Yaşam hoştur, ölüm rahat ve huzurludur. Zor olan geçiştir. -Asimov |
|
||||||||||
|
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM Melisa’yı taşıyorum ve o konuşuyor diğerleriyle, gülüyor, gayet rahat, benim ise canım çıkıyordu. Bir de başımda acıyan bir yumru var, o her kimse, onu bulacağım! Aynı böyle bir arkadaşımı daha taşımıştım, ayağı kırıktı, evde oturuyordu, yokuş aşağı indirmiştim, bir evde arkadaşlarla oturup içmiştik, arkadaşı tekrar dolmuşa bildirdim, indirdim, pis bir yokuştan çıkarmıştım. Pis şakalar yapıyordu. “Melisa yeter, canı çıktı.” Bıraktım onu. “Ama biraz daha taşısaydın.” “Yürü artık. Eşeğin yok.” Ağaçların arasında bir aleve benzeyen bir şey geçti, bir anda. Bunu benden başkası görmedi. Diğerlerine sordum, nasıl göremezler, peki neden tek ben gördüm? Herhalde şu: Aralarında en akıllısı sensin, al götür bu çocukları, başlarına bir şey gelmesin uyarısıydı bu herhalde. Karanlıkta, ay ışığında bir yapı belirdi ağaçlar arasında. “Köşk” dedi Seher, “işte geldik!” “Köşk de nedir?” dedi Zuhal. “Orman içinde ahşap eve, böylesine köşk denir, boğaz kenarındaysa yalı.” “Ben girmem bu eve. Çok korkunç görünüyor. Kim bilir içinde kaç ruh vardır?” Seher güldü: “Özellikle sen gireceksin, kesik kulak, biz de burada seni bekleyeceğiz?” “Neden?” “Gurup kararı.” “Saçmalama, kendin söylüyorsun!” Seher: “Arkadaşlar, Zuhal bu eve tek başına girsin diyenler parmak kaldırsın.” Herkes parmak kaldırdı. Zuhal Meleğe baktı acı acı: “Sen de parmak kaldırdın, ha? Sattın beni?” “Maalesef, ablam diyorsa. Hem tek hayır’ın anlamı yok ki.” “Aman be, girerim, ne olacak? Ama siz de gireceksiniz. Beni burada bırakıp gitmek yok ama.” Seher şöyle dedi: “Kızın biri bu eve girmiş, bir şey onu korkutmuş ya da korkmuş, o gece konuşma kabiliyetini kaybetmiş.” “Gerçek mi?” dedi Zuhal. “Öyle duydum.” “Beni korkutmak için diyorsun.” “Hayır, annem anlatmıştı, ben küçükken.” “Eve girme diye korkuttu seni.” “Belki de. Ama bu hikayeyi başkaları da anlattı. O kız sonunda delirmiş ve asmış kendini evin bahçesinde.” “Eve niye girmiş?” dedi Nur. “Bilmem; ama bazıları sevgilisiyle buluşmak için dedi.” “Belki olaysın aslı şu: Eve girdi romantik buluşma için, sevgisinin tecavüzüne uğradı, dili tutuldu, sonra hamile kaldığı için kendini astı.” Zuhal: “Otopsi yapılmış mı cesede?” Seher: “Bilmem ben annem.” Melisa şöyle dedi: “Dikkat et, bazı kötü ruhlar insanlara tecavüz eder, bir filmde izledim.” Seher: “Konuşmayı bırakalım. Haydi Zuhal. Binaya gir. En üst kata çık, pencereden bize el salla.” “Hadi be! Ya abla korkuyorum. Girmesem!” “Bizi korkuttun ya, ağzını at gibi açıp güldün ya bana. Gir binaya, pencereden el salla, gel yanımıza, seni alnından öpeceğim.” “Tamam, gideceğim, tuvaletim geldi. Şurada işimi görüp geleceğim.” O ağaçların yoğun bölümüne gitti. Seher, fısıldadı: “Melek, o içeri girince arka taraftan girip şunu bir güzel korkut.” “Baş üstüne!” Zuhal, yanımıza geldi. Önce içinden dua etti, cesaretini topladı ve harekete geçti: “Gidiyorum, sakın beni yalnız bırakmayın burada. Başıma bir şey gelirse sorumlusu siz olursunuz.” Zuhal, ağır adımlarla binaya girdi ve Melek fırladı, binanın arka tarafına. Nur, ise gidiyordu bir yere, ablasını dinlemedi, kaçıp gitti. “Getir kardeşimi, lütfen.” Fırladım Nur’un peşinden. Onu bulamadım. Gücüm tükendi, geri döndüm. Melisa bana doğru geliyordu, oturdu toprağa, yanına oturdum. “Gitti. Gelir endişe etme.” “Bilirsin, kardeşlik çok mühim, kardeşimi küçükken de çok severdim, onu kızım gibi sahiplenmiştim, çocukluk işte. Çok yaramazdı, söz dinlemezdi, eve gelmek bilmezdi, korkmazdı hiçbir şeyden, karanlıktan mesela. Polise vereceğim seni derdim, öcüye, korkmazdı yine, bir gün buna şaka yaptım, sen bizim kardeşimiz değilsin, seni çöpün yanında bulduk, ya deme öyle dedi, ağlamaya başladı, ona böyle şeyler deyip onu kontrol altında tutmaya başladım, deliriyor, yola geliyordu, başka şeyler uydururdum, seni dilenciden aldık diye, simsiyahtın, biz seni besledikçe tenin beyazladı, biz el kadar büyük köfteleri yerken sen pencereden bize bakıp bana da köfte verir misiniz diye yalvarıyordun. Biz seni besledik, sen ise bizim altın çatal ve kaşıklarımızı çaldın, sen bir hırsızsın derdim ona. Tabi sonra çok pişman oldum, kardeşimin para saplantısı belki de bu uyduruk hikayelerim sonucu oluştu; ama senin sözünü dinlemezse onu hizaya getirme yolunu söyledim sana, seni deli, en hassas noktasını söyledim sana. Gidip onu bul, bana getir ne olursun.” “Gittiği yeri biliyorum.” Malum şu araştırma yaptığı yere geldim. Adımlarımı yavaş tuttum ki; ne karıştırıyor öğreneyim. Yerde oturuyordu, bağdaş kurmuş gibi, telefonu açıktı, oynuyordu, küçük taşları ekrana diziyordu, delirmiş gibiydi, şarkı mırıldanıyordu. “Ne yapıyorsun burada.” “Sana ne.” “Kalk gidelim, ablan seni getirmemi istedi.” “Sen definecisin. Bırak bu işleri. Bak bu suçtur. Karıştırma.” “Bir kere vapura binmiştim, yangın tüpünü gördüm, nasıl çalışıyor diye merak ettim, elime aldım, farkında olmadan çalıştırdım, her taraf köpük olmaya başladı, durduramadım da, millet korkuyla çığlık atarak kaçıştı, sonra biri geldi, elimden aldı yangın tüpünü, kapattı, tabi millet köpük köpük olmuştu. Elimi yangın tüpünden kurtaramamıştım panikle.” “Gidelim.” “Ama kesin orada çok değerli bir şeyler var. Bu deliği büyültmeliyiz. Hilti lazım, kazma, küreç, çekiç, murç, jenaratör, kuyu çıkar kazıdan sonra, mağara, calaskar da lazım. Alet ve makine lazım.” “İzinsiz kazı yapamazsın. Suç bu. İçeri alırlar bizi.” Koluna girdim, kalktı. Yüz metre kadar ilerde bir ışık fark ettim. Bu ışık da neyin nesi? Bunu çözmeliydim. “Sen ablanın yanına git, ben az sonra geleceğim.” “Korkuyorum, beni yalnız bırakma.” Yolda Melisa’yı aldık, ilerledik. Zuhal eski evde merdivenden çıkarken düşmüş. Seher ve Melek onu kucaklayıp dışarı çıkarmış. Birinci kata, kıçının üstüne düşmüş kirli saman ve otların üstünde, kıçının üstüne düşmüş, kıçı ağrıyormuş. “Az sonra geleceğim, halletmem gereken bir iş var” dedim Seher’e, hemen geleceğim, Nur ve Melisa ötedeydi, kafa kafaya vermişlerdi, sırtları bana dönüktü, yanlarından geçecektim, bir korkutayım şunları dedim içimden, caydım, ne konuşuyorlardı, ses çıkarmamaya özen gösterip onlara yanaştım. Melisa şöyle diyordu: “Geberteceğim seni kardeşim. At bu düşünceleri kafandan!” Abla orada bir hazine var. Kimseye söyleme. Eğer onu oradan alırsak zenginiz. Bu salaklara çaktırmayalım; yoksa hazineyi alırlar, bize zırnık vermezler.” “Kardeşim akıllanmadın mı? Babamın annemin kredi kartlarını patlattın. Borç harç kapattılar olayı. Yine bir şeyler peşindesin, yine başımızı belaya sokacaksın.” Abla, babam borçları öder, eğer oradaki hazineyi çıkarırsak.” “Hazine olduğundan emin misin?” “Abla kesin orada büyük bir hazine var. Orası kutsal bir mekan, işaretlerini gördüm.” “Nasıl yani?” “Oraya kutsal birileri gömülü, hazineyle gömüyorlar böyle kişileri, dini lider. Şehrin önde gelen kimseleri de olabiliyor. Bak çok önemli bir şey diyeceğim: O İsa açın teki. Bilse bunu hazineyi sahiplenir, ona sakın bir şey söyleme, Seher ondan daha aç, köyde sefil perişan yaşıyor, hazineyi öğrense paylaşır mı; asla!” “Bak kardeşim, İsa iyi biri. Onun hakkında çok çirkin konuşuyorsun.” “Abla, hazineyi bilse kimseye kaptırmaz.” “Yok kızım, o çok saf; ama salak biri sadece, ondan kötülük gelmez. Şu Seher’e kafayı takmış, vurulmuş, Seher’den hiçbir şey olmaz, bitik o, delinin teki, kızın bütün derdi para, bizimki bunu bilmiyor. Zavallının parası olsa Seher onun kucağına atlar, ayaklarını yalar oysa, saf salak çocuk ya, kızı para etkiler, imkan, konfor, rahatlık, bunu bilmiyor. Fazla iyi niyetli, dürüst, yürekli. Bilmiyor böylelerini hayat en kısa sürede yok eder, kızlar özellikle, yer bitirir. Belli ki ciddi bir ilişkisi hiç olmamış. Bir kızı öpmemiş. Cinsel ilişkiye girmemiş. Ruhen çocuk daha.” Gözlerimden iri yaşlar düştü, şıpır şıpır. Ateş gibi sıcak gözyaşları. Ömrüm boyunca bu kadar incitilmemiştim. İyi biri olmak suç mu? Saf biri olmak suç mu? Yürekli olmak suç mu? Dürüst olmak suç mu? Bir kere bile cinsel ilişkiye girmemek suç mu? Bir kızla hiç öpüşmemişim, evet, bu yüzden mal mıyım? Eksik miyim? Kız beni çözmüş, tamamen çözmüş, ne diyeyim. Haklı. “Abla hazineyi oradan çıkarmalıyız. Bu geri zekalıları buradan uzaklaşmalıyız. Sonra gerekli ekipmanlarla gelip burada çalışmalıyız. Bence sen bizim başımızı belaya sokacaksın yine.” “Bak abla, Melek uyuzu orada hazine olduğunu bir bilse, hepsini tek başına sahiplenmek için neler yapmaz. Hele o Zuhal, en fenası ol, en güvenilmezi o, o kız anasını bile satar hazine için. Hepimizi keser gömer.” “Kardeşim, iyice uçtun sen, dostlarımız hakkında neler diyorsun.” “Hazine söz konusu olunca insanların gözü döner abla. Bir şey bulmadan gözün dönmüşe benziyor.” “Bak güzel kardeşim, çok şey yaşadık senle. Seni ilk kez böyle vahşi gördüm, sen tedavi edilmelisin.” “Nasıl vahşi?” “Yani Seher’i, Meleği benden fazla sevdiğini söylerdin, Seher’in gerçek ablam olmasını ne çok isterdim demiştin yolda, burada geçirdiğimiz geçen yazdan mutlulukla söz etmiştin, bakıyorum da şimdi öyle hallere girdin k; seni ben bile tanımaktan güçlük çekiyorum. Sen bu değilsin, başkalaşım geçirdin, elini o yere soktuktan sonra böyle oldun, orada ne varsa artık.” “Abla güldürme beni. Onlar hazineyi öğrense bizi saf dışı bırakmak isterler, hepsi aç, hepsi köylü insanlar.” “Orada hazine yoksa?” “Çok eminim abla, orada bir hazine var. Sana istediğin arabayı alırız. Ben de bir ev alırım kendime. Bizimkilerin borçlarını kapatırız, Amerika’dan annemin çok istedikleri o gölden bir ev alırız. Düşünsene annemi o göl evinde. Annemin hayalini gerçekleştirmek muhteşem olur. Düşünsene, 20 yaşından beri çalışıyor bizimkiler, tuvalet temizlemekle başladılar, en pis işleri yaptılar, halen bir noktaya gelemediler. Pederin dönerci dükkanı varken ne mutluyduk. İflas etmeseydi şubeler açacaktı, biz başına geçecektik. Her şey ne çabuk kötüye gitti. O adamla ortak olmamalıydı. Annem hep diyordu, o adam dolandırır seni diye. Ve annemin dediği çıktı. Kaç yıl çalışıp aldıkları ev bile gitti. Biz ikimiz neden onlar için bir şey yapmıyoruz, defineyi yurt dışına çıkartıp güzel paraya satarız. Ama önce onu bulmak lazım, değil mi?” “Peki kardeşim, defineyi grupla paylaşsak?” “Onlar gider devlete bildirirler durumu, hiçbir şey alamayız.” Oradan ayrıldım, malum yere geldim, çevreye bakındım, yüz metre ilerde ışık görmüştüm; o ışığı şimdi göremiyordum. Yoksa bana mı öyle gelmişti. Tam oradan ayrılacaktım, rastgele bakarken ışığı gördüm orada, fırladım. Ormanda bizden başka birileri vardı, peki ne yapıyorlardı, bunu çözmem lazımdı. Tehlikeli bir şeyse hemen buradan gitmeliydik. Işığı gördüğüm noktaya geldim herhalde, çevreye bakındım, ışık filan yoktu, tamamen şansa gelmiştim ve belki de başka bir yere geldim, bilemiyorum, göz kararı hareket ettim ve geri dönmeye karar verdiğimde bir ses işittim. Sese doğru ilerledim. Ağaçların arasında, yerde bir mağara girişi vardı. Sesten çıkardığım kadarıyla yaşlı ve genç birinin diyaloglarını duydum: “Dayı, sıra sende.” “Dur be, sigaram bitsin. Kazdık kazdık bir şey yok, can sıkıcı.” “Daha derine inmeliyiz. Sabret.” “Yeğen, sen emin misin burada roma dönemine ait kral mezarı olduğundan?” “Dayı, çok sağlam bilgi edindim, burada kral mezarı var Kuran çarpsın.” Kazma sesi geldi. Mağaradan içeri girdim. Genç adamı gördüm, kenarda gaz lambası yanıyordu, genç adam sigara içiyordu, gölgesi yansıyordu duvara. Yaşlı adamı da göremedim. “Git çayı yeniden demle. Lan oğlum yok burada bir şey bence.” “Var dayı var, kafa yorma sen.” “E, 15 gündür kazıyoruz elimiz boş.” “Dayı, çok sabırsızsın. Çay paketi yukarda, alıp geleyim.” “Çayı güzel demle, hararet bastı, boğuldum burada, canım çıktı ya, hava yok. Gelmişini geçmişini şey yaptığım yerde” “Dayı küfür etme, mezar burası. Sen kaz, ben seni çağırayım, bir 10 dakika daha çalış.” Ses çıkarmamaya özen göstererek mağaradan çıktım. “Kim var orada?!” diye bağırdı genç adam. Dikenlerin arasına uzandım. Kalbim küt küt atıyordu. Beni görmüştü! “Yeğen, ne oldu?” “Biri var burada. Hemen gel.” Yaşlı adam güldü: “Gece gece kim olacak bizden başka, hayvandır, faredir, kirpidir, bak tavşan da olabilir.” Başımı kaldırıp dikenlerin arasından baktım, yeğen birine bakıyordu, o yöne çevirdim bakışlarımı. “Çocuk gibi, çok ufak biri. Pislik bakışları var.” Bu benim karşıma çıkan adi tipti. O esnada biri başımın arkasına taşla ya da odunla vurmuştu. “Gel lan buraya piç kurusu! Bizi mi gözlüyon?” Genç adam, vaşak gibi koşup kaçtı. Yeğen de onun peşinden gitti. Ben de bu fırsattan faydalanıp uzaklaşıyordum. Az gittim. Bu sırada kamp çadırı ve iki bisiklet buldum. Dayı yeğen her şeyi getirmiş buraya. O kare şeyin olduğu yere geldim, Nur’un araştırma yaptığı yere, baktım yerde ölü gibi yatıyor Nur, şok etkisiyle fırladım: “Nur, Nur, öldü mü?” diye bakacaktım, kafasını tutup kaldırdım. “Nur kendine gel!” Vücuduna baktım, bir yara, bir darbe izi yoktu. Kızın vücudu sıcaktı, tornavida elindeydi. Oturdum. Başını kaldırıp kucağıma koydum. Gözlerini açtı, dünya benim oldu. “Metal kafa, orayı karıştırma demiştim sana!” Sırıttı. Geriden bir ses duydum, ayak sesi. Nur’u usulca yere bıraktım. Nur’un araştırma yaptığı yerden simsiyah çıkan duman gibi bir şey gördüm, zift gibi, akışkan ve parlak bir şeydi, yağ gibi, yılan gibi bir şeydi, yeri sarmaladı. Ötede bir şey kımıldadı, çırpınıyordu can çekişir gibi. O da neydi? Yaşlı adamın sesi geldi: “Bu siyah durman da nedir? Yardım et, yeğen. Ölüyorum!” Ona yardım etmeye gidiyordum, Nur kalktı, koşarak gidiyordu, düştü, yanına fırladım, tuttum onu: “Nur” dedim fısıldayarak, “Ne oldu sana?” Güldü sessizce, yılansı biçimde, aklını kaçırmış gibi, deli deli. “Bırak ben be ben be bebb beee ni!” Sarhoş gibiydi. Konuşamıyordu, gözleri kayıyor, kapanıyordu. “Bırak ben…i ablam be…ni bek…liyo…r. Tornavidayı düşürmüştü. Geçen günlerde okuduğum yazı: “Mısırda firavun mezarı açan uzman ekibin bütün üyeleri yıllar içinde trafik ve ev kazası, hastalık ve intihar sebebiyle öldü gitti, bu siyah duman böyle bir şey, enerji yayıyor olmalı. Hiçbiri hayatta kalamadı, uzmanlar erken ölümleri açtıkları mezara bağladı, bir lanet sardı hepsini. Tornavidayı ve cep telefonunu düşürdüğü yerden alıp çantasına atıp fırlayıp gitti, Nur. Dayı bağırıyordu yanık: “Yarım edin! Ölüyorum! Lütfen! Kan var!” Sesin geldiği yöne gittim, evet tam burasıydı, kimse yoktu, yerde kan yoktu. “Evladım buradayım, bu tarafa gel” dedi. O tarafa gittim. Hızlı ilerliyordum, birden çok garip bir şey oldu, bir şeye çarptım, duvar gibi bir şeye, yere yuvarlandım, başım o şeye fena çarptı, hani biri cam taşır da kişi fark etmeden cama toslar ya da açılır kapanır kapıyı fark etmez çarparsın, ya da gözle görünmez kayaya çarpmak gibi, aynen böyle sert bir şey hissetmiştim, yere yuvarlanınca kahkaha sesi işittim, kadın kahkahası: “İşin bitecek burayı terk et etmezsen!” Bu konuşan da kimdi, ruh muydu? Konuşan bir kadındı, dayının sesini taklit etmiş olmalı, dayı mayı yok burada. Kaçtım oradan. Nur, ağacın dibinde oturuyordu. Sarhoş gibiydi: “Sen de gördün mü?” “Neyi? “Burada bizden başkaları var. Sesler duydum. Beni öldürmeye çalıştılar.” “Kim?” “Bir kadın. Yardım istedim. İki kişi geldi.” “Nasıl adamlardı, tarif et, biri yaşlı, biri genç mi?” Definecileri tarif etti. O kadının sesini duydum: “O küçük şeytanı bize ver ve çekil git yoluna.” “Neden?” “Çok insana zarar verecek ve intihar edip ölecek.” “Kimle konuşuyorsun?” dedi Nur, “sen de sesler duymaya başladın, buradan gitmem lazım, gücüm yok.” Onu kucağıma aldım. İlerliyordum, Nur kendine geldi, capcanlı bakıyordu, bu baştaki iyi kalpli kızdı, arkadan ses geldi: “Yardım et bize, genç adam, bizi kurtar!” dedi dayı. Sonra yeğen şöyle dedi: “Birader, bizi bırakma bunların eline, bizi öldürecekler!” “Kızların yanına git” dedim Nur’a, “sonra gelirim.” Nur şöyle dedi: “Sakın gitme oraya, uyuşur gibi olacaksın, düşüp kalacaksın, bana öyle oldu, ilaç almış gibi oldum, orada manyetik bir çekim alanı var, bir kere oraya gidersen çıkamazsın, sana oyun oynuyorlar, orada kimse yok!” “Ya varsa, onları bırakamam. Hem seni oradan kurtarabildimse onları da kurtarabilirim.” Caydım. Oradan gidecektik, ses duyduk, “sessiz ol” dedim, ölü gibi duruyorduk. Başka taraftan dayı ve yeğen çıktı. “Yeğen, burada kimse yok.” “Dayı, orada ses duydum, konuşan iki kişi vardı, biri kız biri erkek. Bu işte bir iş var.” Dayı, tütün açtı tabakadan, kağıda sarıp yaktı. “Bana da ver, dayı.” Tütünün güzel kokusunu duydum. “Aaa!” dedi genç adam, dayı, bu da nedir?” O yere el fenerini tutmuştu. “Dur, elleme ben bakayım.” Dayı bağırdı sevinçle: “Yeğen, burada Helenistik döneme ait figürler var.” “Dur, dayı elleme sakın. İnceleyelim önce.” “Yav sen anlamazsın, ben 60 yıldır bu işteyim.” “Bir şey bulamadın; ama evi sattın, yengem seni boşadı, evlatlar gitti.” “Defolup gittiler, rahat ettim” dedi gülerek. “Dayı, acınası haldesin, bir çay çorba yapanın yok. Evine geliyorum, çöplükten beter, üzülüyorum sana.” “Ne edeyim evlat, define sevdası böyle bir hastalık, bir düştü mü çıkamıyorsun, bulacağım büyük hazine, düze çıkacağım, hamallık yapmayacağım şehirde meydanda diye düşüne düşüne ömür bitti. O el arabasını sürmek çok zahmetlidir yeğen. Bakayım şuna” “Dayı, elini sokma oraya.” “Neden? “Ya inceleme yapalım önce, gün doğsun. Akrep yılan olur. Ölürsün.” El feneri söndü. “Ne oldu bu zımbırtıya! Git cep telefonunu alıp getir.” “Şarzı yok.” “Diğer el fenerini getir.” “Pilleri bitik.” “Çakmağı tut.” “Acele ediyorsun, çakmak ışık vermez. Yarını bekleyelim.” Ömür bitti; ne bekleyeceğim karı kız gitti, erkek evlat gitti, neyi bekleyeceğim lan! Ölümü mü? Kaybedeceğim hiçbir şey kalmadı.” Şamar patlattı. “Dayı yapmayacaktın, yandı yanağım” dedi ağlamaklı. “Git lan, odun topla, ateş yakacağız, sülalesini şey ettiğimin bu hazinesini çıkaracağız bu gece buradan, onu bu gece bulmazsam ölürüm, ömrüm boyunca bu geceyi bekledim.” “Dayım, kurban olduğum sakinleş. Ateşle olmaz, birileri görür, yanarız. Hevesimiz kursağımızda kalır, köylüler bizi eliyle koymuş gibi bulur. Gidip uzatma kablosuna bakayım, yetişir herhalde. Jeneratörü getirelim, yarın yaparız. Yok çakmağı tut. Dayı, elini soktu deliğe. “Ne oldu dayı? Kireç gibi beyazladın birden.” “Bir uyuşukluk geldi.” Dayı, çöktü yığıldı yere. “Dayı, iyi misin, neyin var?!” İyiyim yeğen. Hazine derken böcek gibi geberip gitmeyelim anamı sevsinler… ben bitsem sorun değil; ama senin sağlığın daha önemli…” “İyi misin?” “Geçti, bir an bayılacak gibi oldum.” “Ne oldu?” “Ne bileyim.” “Kendimden geçtim. İlk çocuğumun doğduğu güne gittim, hayatımın en güzel gününe, rüya gibiydi. Bu da neydi acep?” “Dayı, bunu define işine girenleri uyaran bir kitapta okudum: İnsan delirecekse eğer, aklını kaybedecekse eğer, içinde kalan en güçlü şey mıknatıs gibi harekete geçer, şansı varsa kişinin, ruh harekete geçer ve ona parlak ışığı gösterir, düşmana yani. Sen kıl payı kurtulmuşsun. İçinde mücevher gibi duran o anlar seni korumuş kötü enerjiden. Oraya elini sokmamalıydın. Ruhları rahatsız ettik.” Dayı güldü: “Yok be evlat ben neler gördüm, delirmedim.” “Aklıma bak ne geldi yeğen: Mağaraya girdik dört arkadaş, üçü hastalandı, yürüyemez hale geldi, bana bir şey olmadı.” “Ne oldu mağarada. Ne vardı mağarada?” “Varlıklar varmış. Biri öyle dedi, hasta olan arkadaşların böyle olmasını onların mekanına girmemiz sebep oldu dedi, eğer öyleyse bana neden bir şey olmadı, bence şu, orada zehirli bir gaz bir şey soludular, bir zehirli şeye dokundular, orada el yazmaları bulduk, sanırım o yazmalarını oraya gömen kişiler birileri onlara el sürmesin diye, sürenler de cehennemi boylasınlar diye bir tür zehir sürdüler o şeylere. Ceylan derisinden bir İncil ve takılar bulduk, o incili de satalım derken kaybettik, koyduğumuz yerde bulamadık, takılar da kayboldu. Kimi bitkilerde fena kafa yapan ve öldüren, sakat bırakan zehirler var, balon balıklarında olduğu gibi, kimi yılanlarda, kurbağalarda var bu zehir, eski insanlar bu zehirleri kullanmasında ustaydı. Bir yerlerinde sıkıntı olunca, kol bacak kesmek gerektiğinde o zehirleri belli karışımlarla yumuşak, öldürmez hale getirip vücutlarda işlem yapıyorlardı. Tıbbın merkezi doğadır yeğen. Bütün ilaçlar oradan türedi önce, kimyasal ilaçlar çok sonra ortaya çıktı.” “Dayı, gözüm korktu, terk edelim burayı.” “Terk edelim, yeğen. Çay keyfi yarım kaldı, yumurta kıracaktım sucuklu.” “Ben de çok acıktım, yaptığın kuru fasulye hiç tutmadı, tadı berbat oldu, fazla pişti, çorbaya döndü.” “Yeğen, güzel bir yemek yiyelim. Bazen tek bu yeter mutlu olmaya.” Dayı ve yeğen uzaklaştı, yeğen, dayının koluna sokmuştu kolunu. Nur’la ayağa fırladık, hızla oradan uzaklaşırken arkadan gelen iki gölge gördüm. “Daha hızlı koş.” İçinde kalan en güçlü şey mıknatıs gibi harekete geçer, (o zaten mıknatıstır) şansı varsa kişinin, ruh harekete geçer ve ona parlak ışığı gösterir; gölgelere, parazitlere, kara deliklere, düşmana yani. Ruhun savaşçındır. Ruhun kılıcındır. Sakin yüreğin savaşçındır. ROMANDAKİ GECE BİTMEDİ, İLK AŞAMADA BU KADARINI YAYINLATMAK UYGUN GELDİ. UZUN ŞEY İYİ DEĞİLDİR.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |