiz, samimiyetimiz ve benim ona büyük hürmetim vardır. Çünkü Seher kaliteli, çok sevdiğim bir kızdır. Onu cisimleştiren kadın da elbette çok değerlidir, hürmeti hak eder. Sevim teyze yanıma oturdu. Annemle, ailemle, benle, ne yapıp ettiğimle, gelecekteki hayallerimle, yapacaklarımla ilgili sorular sordu. Sonra havadan sudan konuştuk. Sevim teyze güzel karşıladı beni, sıcak ve samimiydi. “Seher de bir antikalık var, farkında mısın?” dedi, bu ara azdı?” “Bilmem” dedim. “Genç kızdır; olur, sende de vardır antikalık. Yapma canım. Doğru söyle?” Esprili bakıyordu, gözlerinin içinden sempati fışkırıyordu. Kendimi tutamadım. Güldüm, ciddiyetimi bozdum: “Vardır.” Sinirli; ama çaktırmıyordu bence. “Peki” dedi, derin bir nefes aldı, “dengele şu kızı, öğüt ver, sen onun dostusun, seni çok sever.” Sohbetten beni imtihan ettiğini hissettim, bunu çaktırmadan yaptı, akıllı kadın, tabi, eve geleni imtihan edecek, belki kızını kandırıp kaçıracağım, dikkatliydi. Belki de paranoya yaptım. Sanırım. Kesinlikle paranoya yaptım. Melek gibi biri o, nasıl böyle düşündüm! Seher, bir bardak çay getirdi, ben onu ağır ağır içerken; adeta bir transa girdim, düşüncelere, hayaller daldım, ikinci bardak çayı içiyordum, patates kızartması kokusu duydum, sonra bir de baktım, masaya geldi kızartma. Seher, masayı donatıyordu. Bir tabakta doğranmış biber, domates, salatalık, diğer tabakta peynir, zeytin, incir ve erik reçeli. Haşlanmış yumurta. Yoğurt kaymağı. Turşu (yeşil fasulyeden) kavurması. Çökelekli yumurta ve köy ekmeği. (elektrikli fırında pişmiş). Evin önündeki çeşmede elimi yüzümü yıkayıp sofraya oturdum. Ekmeğinin tadı inanılmaz güzeldi. Yok böyle bir ekmek! Sevim teyze de masaya geldi, az yedi bir şeyler, bir bardak çay alıp eve girdi. Anlaşıldı, bizi baş başa bırakmak istiyor, rahat konuşalım diye, kendini fazlalık hissetti, çok haklı. “İyi ki geldin. Gecem berbat geçiyordu, berat bir filme takıldım can sıkıntısından. Sonra düşünüp durdum kötü kötü. Daral geldi. Ve takma kafana, boş ver dedim, geceyi seyrettim odamın açık penceresinden, içime huzur geldi. Sonra pencereden ayaklarımı sarkıtarak oturdum. Yıldızlara bakıp dalıp gittim, güzel şeyler hayal ettim, hayatım çok değişecek, bunu göremedim; ama bunun böyle olması için büyük bir gayret, yenilmez bir mücadele sergileyeceğim dedim kendime. Yıldız dolu gökyüzü iyi hissettirdi, kendimi motive ettim. Yakında bir cırcır böceği ötüyordu, harikaydı!” Aniden deli gibi güldü. “Geleceğim düşündüm. Bu aralar evde çok sıkıntılıyım, her gün bir olay, sabahları geç kalkıyorum. Bu ev delirtir insanı. Aslında evde her gün fındık kabuğunu doldurmayan sebeplerden kavga çıkması da çok faydalı.” Yine güldü uyuşturucu almış gibi. Bağıra bağıra söyledi, bir taşkınlık, bir coşku haline sürüklenerek söyledi: “Neden sence? Boşa mı konuşuyorum, ben boşa konuşmam. Evde kavga çıkması çok faydalı dedim, neden sence?” “Bilmem.” “Neden sence?” “Bilmem.” “Ya bir sorsana! Beynin mi dondu, yoksa sen de mı donmuş gezegendensin,” (güldü) “düşün?” Az düşündüm: “Neden? Çünkü monotonluğu bozar kavga, sürgit karanlık ruh halimi darmadağın ediyor.” Sevim teyze bağırdı mutfak penceresinden: “Tabi canım.” “Annem bizi dinleme. Çok ayıp. İşine gücüne baksana!” Secim teyze bir elini sinek kışlar gibi sallayıp içeri kaçtı. Sevim teyzenin şu sözü içimde zıpladı: “Dengele şu kızı, öğüt ver, sen onun dostusun, seni çok sever.” Bana demediği neler var kim bilir?: İş yapmıyor, hayattan umut kesmiş. Hep tv izliyor. Sabaha kadar. Evlenecek, bir hayatın olacak diyorum, asla evlenmem diyor.” “Çalışsan iyi olur.” “İş güç yok; ne yapayım.” Ona inanmıyorum, annesi tarafındayım. “Tavukları bile yemlemiyorum, işin açıkçası.” “Sebep ne?” “Hayata bağlayacak hiçbir şey yok, aptal; ama iyi yürekli bir sevgili bile yok. Haliyle insan bunalıma giriyor. Olsa diye değil; hayatımda bir hareket, renk yok. Sonra hiç konuşmadı, ben de bir şey söylemedim, üzgündü, ağlayacak gibi üzgündü. Ağlamak istiyor; ama gözyaşı yok. Sıkıntı içine hapsolmuş ve dışarı çıkacak kanal bulamıyordu sanki…biraz daha iç dökerse ağlayacağından çekindiği için susmuştu. Karnımız doydu. “Sofrayı toplayım sen çayını iç.” Üzgün sesle dedi bunu, baştaki sevecen, coşkulu hali yoktu. Sofrayı toplamaya başladı. Kap kacağı içeri götürüyordu. İçerden kavga tartışma sesleri geldi. Seher delirmiş gibi bağırıyordu annesine. Yırtıcı biçimde, çığlık gibi. Korktum. Annesi de geri kalmıyordu. Kaçıp gitsem buradan diye düşündüm, bana yansımasından korktum. Tartışma; “reçel kavanozunu neden kapamadın?” da çıkmıştı, reçel yere dökülmüştü. Reçel ölmedi ki, intihar girişiminde bulundu, azcık döküldü, konuyu büyüttün anne, hırsını böyle alamazsın anne, bu çok yanlı, bu çok yanlış!” Beri yandan içimden güldüm. Evin kedisi herhalde, öteden bana baktı, çağırdım, yanaşmadı. Mutfak camına atladı, o sırada bir terlik attı biri. Kedi ciyaklayıp kaçtı. Az öteye gitti, ona yanaştım. Oralı olmadı. Bir kuş gördü, sinsi sinsi yanaştı. Kedi beceriksizce tutumu yüzünden kuşu kaçırmıştı, sonra yanıma geldi, bana bir bakış attı ve başka yöne çevirdi bakışlarını. Bana bakmamak için; yani benle göz göze gelmemek için çaba içindeydi sanırım. Ben de aynını yapıyordum, birden başımı ona çevirince bana baktığını fark ettim;, beni çözmeye çalışıyordu herhalde: “Yakaladım seniii!” Seher, yanıma geldi kollarını sallaya sallaya. Karşıma oturdu: “Gördün… Her şey aynı. Her gün. Bu insanı mahveder. Ve baskı olursa insan zıvanadan çıkar. Ve insan kendini rahatlatacak şeyler arar. Yeni bir şeyler yapmam lazım, bu evden uzaklaşmam lazım. Kız işsiz güçsüz olunca çatacak yer arar, anne kız kapışır en ufak sebepten. Biz sık vuruşuruz, (gülerek diyor) çok sürmez barışırız.” Ama bak bir gün beni çok ararlar, bulamazlar, çekip gideceğim, eşek gibi çalışacağım; ama kendi evimde oturacağım. Bunu da nasıl yapacaksam artık?.. Dur; gidip annemin gönlünü alayım, çok yanlış yaptım.” Fırlayıp içeri gitti. Lise zamanları öğle yemeklerini evde yerdim hep, ev yakındı çünkü, patates kızartırdım genelde ve patates yemekten bıkmazdım. Seher, birkaç kez öğle yemeğine gelmişti bize, sonra birkaç kez de annesi şehre geldiğinde çok kısa süreliğine bize uğramış, annemle safiyet dolu, derin ve kardeşçe bir muhabbet gerçekleştirmişti. Hatırı sayılır ve sonsuz bir dostluk kurmuştu annemle. Öyle ifade demişti. Seher, bize geldiğinde başlarda utangaç ve korkaktı. Arkadaşlığımızda da öyleydi, insan içine çıkan vahşi bir vaşak gibi, tutuk, utangaç ve gölgemsi, çok sessiz. Ön dişlerinden teki kırıktı yarısından. Çok zayıftı, 1:70 boyundaydı. Zayıf olması onu daha uzun gösteriyordu. Bayılırdım onun boyuna posuna bakmaya. Bacakları çok inceydi. Flamingo’ya benzerdi. Yüzü ay gibi parlaktı, kara gözleri ışıldayarak bakardı. Kara saçlarını sonradan küt kestirmesi ona ayrı bir ışıltı ve cazibe katmıştı. Zengin ve sosyetik kızlar gibi görünüyordu. Dişi kırık olduğu için bağrı açık kahkahalar atmazdı, atamazdı, kırık dişi görünecek, canavarca bir yönü ortaya çıkacaktı sanki. Çok tatlı, çok yumuşak ve içine çeken bir havası, iyi şeylerle dolu sakin bir karakteri vardı. Bu şeyi, bu atmosferini canım gibi, canımdan öte, ölesiye sevmiştim, işte buna vurulmuştum, havasına, saçtığı o garip, buğulu enerjiye. Seher’i başta kedi gibi tek başına bankta oturup yarım ekmek tostunu yerken gördüm okulda, ya da evden getirdiği yiyecekleri yerdi. Öğle vaktiydi. Garibanlar gibi mahzun bakışları vardı. Hep yalnız görürdüm onu. Diğerlerinden çok uzakta, ıssız ve gizli bir köşede pineklerdi. Ders notlarına bakardı, yemek yerdi, deftere bir şeyler yazardı, kitap okurdu. Boş boş durmazdı. “Bu kızın sorunu nedir, psikolojisi bozuk herhalde?” diye düşünmüştüm, neden hep yalnız takılıyordu suçlu gibi, bulaşıcı bir hastalık taşır gibi? Oysa kızlar okulda ya da mahallede olsun birbirini tutar, birbirini yalnız bırakmazdı ve büyük bir dayanışma içindeydiler. Peki, tek başına takılan ve belli ki yalnızlığın ezdiği kızcağızın derdi neydi? Ona çok acımıştım. Herkesin ait olduğu bir grup ve kimi insanlar vardır onlarla geçireceği bir ömür. Onları bulana kadar yanlış insanlarla takılırsın. Tıpkı rüzgarda savrulan kelebek gibi. Ama o yalnız takılırdı. Ona öğle yemek aralarında denk gelirdim hep. Ben de o sıra yemek için eve giderdim. Yol üstünde bir yerlerde ona rastlardım, gözlerinin kaçırır, başka taraflara bakar, göz teması hiç kurmazdı. Bir sefer onu çok net ve güzel hatırlıyorum. Bizimki yolun kenarında çok aç bir sincap ya da dut ağacı yaprağındaki sevimli şişko tırtıl gibi elindeki kuru ekmeğe yumulmuştu, arada siyah zeytin yiyordu, ekmeği fare gibi sevinçle kemirip ekmeği biraz zevkle izleyip ürkek bakışlarla çevresine bakıyordu. Sanki bu durumda görülmekten çekinir bu hali vardı. Onu gizlendiğim ağacın arkasından izliyordum. Belli ki parasal durumları kötüydü ve yavan ekmeğe zeytine muhtaç kalmıştı ve yoldan biri geliyor mu diye kontrol ediyordu herhalde. Bu kız o gün bende derinden merhamet duyguları uyandırmıştı ve yüreğim deli gibi çarpmıştı ona yardımcı olmak ve yemek sorununu çözmek için. Bize gelebilirdi. Ona teklif etmeyi düşündüm. Tabi önce arkadaş olmamız lazımdı, benle dost olmayı kabul eder miydi, hiç tanımıyordu beni? Sonra kendimi onun yerine koydum, onun yerinde olsam böyle bir şeyi kabul etmez, edemezdim. Onunla dost olmayı kafaya koymuştum. Saçları bakımsızdı, giyimine dikkat etmiyordu, pasaklıydı. Kirli, dağınık, ziyan olmuş görünüyordu. Burnu akıyordu, üşütmüştü ve hep öksürüyordu. Kızsal dürtü ve hisleri yoktu sanki, ayna önünde uzun uzun kendime bakıp süslenme, saçlarına güzel bir model verme sevinci, parfüm sürme, parlak ve içten gülümseme, kahkaha atma, şımarma dürtüleri. Ruh halinden ruh haline nehir gibi akmıyordu, bir arıza, bir aksama vardı onda. Genç kızların yaptığı şeylerin hiçbiri yoktu onda, hayalet gibi, ruh gibi bir şeydi, ölecek bir hasta gibi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |