..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bu kitap çok gerekli bir açığı dolduruyor. -Moses Hadas
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Çocuk Romanı > İsa Kantarcı




17 Ağustos 2024
Sokakların Ruhu  
İsa Kantarcı
SOKAK ÇOCUĞU


:AAE:

SOKAKLARIN RUHU

Ormandaydım, yağmur pis yağacaktı, belliydi, teker teker atıyordu, şimşek çakıyordu, burada bir hafta önce kaldığım yer vardı, orayı arıyordum. Eski püskü küçük bir kulübe gördüm, daldım içeri. Eski tenekenin üstüne oturdum, duvardaki bir tahta kopuktu, oradan ormana bakıyordum. Sağanak yağmur başladı birden. Üsten yağmur alıyordu, öteki tarafa geçtim. Ormana tıslayan yağmurun akışına kaptırdım kendini acayip bir huzurla.
Uyudum, karnım açtı. Ateş yaktım, üşüyordum, üç gofretim vardı, onları yedim, ısındım ve şehre gitmek için yola koyuldum. Yağmur başladı, lokantalara girmek istiyordum, sokmuyorlardı, biri dövecekti, dönerciye gittim o da kovdu, küfür etti. Islanmamak için büyük naylonu çevreme sarmıştım, bir kısmı sarı boyalıydı, çöpün yanından almıştım onu. Dün gece bayat ekmek yemiştim, hiç yoktan iyidir. İnsanlardan para istemek bana ters geliyordu, veren olursa alırdım ama. Ağaç altında banka oturdum, burası yağmur almıyordu.
İnsanlar şemsiyelerini açmış aceleyle ilerliyordu evlerine.
Bir evin penceresinden baktım, küçük kız çocuğu sobanın başında kediyle oynuyor. İlerledim; çünkü bu manzara beni öldürür, fazla bakmasan iyi ederim. Tatlı bir koku duydum, sıcak, mis gibi, ilerledim, pastanenin önüne geldim. Durdum, içeri girmek istedim, geçen sefer tekme attı adam, girmesem iyi ederim, tekme attı ama az sonra üç sıcak poğaça vermişti, Kızın biri pastaneden çıktı, bana baktı, poşeti açıp iki poğaça uzattı. Teşekkür ettim.



Çok çaresizsen atıp tutarsın. Hani tutturamayacağını bilesen bile, hayal olsa bile, bu mutlu eder seni çünkü. Elde edemediğin ne kadar zafer varsa elde edersin böyle. Ne kadar acılı olursan ol altında kalıp boğulup ezilmekten kurtulursun böylece. Benim tehlikeli sokaklarda, ölümcül gecelerde ve karanlık insanlarda… başa çıkılmaz, acımasız bir sürü belada… sağ kalıp kurtulmamın sebebi düş gücümdü, galiba. Ben düş kurmayı severdim, küçüklüğümden beri. Günün birinde belki gözüm döner ve bu bankayı soyardım, kim bilir? Denesem, beceremezdim herhâlde. Böyle sert işler için doğuştan yatkın olmak gerek. Eğer bu bankaya girersem günün birinde; bu para için olmazdı. ‘Ölü ya da diri buradayım, sizin bankanız beni umursamıyorsa tekerine bir çubuk sokarım, anlarsınız nefes alıp verdiğimi,’ yaşayan ölü olsam da bütün dikkatleri üstümde toplamak, elde tabanca, banka çalışanları ve beş altı müşteriyi rehin almak, eğlenceli olurdu. Çünkü dışarıda televizyonlardan gelen kameralar olurdu, fotoğraf çeken muhabirler, canlı yayın araçları, bir ton polis, özel harekat, keskin nişancılar, emniyet müdürü vs. İsteklerimi sorarlardı bankayı arayıp. Ben de söylerdim elbette.
Ama sonra bunlar beni ele geçirip bir kamyon dolusu döverdi. Ama hayatımda bir kez olsun şov yapmanın hazzını duyardım. Şu an bana şov yapan, kahraman olan hayattı, ben ise onun karşısında hiçbir şey bile değildim.
Yaşasın, elimde param vardı! Döner alacağım bir yer bakınıyordum ilerlerken.
Döner aldım ve az ilerde sakin bir köşede yemeye başladım hemen. Sonra gidip bir yerde uyurdum, akşama kadar uyurdum. Benim gibiler akşam çok canlı olurdu. Karanlık bizi saklardı çünkü. Gündüz gözüyle perişanlığım ortaya çıkardı. Bir adam; “durma apartmanın yanında, defol git” dedi, uzaklaştım oradan. Her yerden kış kışlanmak sinir bozucuydu, ama buna kuzu gibi alışmıştım.
“Peki baba” dedim, “af edersin rahatsızlık verdiğim için.”
Ben ve benim gibiler binlerceydi şehirde, binlerce fare, sıçan, onlara göre öyleydik. İşte onu çok yanlış biliyorlardı, biz insanlara kötülük getirmiyorduk ki. Kötülük getirenler besbelliydi.

Biz sadece nefes alıp vermemizi kolaylaştıracak şeyler arıyorduk, bir orada bir burada. Sürekli bir yerlerden kovulan. Güzel ve iyi şeylere layık görülmeyen. Bir de ‘o’ gelecek, geçecek diye bizi oradan buradan kaldırtan önemli kişilerdi zararlı olan. Onlar gece yarısı benim gezdiğim sokaklarda, nefesimle ısıttığım insanlarda ya da gecelerde gezemezlerdi tek başlarına. Her yer pislik içindeydi ve temiz bir görüntü veriyordu her şey. Onlar gündüz yaşadıkları, gece uyudukları için haberdar değillerdi ya da koltuklarını korumak derdindeydiler. Benim gibiler için gece bambaşkaydı. Gece keşfe çıkılacak bir araziydi, birbirinden keskin tehlikeler ve belalarla örülü bir cangıl misali. Gece beslenir kimi canlılar. Işıkta hayatta kalamazlar. Ve benim elimde satır bile yoktu kendime yol açabilmek için. Hislerim, sezgilerim vardı sadece. Kalbimin bir köşeciğinde parlayan ışık, her şeye rağmen sönmeyen, söndürülemeyen o minnacık ışık, hayatta kalma içgüdüsü.
Balık restoranına yakın; daha doğrusu arkasındaki sokaktaki çöpün oradan geçiyordum. Kayıkların orada, karaya çekilmiş lacivert kayığın içine tünemiş iki baş gördüm, yağmurdan korunmaya çalışırken bir elleriyle brandayı tutuyorlar, öteki elleriyle yağmuru seyredip konuşup gülüşüyorlardı. Rauf’tu biri, 12 yaşındaydı, bir gün babasıyla köyden gelmiş şehre. Kalabalık caddeden geçerken, “simit al bana baba” diye ısrar etmiş, adam da parayı vermiş alıp gelmesi için, Rauf dönüşte kaybolmuş ama uzun bir süre sonra bulmuş yolu, babası beklediği noktada değilmiş. Rauf’un aklı, kalbi, ruhu; yani bütün varlığı o anda çakılı kalmıştı, bir ileri bir geri sarıyordu o ânı, kayıp bir çocuk ne yapar, elbette bunu. Başka bişiy bilmiyor, düşünemiyor, gece gündüz o an. Bazen ve sıklıkla böyle olur aslında, biri bişiy yapar size ya da siz bişiy yaparsınız ya da olaylar öyle yapar ve siz bir o ân’a çakılı kalırsınız, bütün hayatınız, geleceğiniz geçmişiniz o andır. Bitmişsinizdir, ya da çok güzel bir andır, güzel ansa hayat yaşamaya değer oluyor, kötü bir ân’sa ya geberirsiniz ya da ölmekten beter olup Rauf gibi sürünüp durursunuz sokaklarda. En kötüsü o an’a tapınmaya başlamasıdır insanın. Rauf, o kaybolduğu noktada, (noktası virgülüyle, zerreleriyle) önünde beklediği dükkânı sayıklar dururdu, hayalinde o dükkâna elbiseler giydirir çıkarır, içine müşterileri koyar çıkarır, o dükkan, o akşam, o saliseler bir film gibi döner dururdu düşlerinde, aklında, kalbinin merkezinde. Orası en başta lokantaymış. Sonra çiçekçi dükkanıymış. Sonra kafe olmuş, sonra kuaför olmuş. Sonra berber. Bir gün bana dedi ki: “orası orospu çocuğu olmuş” Gidip baktım da bugün.” “Yapma ya!” dedim ciddi görünmeye çalışarak, gülmemi tutup, kırılmasın diye. Rauf güldü. Yine matrak matrak konuşmaya devam etti. Düşünü, yüreğini acıtmamak için ona deli muamelesi yapmamalıydım. Ama Rauf dedi ki: “Deli miyim ki ben, orası ne olursa olsun umurumda değil.” Herhâlde dedim içimden, çocuk artık büyüdü, anladı, olgunlaştı ve kaybolduğu günden çekip özgürlüğe kavuşturdu gönlünü, zihnini, ruhu artık özgür.

Ama sonra dönüp dolaşıp yine kaybolduğu yere gitmiş Rauf. Dayanamadığını söyledi. Rauf’u tanıdığım ilk zamanlarda benden saklardı, kaybolduğu gün, aynı saatte, aynı yerde olur, bir süre beklerdi. “Babam beni almaya gelmiştir” diye. 8 yaşından beri, tam dört senedir aynı hikâye, aynı yerde beklemeler. Köyünü hatırlıyor ama ismini çıkaramıyor. Belki de adam bunu orada bıraktı ve çekti gitti. Hastaneye düştü, öldü gitti bir şekilde, öldürüldü, kim bilir? Ama en önemlisi ve en kötüsü Rauf’u orada, o ân’da sonsuza dek çocuk bıraktı, gitti, belki iyi bir şeydir bu, yani hiç gelmeyecek bir babayı beklemek, hep bekleyiş içinde olmak. Bence cehennemden başka bişiy değildir böyle bir bekleyiş, beklenti içinde dolanıp durmak. Beni de küçük yaşta annem bıraktı cami önüne; ama ben o vakitler cami önüne gidip beklemem annemi. Babam çıksa mezardan; her neyse, umurumda olmaz ki. Bu Rauf iyiydi, diğer çocuklar gibi değildi, aslında hepsi iyiydi ama Rauf başkaydı. Karnı çok aç olsa da ekmeğini daha az aç olanla bile paylaşırdı meselâ. Yardım etmeyi severdi. Korkak bir piç de değildi. Mahvolacağını bilse bile dostuna arka çıkar, onu yarı yolda bırakmazdı, kendinden büyüklere kimi zaman, yeri gelince isyan eder, diklenirdi. Şaşardım bu çocuğa. Acayip severdim onu, yanındaki yeni çocuk, onu hiç tanımıyordum.
Gözümle işaret ettim, yüzümle sordum.
“Kim bu?”
“Yeni” dedi, sırıttı.
“İyi” dedim gözlerimle yeni çocuğa baktım. Başında bere vardı. 14 ya da 15 yaşında olmalıydı.
“Adın ne senin?” dedim.
Cevap vermedi.
Rauf, ona gözüyle konuşabilirsin işareti verdi.
“Elif” dedi. Bereyi çıkardı, sapsarı saçları ortaya döküldü.
Şaştım. İçim acıdı birden.
Eğer onun kız olduğunu anlarsa benim yaşımdakiler -15- ve daha büyükler, ya onu parayla şekerle çikolatayla kandırıp cinsel sapkınlıklarına kurban ederlerdi, en kötüsü sürekli tecavüze uğrardı, alışırdı, severdi, orospu olup çıkardı. Sonra başka küçük kızları kandırıp orospu yapıp parasından da pay alıp faydalanırdı.
Bu kızın polise teslim edilmesi lazımdı, polisler onu ya yetiştirme yurduna ya da ona bakacak bir yer bulurdu.

Kıza anlattım. Ama 14 ya da 15 yaşında olduğunu (minyon tipli) sandığım kız 19 yaşında çıktı.
Aptala, safa hiç benzemiyordu. Israrla sordum hikâyesini ısrarla kaçtı. Zamanla nasıl olsa açılırdı, başlarda güvenmezdi insan.
Yağmur sertleşip yoğunlaşıyordu, orada fazla duramazdım. Elif içimi cız ettirmişti ama Rauf onu kollardı. Ben de oltamı oradan alıp kendi eski ruh halime döndüm. Ben oradan uzaklaşırken Elif ve Rauf kayıktan çıktı ve koşarak bir yöne gittiler.
Ekim ayı sert bir soğukla gelmişti işte. Sabahtan beri soğuktu hava. Geçen sene bu zamanlarda oysa güneşliydi havalar.
Rüzgar başladı. Deniz kenarından yukarı çıktım, yan sokaktan çıkanı gördüm ama görmezden geldim.
Hey dedi.
Ölmedin mi sen dedi.
Tahsin bıçak yarası izle yüzüyle pis pis bakıyordu bana, her zamanki gibi ukala ses tonu ve bakışlarıyla. Birkaç aydır yoktu şehirde. Bir hırsızlık yüzünden cezaevine girdiğini duymuştum. Ara ara girip çıkardı. İçeri her girdiğinde de daha bir acımasız, vahşi, pislik olurdu. Onun içeri girip sağ çıkamayacağını düşünürdüm ama her seferinde sağ çıkardı. İçerde bambaşka bir rol kestiğinden olsa gerek hayatta kalmayı başarıyordu. Ondan hiç hoşlanmazdım. O yirmi yaşındaydı, yani benden beş yaş büyüktü. Çok kötü biriydi. Onu tanıdığım ilk günlerde çok sevmiştim ama sonra benden kötü şeyler yapmamı istemişti, reddetmiştim. Beni dövmüştü, ben de kaçmıştım. Ondan dayak yiye yine, karşı koymaya çalışa çalışa, isyan ede ede, öyle böyle çok mühim bişiy öğretmişti bana, farkında olmadan ama. Ben cesaret denen şeyi onun sayesinde keşfetmiştim. Benden uzun ve güçlüydü. Ama benim kadar akıllı ve zeki değildi, ben onu aklımla, zekamla alt ederdim, ama o beni iki eliyle kavradığında işim bitik demekti, bir yumruk yer, yere kapaklanırdım. Üstüme geldiğinde yerden kum alır gözlerine fırlatırdım, bir kutu fırlatırdım, mutlaka işe yarar bişiy bulurdum o an ve şans yardım ederdi.


O bana vurdukça vururdu, ben ise epey dayak yedikten sonra hırslanmaya başlardım, canım çok yanınca, işte o zaman inanılmaz bir güç gelirdi bana, işte o zaman ben ona üstünlük sağlayamasam da direnirdim, seni hiç fark etmediğin, fark etmeyeceğin bir an emin ol delik deşik edeceğim derdim, gülerdim. Şaşırıp dururdu. Bu palavrayı sıktığımda korkusunu gözlerinde okurdum, beni bırakırdı. Sonra yine bir nedenle dayak faslı başlardı. Ben de direnmeye geçerdim, düşünürdüm, buna ne yapsam güzel olurdu, böyle böyle cesareti öğrenmiştim. Önce karşındaki ne kadar cüsseli olursa olsun, değerini sıfır bileceksin. Kendini kuş gibi, fırıldak gibi hissedeceksin, onu yenmenin yolu buydu, hız, o beş yumruk atıyorsa sen en can alıcı noktaya tek yumruk atıp işini biteceksin. Bir keresinde bana vururken bacak arasına tekme vurmak aklıma gelmişti, sonra bunu defalarca yaptım ve dayağından kurtuldum, bacak arasını kollamayı unuturdu, ben unutmazdım, ben duvarlara maymun gibi tırmanıp atlardım üstlerinden, o öküz gibi kalıp arkamdan küfrederdi. Ben onun kulağını bir yerini ısırmasını, çimdik atmasını bilirdim; o kaba yumruktan başka bir halt bilmezdi, kafası çalışmazdı ki, tabi ben bütün bunları ondan dayak yiye yiye geliştirmiştim. O da bana hükmedemeyeceğini, bana istediklerini yaptıramayacağını anlayınca yakamı bırakmıştı. Eğer arkam ona dönükken de bana kötü bişiy yaparsa, bu sokaklarda sonu olacağını çok iyi bilirdi; çünkü bu sokaklarda beni seven çok dost edinmiştim.
Tahsin’den yine dayak yediğim bir gündü, sigara içiyordu ve bitmişti sigarası, ben de içerdim ama sigaram bitince delirmez, yanımdakilere “gidin bana birilerinden sigara çalıp getirin demezdim,” Tahsin, ona sigara getirmezsem bana çok kötü şeyler yapacağından söz ediyordu. Beni öldürecekti. O zamanlar onunla yeni arkadaştık ve beni iyi kötü kollayan tek oydu, çevrem yoktu sokaklarda, diğer çocukları tanımıyordum, eğer Tahsin beni işaret edip, “şunu bir güzel pataklayın, öldürene kadar dövün” dese, beni ölmekten beter yaparlardı. Çünkü buralarda bu çocukların lideri Tahsin’di. Onun sözüne itaat edilir, herkes ele geçirdiği ganimetin bir parçasını ona verirdi. 15 çocuktuk eski bir evde.
Aralarında en yeni bendim ve onların arasında kalabilmem, bana yiyecek vermeleri için bir tür cesaret testi olarak, sigara çalmam isteniyordu, çalmadım, birilerinden dal dal dilenip istedim, bir paket kadar getirdim.
Beğenmedi, “ben paket istedim” dedi. Çiğnedi saatlerce toplamak için uğraştığım sigaraları.
Beni dövmeye başladı. Kaçtım. Berbat sıcak bir gündü. Tarihi ahşap bir evin uzun otlarla kaplı bahçesinde yakaladı beni, beni yakamdan tutup diğerlerini çağırdı. Bekledik.

Diğerleri sigara yakmıştı, kimi bali çekiyordu, benim haşat edilmemi izliyorlardı gülüp eğlenerek. Şu Tahsin benden uzun boylu olmasa, on benzetebilirdim ama. Ne sinir bozucuydu bu iş. Beni yere yatırmış üstüme oturmuş beni tokatlıyordu.
Aklıma bişiy geldi, parmaklarımı gözlerine soktum çivi gibi. Çığlık attı. Kalkıp kaçtım. Geriden durup şaheserimi izledim, bana bağırıp küfür edip parmağını sallıyordu, gözlerinin acısı geçmemişti.
“Erkeksen yanıma gelsene, kancık!”diyordu. Hiç tanımadığım anneme küfürler ediyordu. Bu beni rahatsız etmişti ama umursamamaya çalıştım. Başardım da. Ona dil çıkarmış, bana savurduğu küfürleri bağırarak ona iade ediyordum, çıldırıyordu. Seyirci çocuklara da küfürler yağdırdım. “Ölüm fermanını imzaladın” dediler. Pişman olmuştum ama iş işten geçmişti, bu çocuklar beni ellerine geçirdiğinde bir olup üstüme hücum edip beni fena döverlerdi. Tahsin, yine anneme küfürler yağdırıyordu. Sabrım taşmıştı. Elimde bıçak olsa gidip onu deşerdim ama yoktu, taş da yoktu yerde. Tam o anda aklıma müthiş bişiy geldi. Tutar mı bilmiyordum ama ne pahasına olursa olsun bunu deneyecektim. Ona doğru bütün gücümle koşmaya başladım, giderek ona daha çok yaklaştım. Şaşırmış, bana bakıyordu, sırıtarak Ona çok yaklaşmıştım. Üç metre kala havaya sıçrayıp bir dizimi havaya kaldırdım. Uygun yakınlığa gelince dizimi yüzüne çaktım.
Diz darbemde yere yığıldı, ağzı gözü kan içindeydi. Acıyla kıvranıyordu, yüzünü tutmuştu.
Diğerleri hazin dünyalarından bir anda çıkıp pörtleyen gözleriyle bize bakıyorlardı. O gün o çakallar bana hayranlık duymaya başladı ilk kez, o gün Tahsin’in tahtını yıkmaya başladım.
Artık onun benden uzun olma sorunu ortadan kalmıştı. O ise karşımda istediği adamı oynayabilirdi, çok rahattım.
Sokakta bela çoktu, hele de benim gibiler için, sataşan, bela arayan, insanın gözünü keyfi için oymak isteyen ruh hastaları çoktu buralarda. İster istemez ya başlattığım, ya bulaştığım kavgalarda ilk iş olarak rakibin gözlerine parmaklarımı sokmayı âdet edindim, o zaman rakibin için hemen bitiyordu. Kedi gibi ellerimi rakibin gözlerine sokuyordum ya da koşup üstüne sıçrayıp dizi indiriyordum suratına.
“Ölmedin mi la sen?” dedi Tahsin.
“Ben ölmem.”
“Ama bir gün inan elimde kalacaksın.”
“Hadi gel, uygun yere gidip dövüşelim?”
“Hiç uğraşamam senle şimdi, önemli işlerim var.”
“Ne önemli işin olabilir ki, aptal sürüngen!” Deyip kahkaha attı, “nikahına mı yetişeceksin?”

“Zevzekliği kes! O kadar akıllıysan ne işin var benim gibi sokaklarda? Sende o kafa ne gezer.”
“Orası öyle… ama bir gün… ama bir gün beni göremeyeceksin buralarda. Sense harcanacaksın günün birinde.”
“O hayalleri zamanında ben de çok gördüm, ya git biraz insan ol, kimse sevmiyor seni. Bırak artık kötülüğü. 3 gram değiş.”
“Aman be, yine sıkıcı konuşmaya başladın, sana iyi gebermeler” deyip basıp gitti. Ben ona böyle insanlıktan güzel şeylerden bahsedince kızar sıkılır giderdi. Sanki o zaman uysallaşırdı, beni anlardı ama içinde bişiy onu engeller, kaçıp gitmesini isterdi. Ama emindim bu tehlikeli pisliğin içinde bir noktada beni çok iyi anlayan bir şey, bir özelliği, bir dili bir hissiyatı vardı. Belki de çok yanılıyordum, onda görmek istediğim şeyi görüyordum. Çünkü fırsatını ele geçirdiği bir an, uygun bir anda bana arkadan bıçağını hiç tereddüt etmeden saplayabilirdi, onun bunu yapmasına sebep olacak bir şey yapmam yeterdi. Ben de bunu ona yapmazdım; çünkü ben iyi biriydim.
Geceye kadar çöpün yanında koyulan karton kutuların arkasına, duvar dibinden uyuyarak geçirdim. Toplayıcılar gece onları alırken beni görüp korktular, uyandım. Açtım. Yiyecek bişiyler aramaya çıktım. Çöpün yanına kedi köpek yesin diye bırakılan ekmeklerden yerken, bir poşette yiyecek olduğunu sandığım şey gördüm, açtım. Pastaydı. Onları yiyerek köprü altına geldim. Çevrede kimse yoktu. Tek Ali vardı ve tenekede ateş yakmıştı. Ali 15 yaşındaydı. Bir sene önce evden kaçmıştı. Sebepse babasından yediği dayaklardı. 7 yaşından beri çeşitli işlerde çalışıyordu. Araba tamirhanesinde en çok çalışmıştı. Her seferinde babası haftalığını elinden alırdı, içkiye, karı kıza yatırırdı. Ali mecburdu, ama güçlenmiş, boyu babasınınkini aşmıştı. Babasına para vermeyince babası onu evden atmıştı. Araya anne girmiş, aralarını düzeltmişti. Bir gece babası annesini döverken araya girmiş, babasını tutup evden dışarı atmıştı ama babası üç arkadaşıyla eve baskın yapıp onun bir güzel dövmüşlerdi. Ertesi gün yaşadığı şehri terk etmişti. Ara ara özlediği annesini arardı, annesi eve dönmesi için yalvarırdı, babasının pişman olduğunu anlatırdı. Bir keresinde telefonda babası çıkmış; “biliyorum, sensin oğlum, dön eve, geçmişte olan oldu. Bağışla beni, bağışlarsan seversin ve Allah’ın ışığı üzerine yansır. Yoksa harcanıp gideceksin sokaklarda, ben de gözüm arkada acılı öleceğim…” İçi kan ağlamıştı, gözleri ıslanmıştı ama hiçbir şey demeden kapamıştı telefonu.

Eve dönmeyi istemişti o gün ama dönerse buradaki ortamdan, arkadaşlarından kopacaktı, o eski yaşantısı gelmişti gözlerinin önüne, ne doğru düzgün bir dostu, ne bir sevdiği, ne bir yalnızlığı vardı, hiçbir şeyi yoktu kendini değerli hissettiği, ama burada, sokaklarda, macera vardı, heyecan, müthiş bir belirsizlik, korkutucu ama güzel bir gerçeklik, aç kaldığında onunla ekmeğini paylaşabilecek harbi dostları, yüzü güldü mü gerçekten gülen dostları vardı. Bu sokaklarda tek düze değildi hiçbir şey. Her an her şey olabilirdi. Artık televizyonu ışığı kapa diyen biri yoktu. Sabahın köründe işe kalk diyen biri yoktu ama çok özlerdi annesini. İşten gelince mutfakta annesinin yemek verip onunla gün hakkında konuşması, bişiyler deyip içini dökmesi.
Ali’ye pastalardan verdim, o da bana çöpte bulduğu meyve suyundan verdi. Önümüzde ateş çatırdıyordu. Ali de keyifsiz görünüyordu, onu mutlu edecek bişiyler düşündüm.
Ailesini sordum, daha çok üzüldü.
Ben de onları düşünüyordum dedi, annem sofraya yemek tabaklarını yerleştirirken benim sırama geldiğinde içi cız ediyordur. Ablam da onunla ettiğim kavgaları bile özlüyordur.”
Ali, ağlayacak gibiydi. O bulutları dağıtmak için bugün gördüğüm bankadan söz etmeye başladım. Soygun yapıp o parayla kendimize yeni bir hayat kurabilirdik, doğa içinde.
Ali’nin gözleri parlamıştı heyecanla. Sakladığı çikolatayı çıkardı, yarsını bana verdi.
“Kimseye vermeyecektim hesapta” dedi gülüp.
Kaliteli çikolatanın tadı damağıma yayılınca, o keyifle Ali’ye sıktığım palavrayı daha bir düzene, güzelliğe sokup anlatmaya başladım. Gülüyor, arada kendi fikrini söylüyor: “…şunu da yaparız” diyor, “hı hı” diyorum, gülüyor, gülüşüyoruz, bir düşü örüyorduk. İkimizde de ne keder, geçmiş ne gelecek, hiçbir endişe ve korku kalmamıştı, birbirimizin gözünün içine, ağzından çıkanlara bakıyorduk, kilitlenmiştik, bir tur uçuşa geçmiştik; ama fazla ileri gidersem hüsrana uğrardı, kusura bakma Ali ama bunlar sadece bir düştü, kurması güzel; ama gerçekte uygulamaya kalksak, inan bizim becerebileceğimiz bişiy değil. Çünkü sen ve ben iyi insanlarız. Elimize kan yakışmaz, yüreğimiz bu acıyı kaldıramaz. Zaten banka soyanları polis birkaç gün içinde yakalayıp hapse tıkıyor. Onlardan kaçmak imkansız. Biz mafya da değiliz. Banka soymayı da ancak filmlerden biliriz. Bize yumruk atana bir yumruk atsak, yere çalsak, adam ağlasa, ona üzülür ve yerden doğrulması için elimizi uzatırız. Beni anlayabiliyor musun dostum?”
Başını salladı üzgün üzgün; “evet” dedi.
Ben başımı şehrin ışıklarına çevirip anlamsızca bişiy şarkı yaratıp mırıldanırken beni izledi sessizce ve; “sen bir iş çeviriyorsun” dedi, “Sinsi.”
“Yok” dedim, güldüm.
“İnanmıyorum sana.”

Bir an düşündüm sesli sesli: “Günün birinde zıvanadan çıkıp böyle bir işe kalkışır mıyım, insan bilebilir mi sonunu? Çare diye sarılırsın, ölümün gülümsemesi çıkar karşına. Ama eğer günün birinde banka soyacaksam eğer, öncesinde çok kötü bişiy yaşamam lazım, delirmiş olmam lazım.” Güldüm.
“Zaten delirmişsin, deli olmasak ne işimiz var sokaklarda. Kurtuluş hikâyesi de boş, buralarda harcanıp gideceğiz. Çünkü yola baştan yanlış çıktık. Ben mesela bir gün dönerim diyorum eve, ama dönmemek için de sebepler yaratıyorum kendime.”
Güldüm; ama aslında ağlıyordum içimde, sessizlikle ona bakarken. Umarsızlık vardı gözlerinde, işte bu en tehlikeli şeydi, ben de bunun gibi mi bakıyordum hayata, insanlara, bu çok kötüydü, çok, biz delirmekten de kötü bir durumdaydık. İyice duygusallaşmıştım. Geçmişim geldi gözlerimin önüne.
3 sene önce hayatım iyiydi. Bir ailenin yanındaydım, bir annem babam vardı artık, evlat rolü oynamak güzeldi. Bir sevgi yumağı içindeydim ve kimi anlar; “hey, ben sizin gerçek çocuğunuz değilim ki, bu kadar duygusallığa gerek yok, arada beni pataklasanız hoşuma bile giderdi. “ dememek için kendimi zor tutuyordum. Karı koca âdeta bir melekti, iyilik meleği. Sıklıkla bana baygınlık verirlerdi; çünkü böyle bir sevgiye, şefkate hiç alışık değildim. Çok da kibarlardı, beni öpmeden önce; “seni öpebilir miyim?” diye sorup izin isterlerdi, öyle dangır dungur şap şup öpmezlerdi. O m’ayışık günlerimin birinde bir gece yarısı ses duyup kalktım, birine odun indireceğim sırada durdum, bu hırsızı tanıyordum. O sırada üvey babam da uyanmıştı. Korkuyla tabancasına sarılmıştı. Ateş edecek gibi kolunu doğrultmuştu, arkadan onu ittim. Düşerken vitrine tutunmaya çalıştı, vitrin üzerine devrildi.
Yetiştirme yurdundan 3 arkadaşım bana “merhaba” demeye gelmiş oysa. O arada aç olan biri de dayanamayıp dolaba el atmış, dolaptan bişiyler devirmişti yere. Arkadaşlarıma “kaçın diyordum, “kimse görmesin sizi.” Onlar kaçmışlardı ama üvey annem kocasını ittiğimi görmüştü, beni polise vermediler ama evlerinde de istemediler.
Sonra başka bir aile… Bir hafta yanında kaldım, sonra sokaklara döndüm, düştüm daha doğrusu.
Her seferinde; “yaşasın, kurtuldum!” diyordum içimden, ama yine sokaklarda oluyordum, bu çok sıkıntı verici bir acıydı. Sonra o güzel, rahat, konforlu günleri hatırladıkça kahroluyordum çünkü. Sonum ne olacaktı, sokaklarda insanın sonu ne olur ölümden başka?

Bir ara üniversitede okuyan ablalar sahip çıkmıştı bana. Beni kaldıkları öğrenci evine getirmişlerdi. Orada bir sürü kitap vardı, kimi günler orada kalıyordum, çok aç olduğumda özellikle. Gitar çalıp şarkılar söyleyip aralarında politik anlamadığım bişiyleri konuşurlardı hararetle. Sürekli kitap okurlardı, eve kız, erkek gelip giden çoktu. Mezun olmalarına bir yıl vardı, bir gün onlarda kalmak için eve gittiğimde; üçünün de bir gün polis tarafından gözaltına alındığını öğrendim. O sevdam, çarem de darbe almıştı, ama onlara daha çok üzülmüştüm, sokakta yaralı, sakat bir hayvan, insan görünce el, kucak açan, evlerine götüren bu insanların hapse atılacak bir suçları olduğunu sanmam, siyasi şeylere çok karışıyorlardı, bundan olsa gerek içeri atılmışlardı.
Üvey babamın loş karanlıkta azılı hırsız sanıp ateş edeceği –dolaptan tatlı alıp yiyen- Muhammed’le takıldım bir süre. Ama onun kötü alışkanlıkları vardı. Onu sevdiğim için onun yanındaydım, onu korumak için. O günlerin birinde pazarcılık yapan Rasim amca onu öyle bir dövdü ki, bir daha bali içmeyeceksin diye, Muhammed o günden sonra bali hiç içmedi, Rasim amca gibi pazarda bişiyler satmaya başladı, çorap, atlı gibi şeyler, Rasim amcanın evinde kalmaya başladı ve bir daha sokağa hiç düşmedi. Muhammed ile bir gün vedalaşırken; o kadar çok üzüldüm ki; ona sarılıp bırakıp son kez gözlerinin içine baktığımda içimden yemin ettim. Bir gün bir şekilde onun gibi kurtulacaktım sokaklardan, bu pis hayattan. Onun sokaktan kurtulduğuna o kadar çok sevinmiştim ki. Rasim amca onu evlat edineceğini, eğer güzel ve iyi şeyler yaparsa onu zamanı gelince iyi bir kızla evlendireceğini de söylemişti. Muhammed ile vedalaştığım günün ilerleyen saatleriydi. Öğle güneşi vardı gökyüzünde ve yanımda o olmadığı için çok üzgündüm. Ben ne olacaktım?
Çöpte yiyecek bişiyler araştırırken; birden yanımdan geçip giden şehir insanları dikkatimi çekti. Üstüm başım perişandı ve çöpten bulduğum bir çürük elmanın yarısını yerken; kimsenin beni umursamadığını, yanlarındakiyle konuşarak, gülerek geçtiklerini gördüm, kimi ona baktığımı anlayıp başını çeviriyor; ama sonra hemen bakışlarını kaçırıyordu.

O gün insanlığa dair ne kadar umut varsa içimde, hepsi öldü gitti.
Şimdi, burada, zavallı Ali’yleydim. Bu gecenin sokaklarında dehşet bişiye, ölümcül bişiye bulaşmadan son vermeliydim bu hayata ve yepyeni bir başlangıç yapmalıydım ama nasıl, onu bilsem yolun yarısı alırdım ama bilmiyordum. Bu sokaklardan nasıl kurtulurdum? Aklıma hiçbir uygun yanıt düşmüyordu. En yakın olanca doğa içinde, bir ormanda yaşam sürmek ama bunu da param olmadan yapamazdım ki? Ya bir işe girip para biriktirecektim, ormanda bir yer inşa edecektim ama bu üstesinden gelebileceğim bişiy değildi. Çadır kursam, yok, böyle olmazdı, donar giderdim oralarda. Ben macera değil, gerçek bir güzel yaşam arıyordum. Donmasam bile devlet, orman koruyucuları beni oradan atardı. Onca masraf, emek de boşa giderdi.
Ali dedi ki o an:“Tahsin yeni bir çocuk buldu.”
Umursamadım.
“Elif diye bir kız, öyle güzel ki.”
İçime bir kurşun saplandı o an. İçim zangırdadı. Ruhum isyan etti. Bir yumruğumu sıktım.
“Elif mi dedin?”
“Evet.”
“Nerde Tahsin?”
“Bilmiyorum.”
O gece ve ertesi gün Tahsin’i arayıp durdum. Gece olmuştu, yorgun ve sinirliydim. Tahsin’in eskiden kullandığı bütün mekanları tek tek gezmiştim. Çocuklara sormuştum, hiçbir yerde yoktu. Deniz kenarına indim, şarapçı amcalar şarap içiyordu. Onlardan biri, Nedim amca ise kayalıkların orada midye çıkarıyordu. Midyeleri kimi lokantalara satardı. Midye dolma yapılması için. Yardım istedi, ben girdim denize, o kenarda şarap ve sigara içmeye başladı. Tahsin’den, Elif’ten söz etmeye başladı. Tahsin birkaç saat önce ona yardım etmiş, o sırada geride bekleyen Elif’e 2 şarapçı sarkıp tecavüze kalkınca Tahsin işi bırakıp fırlamış. Ürken ağlayan Elif’i sakinleştirmiş, küfürler savurmuş, basıp gitmiş.
“Nerde Tahsin? Dedim, denizden çıktım, “hemen yerini söyle, pis moruk?”
Gözlerime baktı.
“İşi bitir, ancak söylerim. Ama benim söylediğimi asla söylemeyeceksin, moruk?”
“Peki” dedim.
Birkaç saat sonra yola düştüm.
Gecenin üçünde eski tren istasyonuna geldim.
Arızalı, hurda vagonların birinin önünde ateş vardı.

Tahsin’i gördüm. Ateşin yansımasıyla bir yanı gölgeli oradaydı işte.
Ona yaklaştıkça bir balık kokusu geldi burnuma.
Karanlıktan birden çıkıp ateş aydınlığına aniden öfkeyle dalıp diz çökünce; Tahsin korktu, ödü patlamıştı.
“Sen miydin?’”

Hamsi ızgara yapıyordu.
“Aç mısın?”
Başımı salladım.
Tahsin bişiyler anlatıyordu. Güzel bir gelecekten söz ediyordu. Bu benim tanıdığım Tahsin değildi. O ara o lafa, kızartma işine daldığında sessizce kalktım çevreyi kolaçan ettim ama kızdan iz yoktu. Vagona girdim. Kız orada uyuyordu.
Arkamdan gelmiş, elinde küçük bir balta vardı: “Çekil oradan onu rahatsız etme!” diye bağırdı.
Dışarı çıktım.
Kızı buradan götürmenin bir yolunu bulmalıydım.
“Neden geldiğini biliyorum boşuna uğraşma!”
“Ne yazık ki uğraşacağım.”
“İstesem buraya 15 arkadaşımla gelirdim. Ellerinde odunlar olurdu, seni bir güzel döverlerdi.”
“Doğru. Ama bak onu seviyorum, evleneceğiz ve artık sokaklarda olmayacağız.”
“Sevmek mi, sen ne anlarsın sevmekten? Onu çıkarların için kullanıp mahvedeceksin.”
Biz gergin ama sakin sakin tartışırken Elif uyanmış, yanımıza gelmişti.
Bir esire hiç benzemiyordu. Elinde kırmızı güller vardı, onları ara ara kokluyordu.
“Sen bunun kim olduğunu biliyor musun, Elif?”
“İyi biri o.”
Güldüm.
Elif, bıçağı çıkardı arkasından, “bana bunu verdi kendimi korumam için.”
“Bunların hepsi seni kandırmak için. Aldanıyorsun.”
Tahsin hamsileri pişirmişti.
Bana da yarım ekmek arasına koydu verdi.
Gerek yok dedim,
“Hamsiyi, ekmeği Elif bulup getirdi.”
Aldım.
“Senin yaptığın yenmez ya, açım, alayım.”
Güldü.
Tahsin, güzel hayaller anlatıp durdu. Elif ona inanmıştı ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Tahsin, Elif ve ben deyip deyip duruyordu, bir güzel, mutlu hayatı yaşamaktan söz ediyordu. Elif ona, bu hayata umut bağlamıştı anlaşılan. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Ekmeğim bitmişti. Oradan ayrılmadan önce, Elif’in kulağına: “Ona asla güvenme.”
“Tahsin bana dedi ki: Ona asla güvenme.”
Tahsin güldü.
Elif’e acıyarak baktım ve oradan uzaklaştım.
Yolda Rauf çıktı karşıma.
Çok üzgündü. Elif’i kaybettiği için çok üzgündü. Onu abla kardeş bellemişti.
“Gidip onu kurtaralım.”
“Faydası yok, gerekeni yaptım.”
Rauf ağlamaklıydı, bir sürü şey anlatıyordu beni ikna etmek için, sonra ağlamaya başladı, onu teselli etmeye çalıştım, bana kızdı, “korkaksın” dedi, “sen gelmesen gelme, ben tek başıma kurtaracağım onu.” Tuttum elinden. Tokadı yapıştıracaktım ama son anda tuttum kendimi, bunu tutup kaldırdım bir omzuma, “bırak beni!” diye zırlıyordu. Onu Ali’nin yanına götürdüm, yolda uykuya dalmıştı, uyanmasın diye onu uygun yere bıraktım yavaşça.
“Bu bir yere kaybolmasın Ali” dedim. Kenarda ben de kıvrılıp uykuya daldım.
Ertesi gündü. Ali yoktu, Rauf’tan eser yoktu. “Yiyecek aramaya gittiler” diye düşündüm. Dün geceyi unutmuştum.
Oradan ayrılmak üzereydim, Ali bağırdı arkadan, koşarak geldi yanıma, ekmeği uzattı, aldım.
“Rauf hastanelik oldu” dedi.
Biz uyuduktan sonra Rauf uyanmış, Elif’i kurtarmak için dört beş çocukla konuşmuş ama hiçbirisi cesur çıkmamış, Rauf da tek başına yola düşmüş, bir bıçakla. Onun başına ne gelecek diye merak eden çocuklardan biri de arkadan onu takibe koyulmuş. Tahsin’in eski tren istasyonundaki yerine gitmiş Rauf;“ablamı ver, ona kötü
bişiy yapmana izin vermeyeceğim.” Tahsin ona bişiyler demiş kovmuş ama Rauf bağırıp çağırmaya, elindeki bıçağı sallayarak konuşmaya devam etmiş. “Ver ablamı, it oğlu it!”
“Çocuk, elimde kalırsın, git başımdan! O zorla kalmıyor burada.”
Rauf taş atmış uzaktan, Tahsin’in başı yarılmış. Tahsin onu yakalamak için koşmuş, ayağı takılan Rauf düşmüş. Tahsin ona elindeki baltayla vuracağı sırada Elif arkadan odunu indirmiş. Ensesi acıyan Tahsin kıza bir tokat atıp yere savurmuş. Sonra Rauf’u tekme yumruk dövmeye devam etmiş. Kız, yerden kalkıp yine engel olmak istemiş ama Tahsin birkaç tokatla onu yine yere sermiş, bayıltmış. İstasyondaki bekçi sesleri işitmiş, polise haber vermiş, polis gelmiş, sonra ambulans, Rauf ambulansa koyulmuş.
“Tahsin nerde?”

“Bilmiyorum.”
“Çocuklara söyle, onu derhal bulmalıyım.”
“Söylerim.”
Tahsin’i aramaya koyuldum, çocuklara söyledim, hangi deliğe girmişse onu çıkarıp gebertmeye karar vermiştim.
Eski kaldığı yerleri dolaşmaya başladım. Buralarda yoktu. Büyük ihtimal yeni bir yer bulmuştu ve orada saklanıyordu. Elif, o ne haldeydi acaba?
Gece olmuştu, umutsuzlukla deniz kenarına geldim. Şarapçılar içiyordu, yanlarına oturdum, içtim, Nedim abi geldi az sonra, kayalıklardan.
“Hava felaket, dineceği yok, Midye işi yatar” dedi, “Tahsin’i gördüm, kayanın üstüne çıkmış çatlak, yutacak dalgalar geri zekalıyı, ne kadar dedim dinletemedim.”
Dalgalar kayaları dövüyordu, en uçtaki kayanın üstündeydi Tahsin, altında sadece şort vardı. Dalgalar kayayı dövüyordu, Tahsin’i de yıkıyordu. Dalgalara kapılıp gidecek gibiydi, bir elinde şişe vardı, bağırarak bişiyler söylüyordu denize. Çağırdım onu. Oraya gidilmezdi. Gitsem kayıp düşerdim denize. Tahsin gülüyordu. “Bekle, geliyorum” işareti yaptı eliyle. Geldi elbiselerinin yanında.
Yüzü gözü berbattı, iyi bir dayak yemişti birinden, yüzünde çizikler vardı. Ne güzel yakışmıştı ona.
“Neden çağırdın beni?”
“Senle önemli bir işimiz var.”     
“Neymiş?”
“Seni öldürmeye geldim.”
“Ben zaten ölüyüm” dedi, giysilerinin altından bıçak çıkardı, önüme attı, bana arkasını dönüp oturdu, şarap içmeye başladı.
“Kalk, çarpış benle!”
“Gitti, gitti” diyordu. “Hepsi sizin yüzünüzden…”
Ne zırvalıyordu ağlayarak?
“Bütün hayallerim suya düştü, bitti gitti. Ona âşıktım. Gittiii.”
Tahsin’in öldürülecek bir yanı kalmamıştı, ölmüştü ve ben fazlasını yapamazdım. Oradan ayrıldım. Şarapçıların yanına dönüp içmeye başladım.
“Gelmiyor mu?”
“Yok.”

“Tabi gelmez. Hak etti. İnsan âşık olduğu kızı döver mi canım. Ama kıza da bravo doğrusu, fena pataklamış bunu.”
Şaraba devam ettim, uykum gelmişti, uyku ile uyanıklık arasında gezerken içime bir şey düştü: Eski tren istasyonu… kurbanlar olay yerine mutlaka dönerdi. Hem Elif çevreyi bilmiyordu ki, orada bir yere saklanmış olabilirdi. Fırladım.
Eski tren istasyonunda çevreyi inceliyordum. Onu hiçbir yerde bulamadım, oradan ayrılıyordum ama vagonun üstünden bir ses işittim. Elif’ti bu.
“Aptallık yaptım” dedi, “Onu iyi biri sanmıştım. Ben kırmızı çiçeklere bayılırım. Plastik olsa bile. Kimse vermemişti bana.”
Elini tuttum, içim acayip ısındı, çevreyi kolaçan ettim,
“Sen benim gerçek aşkım mı olacaksın?” dedi, “sen de kelek çıkarsan senin de yüzünü çizerim.” Güldü.
“Evet” dedim, “saçlarını görür görmez içime düştün.”
Ayrıldık oradan.
Onu güvenli bir yere bırakmalıydım. Bir süreliğine. Ben de buralardan kaybolmalıydım. Çünkü Tahsin mutlaka peşimde olurdu, öcünü almadan durmazdı. Tahsin başka bir şey, heyecan, bişiy bulup olayı unuturdu belki. Elif ve ben, yani biz; sokakları bırakmanın bir yolunu nasıl bulurduk…o yolu bulmalıydık…
Geceyi bir apartmanın garajında birbirimize sarılıp uyuyarak geçirdik. Arada uyanıp öpüştük.
Ertesi gün aklıma bir çözüm geldi, Pazar günleri yaşlı bir kadına defalarca yardım edip Pazar çantalarını taşımıştım, Pazar arabası aldığında da arabasını sürmüş, apartmandaki dairesine çantaları taşımıştım defalarca, günün birinde onu yolda ilerlerken görmüş, yardım teklif etmiştim, o da bana yiyecek vermişti. Yardım edeninin olmadığından söz edip yakınmıştı, evlatları evliydi ve başka şehirdeydi. Bana da acımıştı, “yine gel yardım et.” Ben de Pazar günleri onun oturduğu apartmanın önünde beklerdim, pazara giderdik, alışveriş yapardı, ben ona yardım ederdim taşımada. Sevim teyze bana güvenirdi. Elif’i ona götürürsem hayır demezdi.
Sevim teyze bu işe çok sevindi. Yaşlıydı ve çeşitli hastalıkları vardı. Oraya buraya koşturamıyordu, faturaları yazdırmak, ilaç yazdırıp eczaneden almak gibi işleri için biri lazımdı. Evi derleyip toparlayıp yemek yapabilecek birinin, bir dostunun olabileceğine çok sevinmişti.

Elif’i onun yanına bıraktım.
O heyecan ve mutlulukla evden yemek yemeden çıkmıştım, büyük bir açlıkla yiyecek aramaya giriştim. Çöpü karıştırırken bir şey fark ettim, bu bir çadırdı, en az 3 kişilik bir çadırdı, dağcıların kullandığı. Sırt çantası, yatak, ve bir sürü malzeme vardı içinde. Bunlar iyi para ederdi. Düşlerimde gördüğüm o yıkık dökük kulübeyi hatırladım. Aklıma bir fikir geldi, bu çadır kulübe olabilirdi. Şehir dışında ya da şehre yakın bir ormanda bu çadırda idare edebilirdim. Elif zaten güvendeydi, ara ara yanına giderdim ama çadırda olursam sokaklardan da kopardım, bir iş bulur, çalışırdım, sonra parayla malzemeler yiyecekler alıp ormanıma geri dönerdim, Tahsin beni, olayı unuturdu. Sokaklar, karanlık zor geceler, belalar beni unuturdu. Her şeye yeniden, ilk kez doğru biçimde, küçük küçük, alışa alışa başlardım, artık bir sevgilim vardı. Artık yapayalnız değildim. İçimdeki huzuru, mutluluğu bir yerde kafa dinleyerek tek başıma yaşayıp korumak istiyordum, ormanda çadırda yaşamak da şahane geliyordu gözüme. Orada Elif’e kavuşma hayalleri kurardım, bir evimizin olduğunu ormanın bir köşeciğinde. Sırt çantamla çöpün yanından ayrıldım. Bir restoranın yanından geçiyordum, arkasına bir kamyonun yanaştığını gördüm, kamyonda odunlar vardı, içime bişiy düştü, adama sordum, “iş lazım bana, yardım edeyim mi?”
“Patrona sormam lazım” dedi, gitti, az sonra geldi, odunların indirilip kesilip istif edilmesi gerekliydi, restoranın fırını, kaloriferi için. Bu iş sabaha kadar sürdü, ertesi gün de. Para verdiler ama ekmek ve uzun süre dayanabilecek zeytin, pirinç gibi şeyler lazımdı bana, küçük teneke kutularda peynir, zeytin, konserveler verdi bana aşçı. Bir miktar pirinç, bir miktar un, zeytinyağı… yumurta… makarna…bir sürü yiyecek…peki bunları nasıl taşırdım. Aşçı restoranın aracını süren, oraya buraya servis yapan adamla görüştü. Araçla daha önceden (yıllar önce) bulunduğum ormana geldik. Bir yer belirledim hemen, eşyalarımı, yiyeceklerimi indirdik. Adam gitti.
Çadırı kurdum. Çadırın arka kısmına da yiyecekleri dizdim. Naylonu çektim. Aşçı bana o kadar çok malzeme vermişti ki, tabak çanak tava vs. hayat hikâyem ona pek acıklı gelmişti ve patronundan gizli onca şeyi vermişti. “Ben ona sonra izah ederim, anlar” demişti. Bana bir büyük, bir küçük tüp vermişti, yani yağmur fırtına olduğunda bile çadırın içinde tüpte yemek yapma işimi görecektim. İnşaatlardan eski püskü tahtalar toparlayıp dört tekerli bir elle itmeli eskici arabasıyla buraya getirip kendi kulübemi yapabilirdim, Elif’i de sonra yanıma alabilirdim. Güzel şeyler geçiyordu içimden.

Karnım acıkmıştı ve ben çadırımı kurmuştum.
Küçük tüpte yumurta pişirip yedim. Aşçı bana ekmeği nasıl mayalayıp tavada zeytinyağında pişirmem gerektiğini anlatmıştı. Yiyecekler bana bir ay yeterdi. Acayip mutluydum.
Sonra çadırdan çıktım, çadır önünde ateş yaktım odun toplayıp.
Ertesi gündü. Ormanın aşağısında bir adamın bağırdığını duydum. Sabahın sekizi dokuzu olmalıydı. Saatim yoktu ama güneşin ışıklarına göre bir tahmin yürütmeyi aşağı yukarı başarırdım. Sessizce aşağı ilerledim. Irmağın kenarına geldim. Ağaçların arasında bir kadını gördüm, ağzı bantlanmıştı, elleri arkadan ağaca bağlanmıştı. Siyah takım elbiseli, gömleğinin yakaları açık, pisliğin teki elindeki odunla kadına vurur gibi yapıp bişiyler söylüyordu. Ceketi açılınca belindeki tabancayı gördüm. Adam kadına bağırıp küfürler ettikten sonra ilerledi, aracına geçti, koltuğuna kurup telefonda biriyle konuşmaya başladı. 15-20 metre bir mesafe vardı. Arkası dönüktü, belki kadını kurtarabilirdim, bu vaziyette onu bırakamazdım, yardım çağıramazdım da, yardım gelene kadar onu öldürebilirdi, hemen bişiy yapmam lazımdı. Cesaretimi topladım, adam telefonda lafa dalmıştı. Sessizce kadının ellerini çözdüm, ağzını açtı. “Gel benle” dedim. Çadırıma getirdim onu.
“Çok param var… çok…hayatımı kurtardın!” diyordu panikle, göz yaşlarıyla, “beni öldürecekti!”
“Paraya gerek yok, geçti, rahatlayın” dedim.
Kadın bankacıydı. Zengin bir adamla evlenmişti ve boşanınca da yüklü bir tazminat almıştı. O sırada bankaya gelen bir müşterisiyle yakınlaşmıştı, işte o adam ona işkence edendi. Bankadaki bütün parasını çekip ona getirmesini istiyor, bu olmazsa onu yakalayıp buraya getirip ölene kadar işkence yapmaktan söz ediyordu.
“Gidelim buradan, burayı bulur.”
“Çok yukarda, nasıl bulsun ki? Rahatla dedim, “aç mısın?”
Kadına yiyecek bişiyler verdim.
Kadına hayat hikâyemi anlattım, sakinleşip sorunca.
“Ben sana yardımcı olurum” dedi, “Bankaya gidelim hemen, para çekerim.”
“Gerek yok, rahat ol.”
Ertesi günün sabahı, bir sesle uyandım. Adamın biri vardı çadırın önünde.
“Çık dışarı!” dedi.
Çıktım.

Üç adam ve üç avcı köpeği vardı önümde. Tüfekleri de vardı.
“Burada bir sarışın, yeşil gözlü kadın gördün mü?”
“Yok, ben dün geldim buraya, bilmem ki.”
“Ama köpekler neden içeriye girmek istiyorlar?”
“Dün ormanda kayboldum, ben yoksam çadıra kim girdi, bilemem, ben tek başımayım.”
Adamlar gözlerime ısrarla baktılar, biri işaret verdi, köpekleri saldılar, köpekler çadıra girip içeriyi koklayıp bir yöne süratle koşmaya başladı.
Sesler epey uzaklaşınca bir çıtırdı duydum arkamda. Dönüp baktım, sarışın kadındı.
“Ben sana demiştim, bak buldular burayı. Eğer tuvalet için uyanmasaydım yakalamışlardı beni.”
Koştuk.
Yola geldik, bir araca otostop çektik.
Araç bizi aldı. Onları atlatmıştık, sanırım.
Şehre geldik, araçtan indik.
Kadın, beni bir daha göremeyeceğini, onların eline düşüp öleceğini anlatıyordu, manyak biçimde korkmuştu, beni bir daha göremeyeceğini söyleyip, “sana mutlaka para vermeliyim, hayatımı kurtardın” diyordu.
Bir bankaya girdik. Kuyruk vardı içerde. Tuvalet için kalktım koltuktan ve gittim. Dışarı çıktığımda eli silahlı birini gördüm, sırtı dönüktü bana. Tuvalete kaçacaktım ama beni son anda gördü, bu Tahsin’di. Herkesi rehin almıştı, herkesi yere yatırmıştı…
“Sen de geç şöyle!”
Ben de uzandım yere. Yüz üstü.
“Bırak tabancayı Tahsin, bitersin, bitirirler, böyle bitmesin.”
“Hayallerimi çaldın, ben de senin hayallerini yok edeceğim.”
Ne desem fayda etmiyordu.
“Sen iyi bir insansın Tahsin.”
“Değilim” dedi, “Rauf yoğun bakımdaydı, öldü, onu döverek öldürdüm. Polis her yerde beni arıyor.”
“Ama sen onu isteyerek öldürmedin, biliyorum.”
“Polis bunu öyle bilmiyor, onca yıl verirler bana, ben öldüm, bittim. Elif’i de çaldın benden. Biletini keseceğim ama! Seni fırından araçla ayrıldığından beri takip ediyorum. Elif’i bulup geberteceğim sinek gibi. Ama önce sen!”
“Tahsin, olayı gören var, tanık olabilir, sen Rauf’u bile isteye öldürmedin ki.”
“Önce seni, sonra bu sarışın kadını, sonra diğerlerini teker teker öldüreceğim.”
Kimsesizler yurdunda kaldığımda oraya düzenli olarak bir adam gelirdi. Bize bir süre hediye, yiyecek içecek getirirdi, ama bize hediye verirken şunu söyletip ezberletmişti:
“Ben iyi bir insanım. Bana birileri ne yaparsa yapsın iyi insan olarak kalacağım. Çünkü iyilik insanın kurtuluşudur. Bana ne yaparlarsa yapsınlar, dürüst kalacağım. Çünkü dürüstlük insanın kurtuluşudur.”
Güldü deli gibi, “o adam benim kaldığım yurda da gelirdi.”
Güldüm, “tamam işte, o. bırak tabancayı.”
Adamın sonra ünlü biri olduğunu öğrenmiştim. Öldükten yıllar sonra. Aktörmüş. Filmlerinde oynadığı yapımcılardan, elektrikli traş makineleri, jean pantolonlar vs gibi bedava şeyler istermiş. Daha sonra öğrenilmiş ki bu tür şeyleri, kendisinin de çocukluğunda kaldığı yetimhanelerdeki çocuklara gençlere hediye ediyormuş.
Başıma tabancayı dayamıştı.
“Sen sevgilimi aldın elimden, her şeyi mahvettin. Gebereceksin!”
Biz konuşurken bir polis girmiş içeri.
Üç kurşun peş peşe yedi, birisini karnından, elindeki tabanca yere düştü.

“Bu tabanca, o günlerde babalara, oyuncaklara inandığım günlerden kalma, o adamın hediyesi…şu iyilik meleğinden…”
Tabancayı elime aldım hemen…oyuncaktı…
“Tabanca oyuncakmış! Ateş etmeyin!” diye bağırdım.
“Ölüyorum” dedi, “ölüyorum, ölüyorum, o tabancayı almadan önce ve sonrasında ömrümce ezberleyebildiğim cümleler tek bunlardı: Ben iyi bir insanım. Bana birileri ne yaparsa yapsın, iyi insan olarak kalacağım. Çünkü iyilik insanın kurtuluşudur.
Bana ne yaparlarsa yapsınlar, dürüst kalacağım. Çünkü dürüstlük insanın kurtuluşudur.”
“Ambulans!” diye bağırdım.
Tahsin’in gözleri kapanmıştı.
“Canım kardeşim diren, sakın ölme… bir sürü param var, senin de hayatın kurtulacak, sokaklar olmayacak artık…bitti..
Tahsin’in gözlerinden bir çift gözyaşı düştü, elimi sıktı.
“Hoşça kal dostum, keşke seninle hep dost olabilseydik. Elif’e iyi bak.”diyebildi.
Onun aşkı benim aşkım olmuştu ama şimdi onun acısı, aşkı da benim acım… aşkım olmuştu.
Bir insan acı duyabiliyorsa bir canlıdır, bir insan başka bir insanın acısını duyabiliyorsa insandır.
İnsanı kendi üzüntüsü, aşkı kadar yenilgiye uğratan bir başka şey yoktu. Ama esas zaferler de bunda, acıda saklıydı. Acıyla olandı.

İsa Kantarcı



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın çocuk romanı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Vahşi Ormanda Tek Başına 3
Vahşi Ormanda Tek Başına 2
Vahşi Ormanda Tek Başına

Yazarın roman ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
İki Kız Bir Erkek
İki Genç Kız Sohbet Ederken
Murat, Mevlüt, Muzaffer ve İsa
İyi Kızlar Aşık Olur 1
Köylü Kız Kezban
İki Kız Bir Erkek 4
Kurtlar ve İnsanlar
Silikon Kadın
İki Kız Bir Erkek 3
İki Kız Bir Erkek 14

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Göğsümde Ateş Böceği Gibi Parlayacak [Şiir]
Şimdi Yak Bir Sigara [Şiir]
Bir Kadının Gelişim Süreci [Şiir]
Remzi [Şiir]
Rüya Tarlasında Bitmiş Bir Kız Gördüm [Şiir]
Sahil Olduklarını Hatırla [Şiir]
En Güçlü Yerin [Şiir]
Seni Mutlu Edeceğim [Şiir]
Birds And Girls [Şiir]
Kapı Açan, Cebrail [Şiir]


İsa Kantarcı kimdir?

yazar

Etkilendiği Yazarlar:
jack london


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.