Gençliğinde müzik öğrenen, felsefeyi daha iyi anlar. -Platon |
|
||||||||||
|
Öyküde sözünü ettiğim yerler gerçektir. Öğle saatleriydi. Yaz ayının canlılığı, ezici ve güzel biçimde her yerde yaşanıyor ve hissedliliyordu. Hüseyin fırının yolunu tutarken çaktırmadan bahçede salça yapan annesine baktı. Kadın, domates kaynatıyordu kazanda ve yeni domatesleri ayıklayıp seçiyordu. Her sene kış için salça yapıp saklardı. Bugün kaç sefer oğlundan yardım istemiş, Hüseyin; “geleceğim” deyip durmuş; ama gitmemişti. Hüseyin eve ekmek poşetiyle girerken annesi onu fark etti, ters ters bakıp başını salladı. Hüseyin gülümsedi kaçak biçimde. Hüseyin, mutfak tezgahında yarım ekmeğin içine domates, biber, soğan, salatalık, zeytin ve peynir koyup kağıda sardı. Dışarı çıktı. Annesine görünmemek için sessizce uzaklaşıyordu. Ama kadın onu fark etti ve boş verdi. Hüseyin evin arkasına gitti, köpeğinin yanına oturdu, ekmeğin bir parçasından pitbull cinsi köpeğe verdi, köpek koklayıp bıraktı. “Ekmek ziyan oldu. Neden yemedin, şerefsiz!” Köpeğin Hüseyin’i taktığı yoktu, yattığı yerden kıpırdamak istemiyordu. Kaşınıp duruyordu. Bu sırada birinci katın pencere camı aralandı. Hüseyin’in abisi uyanmış, pencere önünde sigara içiyordu: “Ne bu?” “Eğiteceğim.” “Salağa bak. İşin mi yok. Oğlum boş ver köpekle uğraşmayı; git insanlarla ilişki kur.” Alaycı güldü: “Nerden buldun bu şapşalı?” Hüseyin sırıttı: “Dün getirdim.” “Annem biliyor mu?” “Henüz değil.” “Yine buldun bir saçmalık; ne zaman doğru düzgün bir şeyler yapacaksın?” “Sen Başbakan mısın?” Şeref güldü. “Eskiden sen de köpek bakmıştın ama.” “Orası öyle.” “Onunla zamanını boşa harcama bence. Annem de çok kızacak. Paparayı yiyeceksin yine. Ayrıca bunu gözüm hiç tutmadı.” “Haklısın. İş yok bunda sanki… Şey diyeceğim…abi… bana biraz para verir misin?” “Geçen gün verdim ya oğlum?!” “O bir çay parasıydı sadece ve bir çay içtim, bitti gitti. Bir milyon dolar vermiş gibi konuşma.” “Para mara veremem; harcamasaydın!” “Lütfen. Çok lazım.” “Paranı idareli kullanmasını bilmen lazım.” “Bir çay parasını mı? Gülünç olma.” Güldü. “Elbette. Dişini sık bir gün harcama, ertesi gün bir çay paran daha olurdu.” “Para vermemek için bahane bu. Bana bir çay parası vermezsen zengin olmazsın.” “Bir çay parası ne ki oğlum, bunun hesabını yapayım.” “O zaman çıkarıp versene.” “O zaman kolaya alışırsın. Çalışıp kendi paranı kazan; ıvır zıvırla, küçük ve faydasız şeylerle vaktini kaybedeceğine… serserilik edeceğine… Çalışmazsan kafanı kırar babam. Aklını başına al. Kafeye gitmiyor musun?” “2 gün önce işi bıraktım.” “Neden?” “Garsonların biriyle kavga ettim.” “Neden?” “Çok yavaşsın dedi. Alakası yoktu, kafeye sevgilisi gelmişti ve onunla vakit geçirip işi boşlamıştı. Gelen müşteriyle sen ilgilen dedi. İşim var dedim. Tartıştık. Oranın kıdemlisiydi, beni patrona şikayet etti ve işten kovuldum.” “Aferin! E sen de onu idare etseydin oğlum?” “Mutfakta acil bitirmem bulaşıklar vardı.” “Başka bir iş bul.” “Bulacağım. Ama sen bana 3 çay parası versen çok iyi olacak?” “Üç ha? Zor.” dedi, güldü, “Biliyorsun, evlenmek için para biriktiriyorum. Daha çok para lazım. Tutumlu olmam lazım.” “Akşam sahile ineceğim. Param yoksa inemem ki. Parasız takılamam arkadaşlarla. Ezilirim ve varlık gösteremem.” “Neden canım; seni idare ederler, arkadaşlık budur. Paran yoksa ses etmeyeceksin, onlar öder ya da ben öderim diyeceksin numaradan. Öteki delikanlılık hvalarına girip yok ben öderim der, ses etmeyeceksin. Aklını kullan. Böylece çulsuz olduğunu ele vermeden paran varmış gibi takılmış olacaksın, çayını içip pastanı her neyse yiyeceksin, zerre eziklik duymayacaksın.” “Tamamdır usta; ama senden Başbakan değil; sadece çakal olur.” Şeref güldü, dedi ki: “Büyük şeylerin peşinden koş; küçük şeylerle ilgilenme.” “Peki. Sen de çok içme sigara. Kanserden gebereceksin bir gün.” Şeref gülümsedi. Göz kırptı. Sigaradan son nefesi çekip attı dışarı ve pencereyi kapattı. “Geri zekalı! Bana akıl vereceğine…yanan sigara atılır mı böyle? Sığır!” diye söylendi Hüseyin, sigaranın üstüne bastı. Ekmeğini bitirmişti. Can sıkıntısıyla düşündü: “Bir iş bulsam iyi olacak.” Annesinin sesini duydu: “Hüseyin yardıma gel. Bahçeden domates toplanması lazım.” Hüseyin, köpeğin tasmasını eline aldı, süratle oradan kayboldu. Kısa bir yürüyüşün ardından komşu eve yanaştı. 2 katlı sıvasız evin çevresi ağaçlarla çevriydi. Evin zincirli köpeği canhıraş havlamaya başladı, kulübesinin önünde. Murat incir ağacında incir topluyordu. Pazarda satmak için. Dindar, sakin, uysal ve iyi yürekli biriydi. “Selam gardaş. Sana köpeği geri getirdim. Annem istemiyor. Kızdı. Geri ver diye tutturdu. Abim de istemiyor köpeği. Kusura bakma.” Murat incir ağacından kovayla indi, köpeğin tasmasını aldı: “Sorun değil.” “Ben kaçar. Görüşürüz.” “Görüşürüz. İncir al istersen.” Hüseyin, uzatılan incirleri aldı. Onları yiyerek oradan uzaklaşıyordu. Yakındaki evin üstünde taklacı güvercinleri gördü. Duvarın kenarına ip gibi dizilmişlerdi. Birkaçı gökte daireler çizerek uçuyordu. Buraya kadar gelmişken kuşçu arkadaşına uğramadan edemedi. Aşağıdan seslendi: “Veli orda mısın? Aşağı bak.” Veli 2. Katın terasından başını uzattı. “Müsait misin?” “Elbette. Gel.” Hüseyin terasa çıktı. Veli tuğlaların üstünde koyduğu tepside yemek yiyordu. Karşısında güvercinler geziyor, yem yiyor, su kabına girip banyo yapıyordu bazısı. “Hoş geldin. Buyur yemek ye.” “Eyvallah. Ne yiyon?” “Yeşil fasulye kavurması. Çok iyi.” Güldü. Hüseyin de güldü: “Aç olsam affetmezdim. Severim bu yemeği. Ama az önce yedim. Bir iki kaşık tadımlık alayım. Çay varsa güzel olur.” “Bekle.” Veli evden bardak ve çatal kaşık alıp geldi. Çay doldurup verdi konuğuna. Veli insanlara güvenmezdi; hayvanlarla, en çok güvercinlerle arası çok iyiydi. İnsanlara yakınlaşınca gerçek acının orada bir yerde pusuya yatıp beklediğini bilirdi. İşler sarpa sarardı insan ilişkilerinde. Can sıkıcı şeyler olurdu. Kalbini kırarlardı. Hayal kırıklığı yaşardı. Sadece sevdiklerine ve dostlarına güvenirdi. Bir saat geçmişti. Laf lafı açmış, Hüseyin vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştı. El ayak çektiği sırada Veli’nin babası geldi terasa. İnşaatçıydı. İnşaatta yapılacak işleri söyledi oğluna ve ekledi: “Bir adam daha lazım Hüseyin. Sen de çalışırsan sonra paranı veririm. Fazla veremem ama.” “Olur.” Hüseyin Veli’yle inşaata gitti. Akşam yaklaşana dek inşaatta kum çekti, tuğla taşıdı, tahta ziftledi. Hüseyin evine gelmişti. Annesi, bahçede domates kaynatıyordu yine. “Anne, çok açım, ne yemek yaptın?” Kadın eline geçirdiği odunu fırlattı, ardından da ayağındaki terliği. “Köpek seni! Akşama kadar nerdeydin? Belim çıktı. Hani bana yardım edecektin?!” Hüseyin güldü. “Kızma anne. Arif amcanın çalıştığı inşaattaydım. İş yaptım. Arif amca para verecek.” “Çok beklersin! Aptal; o adam para vermez. Açlıktan nefesi kokuyor. Bedava çalışacak adamı kaçırmaz, o çok kurnaz!” “Vermezse vermesin canım. Umurumda değil. Ben Veli’ye yardım ettim sayarım.” “Seni böyle çok kandırırlar. Saf olma oğlum. Aklını kullan.” Genç adam eve geçip elini yüzünü yıkadı, üstünü değişti, yemek yedi. Yarım saat uzanıp düşüncelere ve hayallere daldı. Sonra üstüne limon kolonyası serpip ayna önünde saçlarına şekil verip dışarı çıktı. Şu ucuz şeyi sürüyordu ama hiç yoktan iyiydi. Ucuz bir parfüm alacak parası olmaması acıydı. Parayı bumalıydı…bir gün parayı bulmalıydı. “Anne, ben sahile iniyorum.” “Geç kalma; geberisice. Aklım sende kalıyor.” “Olur.” Burası tepenin sırtında düzlük bir yerde köydü. Yokuş yol aşağıda denizle buluşurdu. Köyde her evin bahçesi ağaçlarla doluydu. Emek verilen güzel bahçelerdi bunlar. Kimi evin bir yanında ekilip biçilen tarla vardı. Tarlalara tütün, buğday ya da mısır ekilirdi. Birçoğu gücünün yettiği kadar inek, tavuk bakardı. Sütler, yoğurtlar, terayağlar ve yumurtalar pazarda satılırdı. Bahçede çeşitli meyve ağaçları vardı. Yokuş yol aşağı indikçe evler ve insanlar değişiyordu. Daha açık fikirli ve özgürlüğe düşkün insanlar ortaya çıkıyordu. Evler denize ne kadar yakınsa zenginlik o kadar artıyordu. Buradakiler daha rahat giyiniyorlardı mesela. Köydekiler gibi tutucu dedğillerdi ve parasal bakımdan çok iyi durumdaydılar. Hüseyin ana yola geldi, caddenin iki yakası vardı, biri gidiş biri dönüştü. Cadde dizi dizi apartmanlarla doluydu, çeşitli dükkanlar, mağazalarla… Genç adam karşıya geçerken belediyenin ektiği pembe güllerden bir tane aldı. Güldü bu. İçten bir gülümseme gibi. Belki verebileceği biri çıkardı. Ne olur ne olmaz. Taşımak lazımdı yanında. Bir kısım insan tabanca ya da bıçak taşırdı yanında. Gül taşımayı bilselerdi onlara gerek olmadığını anlarlardı herhalde. Bazısı uyuşturucu taşırdı cebinde, kullanmak için inşaata ya da başka berbat yerlere giderlerdi. Dün bir genç kızın inşaatta uyuşturucudan öldüğünü öğrenmişti haber bülteninde. Kız uyuşturucuyu bırakmış, yıllarca narkotik polisiyle uyuşturucunun zararlarının anlatmış okullarda ve yine uyuştucuya sapmış ve ziyan olup gitmiş. Ne kötü bir son! Murat gibi dindar olmak lazımdı. Kendini korumasını, temiz kalmayı iyi bilirdi. Ama çok din de sıkıcı bir şeydi. Kabak tadı verirdi Hüseyin’e. Belki de Veli gibi taklacı güvercinlerle uğraşmalıydı. Ama bir yerden sonra kuşlar da kabak tadı veriyordu. Ne yapmak lazımdı? Bir yerlerden tehlikeli bir şey gelecek diye hep kurt gibi dikkatli gezmek mi? Elindeki gülü kokladı Hüseyin. Bir hoş hissetti kendini. Önünden birkaç güzel kız geçti rüya gibi. O pembel gül gibi değerli bir kız çıkverseydi karşısına. O pembe gülü hak edecek kalitede bir kız ama. İçindeki sevme isteği durdurulamazdı. O kızı nasıl bulabilirdi? Peki o kız şeytanın teki çıkarsa ve bunu geç anlarsa? Ne kadar zor bir şeydi sevme olayı. Gülleri severdi Hüseyin. O da annesi sayesinde. Evin önündeki zeytinyağı tenekelerine çiçek ekmişti annesi. Neyin değerli olduğunu eliyle koymuş gibi bilir ve bulurdu. Abisinin evleneceği kızı da o bulmuştu. Büyük ihtimal Hüseyin de annesinin bulduğu bir kızla evlenirdi. Ama şimdi bu çok saçma geliyordu gözüne. Sokakların ve zamanın birinde ansızın ona rastlamak çok daha çekiciydi. Alev alev bir şey hissederdi. Ona değer verdiğini en iyi şekilde hissettirirdi. Her nasıl yapacaksa artık. Yaşamadan bilemezdi ki. Düşündüğü ve hayallerinde gezinen bir kızın olması ne tatlı bir şeydi. En basitinden bir sevmek ne kadar işe yarardı bu zor, çekilmez ve acımasız hayatta. Gençlik ateşi kanında yırtıcı biçimde gezerken. Her gün yataktan kalkışı, bütün hal ve hareketleri değişirdi, doping hapı almış gibi. Hüseyn’in zihninden aşka dair düşünceler ve hayaller uçuşup gidiyordu ve sahile gelmişti. Sahil yolunu geçti ve karşıdaki yürüyüş yoluna geldi. Boş banka oturdu. Hava karamıştı ve yürüyüş yolu aydınlatılmıştı. Gelip geçene bakıyordu sokak köpeği gibi meraklı. Kalabalık arasından yaklaşan pembeli kızı tanıdı. Kalbinden heyecanlı bir güvercin sürü havalandı. 2 hafta önce pazara annesiyle alışverişe gelmiş, Hüseyin’den şeftali satın almıştı. 15 ya da 16 yaşında olmalıydı. Tırnakları uzun ve pembe ojeliydi. Bu kez üstünde sarı tişört, altında kırmızı sempatik bir etek vardı. Beyaz yüzlü kız yağan ilk kar kadar tatlıydı. Bir içim su gibiydi. Hüseyin onu unutana dek çok düşünmüş, kafasında eksitip yorulup yıpranıp yok olmasına yol açmıştı. Defterlerin ya da kitapların arasında unutulup toz olan gül yaprakları gibi. Hüseyin alışık değildi böylesine. Öyle bir kızla yan yana gelip sudan ve sıradan bir çift laf etmiş değildi. Genç kız bakışlarıyla, her haliyle seçkin ve özel bir hava hissettiriyordu. Zaten burada havalı ve süslü birçok genç kız vardı ve hepsi de Hüseyin’e asırlar kadar uzaktı. Şort ya da kısa pantolon, mini etek modaydı buralarda. Bazı kızlar çok seksi kıyafetler giyip özel bir davete katılacakmış gibi gelirdi sahil yoluna. Geçen günlerin birinde Hüseyin onu görmüştü sahilde, genç kız geçerken selam deyip hafif gülümsemişti. Hüseyin ise başını hafiften öne sallayıp avanak avanak bakmış ve şaşkınlıktan bir şey diyememişti. O kimdi ki meleksi genç kızın yanında; hiçbir şey! Ama yine de genç kız hiçbir şeye selam vermişti. Ne güzel! Genç adam bir altın külçesi bulmuş gibi sevinmişti. Genç kız bir kedi yavrusu olsa ona bir şeyler demek, onunla konuşmak çok kolay olurdu elbette: “Gel lan buraya şerefsiz” deyip bir eliyle karından tutup alırdı onu kucağına. Genç kız ona yaklaşıyordu git git. Hüseyin’in içinden onunla konuşmak geçiyordu; ama korkuyordu. Genç kızın sert ve esrarengiz bakışlarını fark etti. Bu aşılamaz göründü gözüne. Bunu aşacak sözcükleri bilmiyordu ki. Neydi onlar? Aklına hiçbir şey gelmedi. Cesareti yıkıldı bir anda. “Hüseyin hiç heveslenme. Senin gibi bir köylü parçasıyla neden ilgilensin ki? Üzüleceksin. Ters bir şey diyecek. Otur oturduğun yerde. Selam verirse selam ver. Geçip gitsin. Unut onu. Zaten hep unutursun. Onun gibileri unutmaya mecbursun. Seninle iyi vakit geçiremeyeceği belli… zengin… Peki sen? Baldırıçıplak hayalperest. Çamura düşmüş aç ve çelimsiz yavru kedi.” Böyle abuk subuk düşünceler akıp gidiyordu beyninden. Çevresine ve yola baktı. Emsali yaşındaki genç çocukların altında arabaları var, araçta kızlar. Müzik sesi çok açılmış. Böyle bir çok araç var. Bazısına kızlar biniyor, bazısından kızlar iniyor. Gülüyorlar, bağırıp çağırıp konuşuyorlar, kümeleşiyorlar belli noktalarda, sonea dağılıyorlar, bilyeler gibi. Sonra tekrar bir araya geliyorlar. Yolun kenarına park eden araçtan başka gençler çıkıyor, yürüyüş yolunda gezip çekirdek ya dondurma yedikten sonra ve kafede çay içtikten sonra (ya da barda bira) araçlarına atlayıp uzaklaşıyorlar, bazıları çiftti. Hüseyin onlara imrendi. Onun da altında arabası ve cebinde parası olsa o kof ve ahmak tiplerden çok daha iyisini yapardı elbette. O kızları eğlendirmek için para şarttı. Kızı yedirip içirip hoş tutmadan olmazdı. “Senin senin sessiz duruşunu, düşüncelerini ya da basit ama iyi yürekliliğini, parasızlığını seviyorum” diyen bir kız var mı buralarda bir yerlerde. Onunla buralarda aç aç dolaşsa da mutluluk ve iyilik hissedebileceği ve asla unutamayacağı, çok anlamlı şeyler yaşayacağı, kaliteli ve güzel bir kız bulması imkansızdı. Şans eseri bulsa bile… kızın canı dondurma, çikolata, cips ya da midye dolma çekerse… “Hüseyin, oğlum yalnızlık sıkıntılı olsa da katlan buna, kimseye imrenme. Sen sen olarak kal. İmkansız hayallere kapılma. Para kazanmaya, kendini kurtarmaya bak hayatta. Adam ol. İnsan ol. Kız çok. Bir gün gülümseyerek hatırlarsın bugünleri. Telafi edersin.” Çok karamsar olmaya gerek de yoktu: Bir yerlerde, dünyanın her yerinde beş kuruşsuz ve çirkin adamlara bile gönlünü kaptıran çok güzel kadınlar ve kızlar vardı. Aslına bakılırsa parasız da hoşnut ve halinden memnun edebilirdi mutlu olma ve edebilme potansiyeli güçlü olan safiyane kızı bulsa. Onu buralarda manzarası en güzel yerlere götürürdü, bir avuç çekirdekle onu ikna edebilirdi ölmeye. Akşamları çok güzeldi buralar, capcanlıydı, hareket ve yeni bir nefes arayanlar akşamları buraya akın ederdi. Genç yaşlı, çoluk çocuk… aileler, bebek arabaları, yalnızlar ve arayış içinde olanlar… Hüseyin bir elini cebine attı. Önünden geçenler dondurma yiyordu. Canı çekti ve beş kuruşsuz olduğu kafasına daha şok edici biçimde dank etti. Şimdi nasıl iyi hissetsin ki? Eve dönüp televizyon izleyerek vakit geçirmeyi düşündü. Yolun bir yerini mekan tutan köpekleri fark etti. Gülümsedi. Sanırım onları örnek alamıydı. Şehrin her yerinde sokak köpeği vardı ve çok aç, sefil ya da dertli olsalar bile kalkıp birbirleriyle oyun oynayıp, ara ara bazı araçlara kafa tutarlar, bir süre havlayıp peşten koşarlardı. Sokak köpekleri aç açına bile karda, ayazda, yağmurda ya da çamurda bile mutlu olmasını, gülmesini bilirdi…sokak kedileri… Mutsuzluklarını oyunla unutuyor olmalıydılar. Hüseyin, bir gün her şeyin kendisi için çok daha iyi ve güzel olacağını düşünmek istiyordu, delice ve inim inim umut etmek ve şimdi bunun tam sırasıydı. Herkesin bir hayali olurdu. Fakirler daha iyi geçindiklerini hayal ederdi mesela. Bazıları yılbaşında piyango bileti alırdı ‘belki’ çıkar diye, şu basit ‘belki’ insan hayatında ne çok şeyi etkiliyordu öyle: ‘Belki’ ne kadar güzel bir kelimeydi, ‘umut’ kelimesi gibi. Bilet alırlardı; çünkü bütün şanslarının tükendiğini düşünürlerdi, çalışıp çabalayarak da büyük paralar kazanamayacaklarını… Her zamanki gibi biletlerine büyük ikramiye vurmazdı. Her sene aynı oyun oynanırdı. Belki de o gece ha zengin oldum olacağım umudu ve heyecanı yeterdi onlara. Genç kız çok yaklaşmıştı Hüseyin’e. Genç adam yerinde mi otursa, kalkıp çaktırmadan uzaklaşsa mı, ne yapacağını bilemiyordu. “Sakin ol” dedi kendine, “kaybedeceğin hiçbir şey yok ki. O zaten seni takmıyor.” Ama belki takardı, takacağı bir sebep ortaya gül gibi patlardı. İçinde onu ilk gördüğü gün gibi hiç yoktan bir umut parladı. Belki olur. Olacağı yok, çok iyi biliyordu bunu; ama hayal etmesi bile güzeldi. Öyle meşgul etmesi güzeldi. Geçen sene burada kızın birini kesip kesip duruyordu, kız bir keresinde Hüseyin’in yanına aniden gelip; “bana pis pis bakmayı kes; yoksa fena olur” deyip basıp gitmişti. O zamandan beri Hüseyin kızları kesmeyi bırakmıştı. Kimseyi koymamıştı kafasına. Öylesine bakmayı güvenli bulmuştu. Kedilere ya da köpeklere bakar gibi. Genç kıza baktı Hüseyin. Kısa bir süre sonra önünden geçecekti. Kendini sinek gibi hissetti. Sanki hayatında ve kendinde kayda değer hiçbir şey yoktu. Hüseyin, aniden ensesinde bir yanmayla keskin bir acı duydu, o da neydi? Arkasına döndü. Mahalleden emsali Davut, pis pis gülüyordu: “Naber at yar..” “Ne biçim vurdun; geri zekalı!” “Acıttı mı; kusura bakma.” “Pislik!” “At yar..” “Öyle konuşma be! Ondan başka laf bilmez misin, aptal?!” “At dudaklı; n’apıyorsun burada? Aç!” “Sana ne; git başımdan!” “O kızı kesiyorsun; gördüüüm.” Güldü. “Yürü git be!” “At yar..” “Bağırarak konuşma be! Millet duyacak. Terbiyesiz manyak!” “At yar.. hahahahah! Çirkinsin oğlum. O kız sana bakmaz. Seni kolaylıkla harcar” dedi Davut, “gel takılalım şu tarafta.” “İşim var.” “Öyle olsun. Ama söyleyeyim safım; o kız çok havalı ve sana gelmez, kardeşim.” Davut ortaokuldan terkti, çöplerden kağıt toplardı. Göz kırpıp uzaklaştı. Alımlı genç kız arkadan ona yanaşan takım elbiseli genç adamla ayaküstü konuşmaya dalmıştı, az geride. Takım elbiseli genç adam boylu posluydu. Hüseyin, öyle hiç giyinmemişti ve görmemişti rüyasında bile. Birkaç kumaaş pantolonu vardı, abisinin eski giysileri… birkaç ucuz ve adi kot pantolon… Hüseyin, başını diğer tarafa çevirdi, iki genç adam kavga etmeye başlamış, birbirlerine küfür yağdırıyorlardı, birileri onları ayırmaya çalışıyordu. Hüseyin, alımlı kızın tek başına kaldığını fark etti. Yanındaki şebek nereye kaybolmuştu; göremedi. İçi acayip rahat etti. Fırsat ayağına kadar gelmişti: Bank boştu, diğer tarafına oturabilrdi genç kız, bunun söylemeyi düşündü. Ama cesaret edemedi. Az sonra cesareti yerine gelir gibi olmaya başladı. Dayanamadı, kıza bir şey diyecekti. Masum bir şey… her neyse artık… “Selam” çıktı ağzından. Alımlı genç kız duymamıştı. Arkadan biri dürttü Hüseyin’in bir omzunu. Hüseyin başını çevirip baktı takım elbiseliye. “Sen ne dedin az önce o kıza?” “Kusura bakma, kız arkadaşın olduğunu bilmiyordum.” “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” “Hayır.” “Kızı yalnız gördün; hemen yapış, çakal seni! Sana güzel bir dayak atardım ve ömrünce unutamazdın!” “Kötü bir şey demedim, selam dedim sadece. Özür dilerim.” “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” “Tabi. Sen buranın mühendisisin.” “Mühendis mi? Ney ney?” “Hı. Kaldırım mühendisi.” Takım elibiseli onu yiyecekmiş gibi garip garip baktı: “Deli misin nesin lan?! Bir çaksam dağıtırım yüzünü!” Alımlı genç kız araya girdi: “Bırak onu, belli ki kafasından bazı tahtalar eksik.” Güldü. Hüseyin genç kıza acı ve pis bir bakış attı: “Onu öyle san.” Takım elbiseliye geriden bir kız bağırdı: “Recep acele gel, Mehtap seni çağırıyor.” Takım elbiseli uzaklaşacaktı: “Seni kafama yazdım aslanım, uygun zamanda görüşeceğiz.” “Recep uzatma. Hak ettin ama. Kötü bir şey demedi.” dedi genç kız. “Peki. Onunla sonra görüşürüm o zaman.” “Sen beni kesin döversin. Boş ver şimdi dalaşmayı. Özür dilerim. Kaldırım mühendisi aslında benim. Güzel giyinmişsin. İçin de öyledir sanırım. Sen bana atar yapınca öyle dedim. Mesele edilmeyecek şey için girmeyelim birbirimize. Değmez. Barışalım bitsin.” Elini uzattı. “Peki lan. Cesur musun tavuk musun bilemedim. Ama haklısın.” Güldü, gülümsedi. Hüseyin’in omzuna dokundu dostça. Birçok erkek böyleydi, alttan alan ve doğru olan ve mert olan lafı duyunca hemen yumuşar ve kendine gelirdi. El sıkıştılar. Recep uzaklaştı. Alımlı genç kız dedi ki: “İyi kurtardın kendini. Ama dediği gibi Cesur musun tavuk musun bilemedim.” “Bir tahtam eksik mi sence?” “Kavga çıkmasın diye öyle dedim. Alınma. Bana neden selam verdin ki?” “Bilmem. Ama unut gitsin.” dedi, Hüseyin başka tarafa baktı kırgın, kız da başını başka tarafa çevirdi. Hüseyin bu sırada kıza çevirdi gözlerini, çivi geçirir gibi. Vay canına! Eteği ne kadar güzeldi öyle! Bacakları… ince beli filan…onu süzüyordu… askeri ya da nükleler bir inceleme yapar gibi. Denizi seyreder gibi huşu içinde. Tropik bir adada tek başına gezer gibi. Tatlı bir kamaşma hissetti. Kıza güzel bir şeyler demek istedi; ama ne olabilirdi? Salak gibi gözükmek de istemiyordu. Onunla ilgilendiğini, ona değer verdiğini onu rahatsız etmeden nasıl gösterebilirdi. Bulamadı. Kızın beyaz ayakkabıları dikkatini çekti, tatlı ve kibar ayakkabılardı, kedi yavrusu gibi. Bağcıklardan birinin çözük olduğunu fark etti. “Ayakkabın… bağcık çözülmüş.” “Ne?” “Bağcık çözülmüş.” Genç kız eğilip ayakkabısının bağcıklarını yeniden bağladı. “Yanına oturabilir miyim?” “Elbette, tapulu malım değil ki.” Genç kız güldü. “Birini mi bekliyorsun?” dedi Hüseyin. “Evet, bir kız arkadaşım gelecekti.” Hüseyin’in kalbi fırıl fırıl olmuş ve gökyüzüne doğru uçuyordu mutlulukla. Heyecanını yenip onu yerine oturtmya çalışıyordu. Acayip heyecanlanmıştı. Kıza ne diyeceğini bilemiyordu. “Konuşmayacak mısın?” dedi genç kız. “Ne desem bilmem ki.” “Şu arkadaşın. Sürekli at gülünden söz edip duruyordu.” “Bırak şu terbiyesiz salağı.” “Salak değil o bence. Acılarını hissetmemek için öyle konuşuyor. Zeki ve trajik insanlar öyle yapar. İşi dalgaya vurur. O argo kullanarak sempatik görünmeye çalışıyor. Hepsi bu.” “O zeki olsa ortaokuldan terk olmazdı ki. Çöplerden kağıt topluyor zavallım.” “E olabilir. Millet kağıt toplamaktan utanr, bu işi yapan kaç genç var ki, kafalarına silah dayasan bu işi yapmazlar. Eğlenceli dakikalar peşindeler. Uçuklar. Zıpır zıpır.” “Senin gibi havalı bir kız bunu asla bilemez. Yaşamadan ve acı çekmeden, bir ton engelle karşılaşmadan, bir sürü sıkıntı çekmeden nerden bileceksin be. Keklik!” Hüseyin yanlış sözler söylediğini fark etti. Üzüldü. Zaten kız az sonra kalkıp giderdi yoluna. Buna da üzüldü. İçi kıvrandı yaralı bir ayı gibi. Kendine kızıyordu. Böyle güzel ve etkileyici kız onu harcardı. Davut’un dediği gibi. Neden gidip sıradan ve iyi yürekli bir kızla ilgilenmemişti ki! Hüseyin göz ucuyla kıza baktı, ne kadar kibar ve ilginç görünüyordu yüzü. Canı sıkılmış olmalıydı. “Ayakabılarını kaça aldın? Çok saçma bir soru oldu. Senin onlarca çift ayakkabın vardır, hergün hangisini giysem diye düşünürsün. Ekmeğin fiyatını da bilmezsin.” Hüseyin yine aptalca konuştuğunu fark etti. Genç kız güldü: “Onlarca çift ha? Çok komiksin.” “Saçmaladım işte. Ama bir bağcık önemlidir.” “Bu çok küçük bir şey.” “Ama önemli.” “Neden peki?” “Bağcıkların önemli. Takılıp düşmene ve başını çarpmana yol açabilir. Aklıma karıncalar geldi. Bir karınca önemlidir. Üç tane de önemli. Dört tane de. Sayıları artıkça güçleri de artar. Yağmur damla damla yağıyor mesela. Nehir olarak boşalsa yıkım olur, değil mi? Küçük şeylerde insanı hayatı bağlayan şeyler var, ayakkabı bağcıkları gibi, bir bardak çay gibi, bir tabak patates kızartması gibi, bir dal sigara gibi. Genç kız ilginç bir şey bulmuş gibi gözlerini Hüseyin’e dikti. Tatlı ve yumuşak biçimde gülümsedi. Genç kız ondan böyle laflar hiç ummuyordu. Karşısında dolu dolu biri olduğuna sevindi. Ne diyeceğin bilemedi; zekası, kafası durmuştu büyülenir gibi. Bir kucak dolusu kırmızı gül almış gibi. “Gül kimin için?” “İstersen senin olur.” “Ben demeden onu bana verebilirdin. Tavukluk bu.” Hüseyin güldü ve gülü ona verdi, kız kokladı. “Çok güzel kokuyor.” Sustular. Hüseyin içinden dedi ki: “Tıpkı senin parfüm kokun gibi. Aklımı başımdan aldı.” Kız dedi ki: “Daha önce neden konuşmadın benimle? Kafan çalışıyor senin.” Güldü, Hüseyin de ona katıldı: “Ciddiye almazdın.” “Denemedin bile. Yaşayıp görürdün.” “Sevgilinden dayak yiyecektim nerdeyse.” “O arkadaşım sadece. Senin hayal dünyan çok geniş. Onlarca çift ayakkabım var… Sen beni şımarık, zengin, hoppa zıppa sanıyorsun, kafasın göre takılan biri…” “Aynen.” “Sen çok eziksin be.” Hüseyin güldü. Genç kız devam etti: “Zenginler çok tutucudur bir kere… çok titiz… acaba param için mi benle birlikte olmak istiyor, bana niye öyle dedi, çıkarı ne diye düşünür… fakir olmak daha iyi. Düz, net, iki yüzlülük yok. Fakirlik çok anlamlı bir şey.” “Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Fakirlik nasıl anlamlı olabilir ki? Çekilen sıkıntılar… rezillikler… bir bilsen…” “Biliyorum… Bence senin kendine güvenin yok. Beni tanımadan atıp tutuyorsun. Başkalarına, başka şeylere göre hareket etmemelisin. Cesur olmalısın. Saklamak, saklanmak en kötüsüdür.” “O zaman şöyle diyeyim: Sen benim için bir hayaldin.” Genç kız güldü: “Hayal miyim?! Bu bana çok ilginç geldi. Çok büyük mesele değilmiş, ha? Konuşuyorsun işte benimle. Hayal filan olamam, bu yani ben çok küçük bir şeyim. Ben kimim ki.” “Küçük şeyler önemli. Ayakkabı bağcıklarını bağlarken dikkatli ol. Bir bağcık takılıp düşmene ve ölmene neden olabilir.” “Aslında çok küçük şeyler bile kendimi mutlu hissetmeme yetiyor. Ama bütün mesele, bu küçük şeyleri bir sürü pisliğin içinde bulup çıkarmak. Bazen üşeniyorum ya da yorulup bitiyorum. Canımı sıkan şeyler oluyor. Bu arada babam kapıcıdır. Sandığın gibi bir hayatım yok. Bu giysiler de zengin kızların artığı. Anneme ve babama veriyorlar giyeyim diye. Kız arkadaşım filan da gelmeyecek. Burada senin için durmuştum. Seninle konuşmak senden şeftali aldığımdan beri içimden geçiyordu.” Öyküde sözü edilen ayakkabı bağcıkları…15, 16 yaşında iki gencin kaldırımın kenarına oturup sohbet ettiklerine kulak misafiri olmuştum yanlarından geçerken. Bu basit, safiyene ve küçük ve güzel bir şeydi. Bu sohbeti sevmiştim. Sohbet gençlerden birinin aldığı ayakkabılar merkezinde gelişiyordu. O yaz akşamı. Küçük şeylerin önemini Charles Bukowski’nin şiirlerini, roman ve öykülerini okuyanlar ve Youtube’de Türkçe alt yazılı belgeselini izleyenler iyi bilir: “Bir tane kıvılcım yangın çıkarmak için yeter. Elinde bir kıvılcım varsa asla bırakma, pes etme ve bir yerde bir kıvılcımın mutlaka vardır.” Hayatımda küçük şeylerin çok önemli olduğunu anladım. Sonuçta bu hikaye çıktı. Her şey küçük küçük başlar dedim kendime. Aydınlandığım anlarda. Bu beni çok daha sabırlı, akıllı, keskin ve organize yaptım hedeflerime ulaşmak için: Küçük şeylerde insanı hayatı bağlayan şeyler var, ayakkabı bağcıkları gibi, bir bardak çay gibi, bir tabak patates kızartması gibi, bir dal sigara gibi, bir bardak süt gibi, bir gülümseme gibi, bir kap yemek ve su gibi busoğuk günlerde kuş kedi ve köpekler için, bir pembe gül gibi, bir karınca gibi… 25.12.2016.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |