Bu hafifçe kenara itilecek bir roman değil. Daha büyük bir şiddetle uzağa fırlatılmalıdır. -Dorothy Parker |
|
||||||||||
|
Köye yaz gelmişti, yaz ayının cidden hissedilmeye başlandığı ilk gündü. Ertesi gün hava bozacak endişesi yoktu insanlarda. Gökyüzü apaçıktı. Güneş parlaktı gün boyu. Dikkatini verirsen; dans ederek, birbirine takılarak otların, ağaçların çiçeklerin arasından uçan mutlu kelebekleri görürdün. Bir evin önünde güneşin kızdırdığı betona uzanmış bir kedi sırt tüylerini yalıyor hararetle. Köyün deresinden geçen gri kurt karşı kıyıda emniyette olduğunu anladıktan sonra silkeleniyor; ıslandı, yalıyor tüylerini. Ormandan çıkan bir tilki kıçını üstüne oturmuş çevreyi seyrediyor keyifle, bal arıları, eşek arıları uçuşuyor çevrede. İri bir kaplumbağa boyunu kat kat aşan otların arasından usul usul ilerliyor, taşların ve kayaların arasından yılanlar güneşe çıkmış huzurla bu anların tadını çıkarıyor. Kayaların üstündeki bir kertenkele yıldırım hızıyla ilerleyip bir aralıkta gözden kayboluyor. Üç karga neşeyle dolanıyor gökyüzünde, onların tepesinde bir kartal daireler çizerek tarıyor ekili arazileri, ormanı. Köyde her şey sevecen, sevişmeye uygun bir ruha girmişti. Araziler, bahçeler, insanlar, hayvanlar, geceyi ay gibi bekleyen varlıklar. Her şeyin havasına, varlığına sanki başka bir can, ışık girmişti. Her şey dirilmişti. İçi her zaman mutlulukla dolu olan (olumlu kız) Züleyha tek katlı evinin balkonda köyün, bahçelerin, arazilerin ve ormanın oluşturduğu manzarayı seyrederek çay içiyordu. Annesi bir çiftlikte hayvanlara bakıcılık işi yapıyordu, babası çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşırdı, abisi çeşitli işlere girer çıkardı, bir dikiş tutturamamıştı. Züleyla’nın 10 yaşında ikiz erkek kardeşleri vardı, az önce yer sofrasını kurmuş, onları yedirmişti, ikizler hurda bir otomobil lastiğini elleriyle çevirerek köy yolunda oynamaya gitmişti. 14 yaşındaki Züleyha’nın kırmızı bir tutkuyla, zangır zangır istediği tek şey vardı hayatta; büyük bir kariyer elde edemese bile en azından öğretmen olup mecburi hizmetini tamamlayıp köyüne ya da yakın bir yere, ilçeye gelip burada öğretmenlik yapmak ve ailesinin geçim sıkıntısına çare olabilmek, onların refahı için canını dişe takıp mücadele etmekti. (Çok klasik, tipik bir şeyden söz ediyorum değil mi? Amacım bu zaten. Öyküden soğumamanızı umut ederek devam edeyim, asıl sözleri, bombaları en sona sakladım) O yaştaki milyonlarca kızın imgeleminde sağlam bir sevgili, canla başla, hatta devrim yapar gibi ona ulaşmak, onu kucaklamak ya da onunla günler geceler haftalar geçirmek varken, ya da kafasına göre kız kıza gezip tozmak varken, sıcak kumlar üstünde gevşeyip bira içip güneşlenip müzik dinleyip denize ya da havuza girmek varken, ya da kızlı erkekli heyecanlı kanlı delimsi ve karanlık…bir araca doluşup bira içip yüksek sesle şarkılar söyleyip sohbet edip ilerlemek varken. Konsere, sinemaya, bir eyleme, bir barış, bir isyan yürüyüşüne, bir aşk çığlığına, bir tiyatro gösterisine gitmek varken… gençliğinin bütün delice ve uzlaşmaz dürtülerine, budalalıklarına, yasak şeylere, maddelere yaklaşmak varken, zıpkın gibi, yırtıcı aygırlar gibi içgüdülerine uyup can verilebilecek kadar yürekli bir erkekle sabaha dek öpüşüp koklaşmak varken… İşte Züleyha gibi bazı kızlar adanmıştır ailesine, kariyere mıhlı zihniyeti. Onlar serbest düşünemez, düşünmez, fazla serbest, hatta birazını bile hayal etmezler, edemezler belki de. Dünya nimetlerinden, bedensel 2 zevklerden, şeylerden haz almak onların da hakkı değil mi? Suç olsa bile, yasak ve günah şeyler olsa bile? İnsanın kendini, doğayı ve ötekini tanıması bunlardan geçmez mi? Cezaevleri dervişlerle doludur da kimse bilmez bunu. (her kız kendi yetiştiriliş tarzının bilmecesi, sorunsalı diyebiliriz, karışık oldu anlatım, açalım; yani o tarz onun başına bir iş açabilir diyebiliriz, açar da, bu öykü bunu anlatacak size) Züleyha’nın ailesi, ideali ve çok sevdiği bir şey daha vardı hayatında; ama bunu kendine itiraf etmekten korkar ve çekinir, o şey ruhunda kelebeksi biçimde dolanıp durur, bu bile yeter ona. İçeri geçti, bir bardak çay daha aldı. Dönerken duvar saatine baktı, aklı çıkar gibi oldu, geç kalacaktı. Ayna önünde saçına başına, eteğine, orasına burasına göz attı, düzenledi, güzelledi, o geçmeden yetişmeliydi. Köy yolundan tepeye doğu ilerledi süratle. Düzlüğe geldi. Ekin tarlası yanındaki ağaca baktı, bu ağaç ona iyi hissettirirdi, insana iyi fikirler verirdi; altında hayali varsa eğer: Yusuf orada “Onu kaçırdım” diye üzüldü; ötede fark etti, eşeği oradaydı, Yusuf dereden bidonla su almış geliyordu. İçi ferahladı, kalbi huzur bularak sakinleşti. Derin bir iç çekti, nefesini düzeltti, yolda ilerliyormuş gibi yaptı, o tarafa baktı, fark edilmeyi diliyordu. Yusuf onu fark etti, elini kaldırdı, Yusuf onu pembe etekten tanımıştı, mesafe çok uzaktı, Züleyha da onu sarı tişörtten tanımıştı, Yusuf hep onu giyerdi, Züleyha zarif kolunu kaldırıp selamladı onu. ‘Gel, az bir laflayalım’ işareti yaptı Yusuf. Züleyha fırladı. Züleyha yaklaşana kadar ateş yaktı Yusuf. Çömeldi. Birkaç laf uçuşmadan Züleyha ona iyice baktı, candan, gerisi bastırdı, yüreğini itti arkaya, yerine oturttu. Yusuf ne güzel bakıyor, yumuşak, tatlı ve içe, çok derinlere çeken, gece daha başka bir güzel, onu gece ya da akşam gördüğünde bambaşka sevinir, bambaşka bir mutluluk, bir sarı alev mutluluk… onu gece görmek, Yusuf güzel bakar, karanlıkları eritircesine bakıyor sanki, Züleyha öyle algılıyor. “Nereye?” “Hasibe’ye gidiyordum da.” “Bırak şunu” diyecekti, “takılma onunla, okulu bıraktı, koca peşinde.” “Hı” dedi. Yusuf önüne baktı, çakısıyla ağaç dalını yontmaya. Zaten hep önüne bakıyor, çok nadiren gözünü çevirip ona bakıyor. Çünkü uzun bakmaya kalkarsa çok heyecanlanıp lafları karıştırmaya başlıyor, bakarsa çok kısa bakıp lafa öyle devam ediyor, soğutuyor yüreğini alevin altını kısabiliyor. “Çay mı yapacaktın? Çay olayı, çay demek, çay mühimdir” diye sordu delice güldü, çocuk gibi, ‘seni fakir köylü, seni garip, seni ezik’ dercesine, takılırcasına. “Hı” dedi ayılamadı, eli ne güzel, yanağı, kaşı ne güzel, kokusu, o saçının kokusu olmalı ne güzel, ses tonu içini yaktı geçti. Hemen kalktı: “Çay içer misin benle?” Çayı yapmaya girişti, unutmuştu en mühim şeyi. 3 “Elinden ne olsa içerim” dedi genç kızın iç sesi, bunu ona bakarak anlattı, Yusuf göremedi, önüne bakıyordu. Az bir an canı çok istedi, kaçamak biçimde göz ucuyla baktı, ay ilk yaratıldığın günlerden bir an kaydı yerleşti ruhunun merkezine. Yusuf Hasibe’yi hiç sevmezdi, vahşi bir kızdı Hasibe. İlkokulda Hasibe Yusuf’a “sümüklü” derdi, aslında ona takılırdı, çok sevdiğinden, “yakışıklım” diyeceğine ağzından “sümüklü” çıkardı, “bitli solucan,” “kedi suratlı,” “kertenkele seni, ”“sidikli.” Yusuf bu yüzden gıcık kapardı Hasibe’ye. Aslında Hasibe ona aşıktı, Yusuf dostça bile yanıt vermediğinden, utangaç olduğundan, Hasibe de buna akar ve parlar olduğundan onu kızdırmaktan büyük zevk alır, çok eğlenir kahkahalar atardı. “Sık sık ona gideceğine, buraya gelsen Züleyha, Hasibe kocaya varsın, unutur gömer seni, hiç aramaz sormaz, hayırsızın tekidir. Sen de okumak için geçer gidersin bir yere, ben başka yere ve bir daha asla görüşemeyiz, hayatta öyle şeyler olur ki. Hasibe’yi dün gördüm yolda, bana göz kırpıp dilini çıkarıp salladı, Hasibe kudurmuş yalnızlıktan. Keşke sen bana dil çıkarsan. Çıkarmasan da sorun yok, saatlerce sohbet etsen ne güzel olur, yıllar sonra bizim köyün yaşlı köpeği gibi kör topal kalacağız. En güzel günleri değerlendirmek varken kendimize niye zulmederiz ki? Sessizlik, ağaç dalında öten kuşun sesi var, ötede yayılan inekler… “Yemek mi yiyecektin çayla?” diye sordu Züleyla. “Hı.” Poşette iki yumurta, çökelek var, plastik kapta tereyağı. Köy ekmeği. Simsiyah olmuş tava… “Tadı güzel oluyor mu?” “Denemek ister misin?” “Tabi.” Çaydanlığı kenara aldı, hemen yumurta kırdı. Ekmeği banarak yemeye başladı Züleyha, köydeki basit şeylerden, olaylardan söz etmeye başladı. Kimin kaç sığını var, tarlasına ne ekti, kimin kaç koyunu, kim yeni tavuk satın aldı, köydeki tartışmalar… “Kendinden söz etse” diye düşündü Yusuf, “ne saçma konular bunlar.” Ama o anlatıyorsa ilgiye değerdi. Onun ağzından bakmaktı dünyaya aşk. Vaşakların geceleri dünyayı, her şeyi seyretmesi gibi rüyalarında. En ufak zamanlarında anneleriyle yürüyüşleri ormanda. Hayatı ne olacak, neler yapacak: Lise hayatı, üniversite. İş bulabilecek mi? Nereye gelecek, kimlerle sevişecek? Kaynayan çaya baktı Züleyha, Yusuf hemen verdi bir bardak, Züleyha şekeri attı, karıştırdı, bir yudum içti, sonra yine içti. Yusuf ona sahip olmuş gibi hissetti, yani ona sarılmış gibi. Her an gidebileceğinin farkındaydı. Bu yüzden onu mutlu etmeye çalışıyordu. Çünkü Züleyha hep böyle yapardı, ama ilk kez onunla çay içip yemek yemişti. Kız yola doğru gidecek gibi baktı. Genç adamın içini bir jilet çizdi. 4 Hiç gitmese iyi olacak, kalması için yalvarabilir; ama ailesi, birileri, şimdi “bu kız orada neden bu kadar oturdu, çöreklendi kaldı?” diye kız hakkında olur olmaz laflar üretir. “Aaa çiçeğe bak” dedi kız, “gayretini sevdiğim!” Yusuf onu kopardı şrak. “Ne yaptın!” “Ne?” “O Allah’ı zikrediyordu. Annem böyle der.” “Koparmasam yine ölecek.” Züleyha, yola yine baktı. Genç adam çiçeği kıza verecekti, üzüldü, kaldı öyle. Züleyla ona baktı, acıdı, Yusuf ona komik geldi, sakar, salak ve saf; güldü. Yusuf ona çevirdi gözlerini, vay canına, dişleri ne parlak?! Dudaklar pembemsi ve ıslak. Bilye bilyeye değerse gıcırdar, diş dişe değerse ne olur? (puma doğururlar ya da vaşak) Yusuf’u o hayalden çıkardı: Kız gülmeyi aniden kesmişti: Toplumsal psikolojik baskı, köy baskısı, yetiştiriliş tarzından kaynaklı korkular, o delice ürkek tavır, kız sevgisi, sezgisi. (kendini koy verme kötü şeyler olur) Birden mutluluğu kesti attı bitirdi. “Hoşça kal. Ordakal. Portakal.” “Portakal” dedi Yusuf alık yanık bakıyordu, şaşkındı kızın tatlı, ruh veren bakışlarıyla, kız gülerek fırladı gitti koşuyordu bütün gücüyle. Züleyha depar atmıştı, yavaşlıyordu, terlemişti, sıcacık terli kibar başı önde, çayırların yeşil kokusu, güneşle yıkanan toprak kokusu, ne başkaymış. Genç kızın açılan, çığlık atan (çakra) enerji merkezlerinde yüzyılların en güzel çiçekleri açmış gelin çığlık, sel sel ve bulutsu uçuşuyordu adeta. Bunun sarmalı…karnında… sakin sakin ilerliyor çayırda, yolda geldi. Hızlandı. “O gülüşünü hiç unutmayacağım Züleyha” diyordu içinde, asla” Islak güneş. Su gibi gülüş. “Ah Züleyha! Ah… daha çok konuşabilseydik keşkem!” Eski mi eski evin önüne geldi. “Hasibe, nerdesin? Fakir köylü kız, ne yapıyorsun? Çık dışarı, gözünün üstüne bir yumruk indireceğim. Yeryüzünün bir numaralı fakiri, nerdesin? Hangi fare deliğine girdin, çıksana dışarı, kirli fare, çık deliğinden dışarı! Dağıtırım la burayı! Çık!” Pencerede göründü Hasibe, ön dişinin teki kırık, tilki gibi sırıttı; çamursu, kısa ve karışık saçları kaşıdı, bir sinek kondu yüzüne, yüzünü kaşıdı. “Geldim ya, ne bağırıyorsun kızım, televizyon başındaydım, duymadım. Hasibe, evin merdivenlerinden inerken düşman gibi baktı, çiğ çiğ yer gibi gladyatör roma arenasında ona, yere bakıyordu, Züleyha da onu zehir gibi karşıladı, vuruşacak gibi koştular birbirine ve aniden kucakladılar birbirini, sımsıkı. Gülüşmeler ve el ele tutuşup içeri girdiler. Oturdular eski divana. Duvarların badanası döküyor, pencere camı bantlı. Penceredeki tül kirden garip kabuslar görüyor gündüz gözü. Perdeler başka bir isyanın kraliçesi. Yoksulluk bu evi karanlık gibi kaplamış. Göze hoş gelen hiçbir şey yok burada sanki. Ama bir cıvıltı var içerde, eski televizyonda Magnezyum Şanlı soruşturma yapıyor, kayıp bir kız var, 15 yaşında, 50 yaşında bir adamla kaçmış, adamın 6 çocuğu var. Biri söz alıyor, bibbbbbb… öteki söz alıyor, o da küfürler yağdırıyor…bibbibibib.. 5 Muhteşem psikolog söz alıyor, ve kalın sesli punk saçlı avukat söze giriyor, herkes mest oluyor, burada şahane şeyler oluyor, televizyon tarihinin en büyük şahsiyeti Magnezyum Şanlı. İntiharı önler Magnezyum. Çok cinayeti çözmüştür. “Ya izleme şöyle saçma, karanlık şeyleri.” dedi Züleyha. “Merak ediyorum ya, kıza ne oldu? Bence onu kızın ilk nişanlısı kaçırdı öldürdü gömdü bir yere. Bence yaşlı adamın suçu yok. Bir süre adamın koynunda yaşamış. Bunda sorun yok; sevmiş onu çünkü. Hamile kalmış; sorun eski saplantılı pislik. Bence eski nişanlısı durumu kabullenemedi, kesin onu öldürdü, yalan söylediği belli. Züleyha, ona ters ters baktı, bu durumdaki hangi yanlışı söylesin ki? Olay bir bataklık. “Çay var mı çay?” “Ayıp ettin aşkım; olmaz mı?” Hemen bir bardak çay getirdi, zaten içiyordu. “Kendini o kızın yerine koy.” “O kızda akıl fikir var mıymış, o adama kaçılır mı? Saçı kesin peruk. O güzel kızı nasıl kandırmış; hayret.” “Kız onu sevmiş.” “Kandırılmış.” “Bırak ya. Ben asla sevmem, asla kanmam.” “Bir gün senin başına gelirse.” Düzgün kızların başına öyle şeyler gelmez. “Kaçırılırsan?” Rol yaparım, kaçmaya çalışırım; olmadı fare zehrini ya ona içiririm ya kendime. Bir keser darbesi yeter, iri bir taş keserden iyi iş görür. Amazon kızlar grubu kuracağım ben.” “O da nedir…” “Bir kitapta okumuştum Samsun’da.” “Az sus, program kaçıyor!” Sustu. “Anlat.” “Anlatmam.Günahımı vermem!” Hasibe güldü. Araya reklam girdi, Hasibe başka kanala tıkladı, orada da kadına şiddet konusunda başka bir program var. “Hocam konu hakkında fikirlerini alalım?” dedi Hasibe. “Kötü ve yanlış adamları sevmenin bedeli işte budur” Cicim aylarında belli olmuyor işin ne varacağı. “Adam cellat olacaksa polis gelene kadar… kadın çok önceden bu sırada ne olup biter düşünsün, plan yapsın, korusun kendini. Ben olsam kesin silah alırdım. Çok önceden tedbirimi alırdım. Hasibe güldü: “Diyosun!” “Diyorum. Öyle karanlık şeylerden söz eden programları izleme bence, kötü şeyleri mıknatıs gibi kendine çekersin, olumlu şeylere odaklan, evrenin yasası bu, olumlu şeyler düşünen olumlu şeyleri çeker kendine. “Ben korku gerilim, polisiye, dehşet şeyleri izlemeyi seviyorum. “İçin kötü, kirli fare. Kesin önceki hayatında seri katildin.” Canavarca gülüyordu Hasibe. Çünkü bu söz çok hoşuna, gülüncüne gitmişti, bu söz adeta onu biçmişti ekin gibi. 6 Züleyha orada kaldı, bütün mesele olmak ya da olmamak der gibi bir bakıştı bu, felsefi, çok derin bir bakıştı bu. “Daha zarif gül, merak ettim, seni bu köyden çekip kurtaracak talibin olarak gör beni, bir dene. Fakirim; ama çok yakışıklıyım. Sen ise gülden bir parçasın, öyle görünüyorsun” “Fakir istemem! “Tamam; biraz varlıklıyım.” Hasibe’nin içine o an çok kibar bir varlık girdi sanki. Asilzade kızı gibi baktı, her gün piyano başında çok klas, at kuyruğu saçlı bir piyanistten, bir Fransız’dan ders alıyor gibi ışıltı vardı gözlerinde, o solgun, cansız gözleri şiir gibi bakıyordu, donuk, kargamsı bakmıyordu o gözler. Yumuşak, cana akan bir sıcaklıkla bakıyordu. Elleri ışıldıyordu sanki, aç tavuk bacağı gibi nasırlı parmakları…işten güçten tarla bahçe…Saçlarını okşuyordu, o çamur saçlar altın sarısı bir ırmak gibiydi artık, akıyordu kelebekler, çiçekler yıldız parıltıları içinde…Ah tutup koklasan…Tanrı yaratmamıştır öyle güzel koku…Ah Hasibe’nin hırsı, tutkusu, kurduğu parlak hayaller, bu uğurda sergilenecek sahtekarlığının, oyunculuğunun büyüsü…nelere kadirdir… Hasibe’nin acılı, engellenmiş, yok sayılmış çocukluğu, keskin yalnızlığı, zor yaşamı. Çok önceden baltalanmış yaşam sevinci. En güzel, en bereketli damarları çoktan patlatılıp yok edilmiş. Katırdan beter çalışma sitil; mecbursun! Yoksa ağzını gözünü patlatırlar. Tarım işçiliği kadar zor iş yoktur, hele de mevsimlik işlere gittikleri zaman ailecek. Başkasının işinde çalışmak kölelikte kademe atlamaktır, kendi tarlanda çalışmak başka türde bir köleliktir. Domates doğrama işinde elleri uyuştu, bütün kemikleri sızlardı. O işte hızlanması yıllarını aldı. 3 dakika içinde bir kasadan fazla domatesi doğrayacaksın, parmaklar şıkır şıkır hızlı olmalı, çalışırsan olur; ama özünün anası ağlar. Toprak sahibi sanayi sitesinde bir basit makine yaptırsa o tarım işçisi kız o işi yapmak zorunda kalmayacak. Bu kızın taşrada işi ne? Züleyha ona acıyarak baktı, kırık dişine, pembe düşlerine, dertlenince akıttığı alev gibi sıcak gözyaşlarına, birbirlerine sarılmalarına, ağlaşmalarına ay ışığı altında yan yana uzanıp çimenlere yıldızlara baktıkları geceler, ılık yaz geceleri… Züleyha ona acıyarak baktı, ekmek paylaştıkları güne, suyu, ekmeği bölüşüp paylaştıkları güne, akşam olurken içlerine çöken hüzne, yüzündeki eski sivilce izlerine. Tam bir yaratık bu; ama bu yaratığı çok seviyordu, kimseye bu yaratıkla olan ilişkisi gibi bir ilişkisi yoktu. “Söylesene, tamam, yanlış adamı sevdi, doğru adamı nasıl bulacaksın? İkiz ruh olayı var ya?” dedi Hasibe. “Bilemem.” “Doğrusunu seversen de başkaları karşı çıkarsa, öyle çok hikaye duydum.” “Çay vercen mi?” Hasibe, boşalan bardağı doldurup getirdi keyifle. Tam bu sırada Muharrem içeri girdi, gübre kokulu iş üstüyle, bir adamın bahçesi için gübre boca etti traktör kasasına Oturdu mindere, televizyona baktı, misafirle sohbete başladı, arada televizyona bakıyordu. Hayat sevinci darbe yemiş bakışlı, yorgunluktan uyuşuk renkli gözlü sıska adam. Çayı içerek, kapıya çıktı sigara yakıp. Hasibe nenesinden kalan eteğin cebinden bir fotoğraf çıkardı cebinden “Baaaak.” “Bu kim?” “Burak. Telefonla görüşüyoruz, anlaşırsak nişan olacak, sonra düğün tarihi belirleyeceğiz, bakalım; hayırlısı? 7 “Vay! Demek bir kirli fare damat talibin var, işi ne? Hasibe gülerek dedi ki: “Kamyon şoförü. 21 yaşında. Annemin ilçede bir arkadaşı var, çocuğun annesi namuslu bir kız arıyormuş, beni önermişler… Yalnız şu kırık dişi çektirip yaptırmam lazım. Fare gibi görünüyorum.” “Ama sen 14 yaşındasın, evlilik için yasal değil.” “18 yaşına bastığımda resmi nikah ve düğün olacak.” Geç bir saatti, dostlar bağ evinde buluşmuşlardı, mekan sahibi Yasin dostlarıyla kağıt oynuyordu. Sigaralar tutuşmuş, sürekli sigara söndürülüp yakılıyor, küllükler izmarit dolu. Yemek yenmiş, tavuk, dana etki ızgara, salatalar, mezeler…farklı içkiler… Az ilerde Ahmet ve Muharrem şarap içerek tatlı ve hararetli bir sohbetteydi. Birkaç kişi içlerinden birinin akıllı telefonundan eski bir maçı izliyordu başka köşede. Ahmet askerlik anılarından söz ederken kağıt oyunlarında çok iyi olduğunu, istese kağıt oyunlarıyla uluslar arası turnuvaları kolaylıkla kazanabileceğini zengin olabileceğini, çok iddialı olduğunu ballandırarak anlatıyordu. Çok iddialıydı. “Anama söz verdim, tövbe ettim, el sürmedim; çünkü anam; kumarı bırakmazsan hakkım haram zıkkım olsun diye konuşmuştu ölmeden birkaç gün önce.” Muharrem şöyle dedi: Yasin’dan daha iyi olacağını sanmam, onun kadar iyisini hiç görmedim. “Hadi oradan, sen de!” “Gel bak hep kazanan odur.” Kağıt oynayanların masasına demir attılar, geriden oynayanları izliyorlardı. Tavanda süslü bir lamba, gece kulüplerinde olduğu gibi, şeytani, göz kamaştırıcı, lamba kendi ekseni etrafında dönerken tarihin ilk şeytanlarının gölgeleri arasından gülümsüyor sanki. İnsan kasabı bir sistem gibi, patron gibi, şirket gibi, günümüz zincir marketlerini çalışma sistemleri, disiplinleri gibi, talan edilen hazine arazileri gibi, özelleştirme adına satılan fabrikalar gibi. Tarihin ilk şeytanlarından betersiniz; sizi kutlarım. Hiç merak etmeyin alayınızı yerle bir edeceğim! Çünkü tarihin ilk melekleri bunu istiyor. Faust sana selam olsun! Polise sırf polis nefreti yüzünden kurşun sıkan, onu öldüren sol örgüt üyesi genç kadın, şimdi hapistesin ve ölene dek orada kalacaksın, benim yazarlım kapasitem çakralarımın gücü senin gibiler için. (öyküden fazla uzaklaşmayayım bitmez çünkü roman olur öyle olursa öykü yarışmasına katılamaz; elenir!) Yasin, sürekli kaybediyordu. Ahmet dedi ki gözlerini Muharrem’e çevirip o gözleri kıstırıp masaya yumruk gibi vurup masayı bam diye paramparça edip sanki: “Hani ne oldu kardeş? Ne oldu kardeş, sen var ya sen ne palavracısın, sen az değilsin.” Yasin sürekli kaybediyor, hani iyiydi kağıt oyununda.” Güldü. Kesile kesile, göbeği çatlayacakmış gibi mutlu. Yasin başta büyüğüne ses etmedi ama Ahmet yine gülüyordu. Yasin pis pis baktı ona. Kendini soytarı gibi hissetmişti, “Ne oluyor Ahmet abi? Gülünç olan ne, açıkta bir şeyimi mi gördün? Söyle biz de gülelim?” 8 Muharrem senin kağıt oyununda çok iyi olduğunu dedi de, hep kaybediyorsun, bari hiç oynama, eline yüzüne bulaştırıyorsun, alınma ama.” Bu sözler Yasin’in takıp yıkmıştı.Bu sözler, üstüne devrilen o bakışlar sanki kılıçtan geçirmişti onu. “Ya sabır” dedi,”sen öyle san.” Muharrem lafa girdi: “ya Yasin, evlat, seni böyle hiç görmemiştim. “Olabilir. Hep kazanacak değiliz ya, şans bu.” “Kaybettiğin adam zengin; bari benle oyna; fakirim, (gülerek diyor, kafası güzel) borcum var, kazanırsam borcumu öderim. Ama borç ver; hiç param yok.” Yasin’in kafası da güzel.“İyi öyleyse, Ali abi sen çekilsen?” Ali, çekildi masadan, Muharrem onun yerine geçti. Yasin’in kafası güzel; ama yıkık kalbi, sevgilisiyle kavga etmiş sabah, kız bunu silip atmış, barışmak istemiyor. Yasin üzgün, kağıt oyununda kaybetme sebebi bu, oyuna konsantre değil; bedeni orada; ama zihni ruhu kızın kolları arasında, kavga anları, pişman cayır cayır, kızı kırdığı için. Oyun başladı. Muharrem kaç eldir kazanıyordu. Muharrem de bu işlerden anlardı, şansı iyiyken ve Yasin’in şansı kötüyken onu çevirebildiği kadar soyup soğana çevirmek istiyordu. Yasin, tasasız görünüyordu. Ortada seyircilere heyecan veren uçuş uçuş, fırtınalı havada yüzlerce martı benzeri hiçbir şey yoktu, vuruşma değildi bu. Para sorun değildi Yasin’in, köyün tek zengin adamının oğluydu, tek oğlu. Muharrem, artık kazanmaktan utanmaya başlamıştı, e yeter artık ve seyirciler de bezginlikten yorulmuşlardı, oysa başta büyük bir heyecanla kenetlenmişlerdi yuvarlak ve asi karanlık masanın çevresinde, sigaralar üst üste yakılmış, içkiler büyük bir hazla içilmiş; hepsi boşa mıymış! Muharrem patladı: “Yasin, bu gece şansın berbat. Seni herkes yener, Ahmet bile. Artık oynamayı bıraksak, sürekli kaybediyorsun, para saçıp duruyorsun. Aklın fikrin başta yerde senin, mesele ne, anlat, oyunu keselim. “Sana yenilmiş olabilirim; ama beni herkes yenemez. Bu köyde, ilçede, diyarda benden iyi kağıt oynayan yoktur. Hele de Ahmet abi asla, iyi hayvan bakar, o başka, tarlada sanatçı gibi çalışır, o başka.” Ahmet, tutamadı kendini: “Evlat, büyük konuşma, sen kıçında kısa pantolonla sümüklü ve altına işemiş gezerken bu işin özünü yeniden yaratıyordum ben, bu işlerin kurduyum, kitabını yazarım. Yasin güldü: “Baba senden iş geçti, bırak bu işleri. Yaşlandın. Kusura bakma, senin zamanların çoktan geçti. Ben o önsözlere kirli don bile girdirmem.” “Hıh! Sen öyle san.” Muharrem dedi ki: “ya Ahmet, canım gardaşım, madem iyisin, göster ne kadar iyi olduğunu. Ver coşkuyu şunun ağzına. Ver ya! Allah kitap var hak etti, peygamber aşkına ver şunu ağzına kağıtları, tık, varsa iddian, göster ya! Herkes gülmeye başladı, delice kahkahalar, 1 Mayıs işçi bayramı gibi bir şenlik yayıldı evin salonuna. “Ya bırak, konuşsun!” Ötekiler de bastırdı. 9 “Tövbeliyim.” Yasin, servet değerindeki saatini çıkardı koydu masaya, kazansan da kaybetsen de bu saat senindir.” “Kabul edemem.” Muharrem: “Edersin edersin.” Seyircilerden biri: “Kabul etmeyebilir; alır camiye bağışlar.” Muharrem çok hiddetlendi, ağzından tükürükler saçarak dedi ki: “Ne camisi la! Dalağını alırım la! Adam cami yürekli zaten. Borcu var gırtlağına kadar, bu sene tarlalarda iş yok, yağış yok. Yıllardır ilk kez böyle düşük rekolte olacak. Herkes bir şey söylüyordu Ahmet’i masaya oturtmak için. Muharrem dedi ki: “Z. Z. hazretleri hatırına, otur ya, yarın cesedimi göresin oturmazsan; gardaşlığımız hatırına!” Malum dervişi pek severdi Ahmet ve gardaşının son sözleri onu ikna eder gibiydi Muharrem koldan tuttu, iki omuzu, çekti, masaya, Ahmet hayır diyecek gücü bulamadı kendinde, alkışlar sözler koptu, kahkahalar, ne olacak bakalım? Ahmet’in oyun için parası yoktu. Muharrem borç verecekti, Ali onun elini tuttu, masaya parayı koydu: “Borç değil, hediye.” Yasin, işaret etti, dolaptan viski şişesini çıkarttırdı. “Çok içme, serttir yeğenim. Hayaların çıldırır bak” “Git işine ya, sert mert tanımam. Bana bir şey olmaz.” İçkiyi hediye getiren bardağı doldurdu ağzına kadar. Yasin, bardağın tamamını içti bir dikişte. Bir alev yutmuş gibi oldu, gözleri yaşardı. Gırtlağı karnı midesi dans etmeye, taklalar atmaya başladı çocukluğuna doğru. “Çok sertmiş la bu, zehir mi koydunuz içine! Ölüyorum ya.” “He, canlan diye. Karnını tuttu, böyle bir şey ömrünce içmemişti. Herkes gülmekten kırılıp zıplıyordu yerinde. Ahmet, viski içmezdi, tövbeliydi, arada birkaç bira içerdi, hepsi bu, aşırıya hiç gitmezdi. Muharrem, bir bira içilmiş boş bardağa viski koymak istedi, Ahmet bardağın üstünü eliyle kapadı. Ahmet, birkaç eldir kaybediyordu. Buna çok şaşırdı, paslanmış mı neydi, bu nasıl oluyordu, suratına aniden hayalet gibi geliyordu tekmeler sanki, Yasin, onu yerle bir ediyordu. Ahmet taktik değiştirdi, kağıtları kesti, yine kaybediyordu. Dostlarına rezil olmanın baskısını hissediyordu, bu korkunçtu. Ortada bir iddia vardı ve bu, onur meselesine dönüşüştü Ahmet, onunla konuşmaya başladı, onun dikkatini dağıtmak için. Ara bir şeyler deyip gözünün elifine bakıyordu. Muhammed Ali taktiği. Öyle bir dansa başladı kağıtlarla. Ve nihayet Ahmet kazanmaya başladı, eski kumarbaz ruhu tam canlanınca kazanmaya başlamıştı. Ahmet dedi ki: “Pes et artık, şampiyon; gerçek belli oldu.” “Son bir el daha oynayalım.” Güldü: “Bilmem ki, ne yapsam?” Alaycı. “Kazandıklarının hepsini koyacaksın.” “Sen de sizin çiftlik evini koyacaksın, koymaya cesaret edemezsin, koymayan namert olsun! La oğlum benle oyun olmaz, şeytanlarla güreş ettim de kazandım ana baba duası aldığım için.” 10 Gözler fal taşı gibi açıldı. Seyirciler masaya abandı, kumarbazların gözleri içine, ağzından çıkacaklara bakıyorlardı. Mustafa, masaya oturdu, oyunu kazandı. Yasin çok kızgındı, viskiden içti, Bir el daha oynadılar, bu kez Ahmet kazandığı her şeyi kaybetti. Sır olmuştu eldeki kazancı. Yasin, son anda paçayı yırtmıştı. Yasin paraları topluyordu masadan. Muharrem onun elini tuttu: Son bir el daha, kaçmak yok öyle. “Ne oluyor Muharrem abi?” “Son eli kabul etmeseydi çok şey kaybetmiştin, son bir el daha.” “Yapma abi.” “Oynayacaksın lan! Son bir şans ver bu adama. Ahmet ağlayacak gibiydi, şok içindeydi. Son eli oynamak büyük hataydı, şansı yerindeyken bırakmalıydı oyunu. Muharremin belinde silahı var, ceket açılınca belde göründü, Yasin silahı fark edince içine ölüm korkusu süzüldü. Muharrem abi karışma bu işe, gözünü seveyim, kurbanın olayım. Karışırım evlat. Dostum o. Seyircilerden biri: “Ahmet bir şansı hak ediyor, bankalara milyarlarca borcu var, kazandığı parayla borcu kapatabilecekti, Yasin yalvardı, Ahmet kabul etti, yoksa Yasin bitikti. “Ben ona zaten servet değerinde saat verdim, saati satıp borcunu öder.” Çocuk doğru söylüyor dedi seyircilerin bir kısmı. Öteki kısmı tersini savundu. Ahmet ise kazandıklarını kaybetmenin acısını hissediyordu; ama buradan kalksa iyi olacaktı, en azından servet değerinde saati vardı. Bir el daha oyun başladı. Bu kez Yasin kaybetti. Muharrem’in belindeki silahı aldı ve başına dayadı: Son bir el daha. Arkadan yanaşıp tabancayı elinden aldılar. Ahmet masadan ayrılacaktı, Yasin delirmiş gibiydi. “Sadece son bir el daha. Yok dedi Mustafa. … dönüm arazi. Sıfır traktör alırım. Traktörün cenaze gibi, sık sık bozulduğunu biliyoruz.” “Olmaz.” … dönüm arazi veririm sana.” “Olmaz.” … dönüme ne dersin?” “Olmaz. “Kabul edebilirsin” dedi Muharrem, “ben olsam kabul ederim, zaten kumarda kazandın hepsini, kaybetsen de sorun olmaz, ha?” Ahmet aradaydı, ne dese iyiydi? Yasin dedi ki: “Kaybetsen de … dönüm arazi vereceğim sana, ve sıfır traktör. Değerli saat zaten senin.” “Oyna” dedi Muharrem, “kabul et.” Ama sen kaybedersen, verdim hiçbir şeyi senden geri almam; ama senden bir şey alırım. “Nedir?” 11 “Değerli bir şey.” “Ne?” Onu şimdi diyemem. Oyun sonunda belli olur, kazanırsam.. o şeyi bana verirsin. Sözüm senet.” Senin sözün senet mi Elbette benimki de senet. Benimki eşek başı değil ya!” Bir ortaçağ mahkemesi gibi, hemen karar verdi seyirciler ve oyunbazlar, cadı asılacaktı, şeytanlarla konuşan asılacaktı. Ne karar alındıysa uyulacaktı, seyirciler şahitti. “Gergin, korkulu dakikalar, alından şıpır şığır dökülen terler, her iki taraf için bu para ve arazi meselesi değil, onur ve gurur ve güç meselesiydi. Yasin’in dev kahkahası yıktı geçti bağ evini, uçtu çığlık çığlığa ahşap tavanı deldi kartal gibi çelik pençeli kartal gibi, gülmeyen yerlere yatıyordu, yerleri yalayacak gibiydi. Viski bardağını doldurdu dikip İçti: “Baylar kazandım! bu işin en iyisi benim!” Ahmet, buz gibiydi, renk vermiyordu ama ceset gibi bakıyordu. Muharrem, onun sırtına vurdu: okşadı, üzülme, servet sahibisin yine de, sözünü tutacak; yoksa kafasına sıkarım.” Yasin, aniden gülmeyi kesti, iskemlesine oturdu, garip bakıyordu. Ahmet meseleyi anladı: “Kaybettim. Kaybedersem bir şey verecektim sana, çok merak ediyorum o nedir? Yasin kıvranır gibiydi, çekinceli, korkulu. Yutkundu. “Söyle bakalım Yasin, ne vereceğim sana?” Yasin, kadehini doldurdu, bir dikişte içti. Ahmet’in kadehini de oldurdu, onu iç abi. Viski kullanmam. Onu iç; öyle diyeceğim. Yasin Muharrem’in kulağına eğilip bir şey söyledi. Muharrem: Ahmet, viskiyi içsen iyi olacak, senin yerinde olsam öyle yapardım. Ahmet şaşırdı, hemen viskiyi içti. Kafası muazzam oldu. “Lan ne olacak?!” diye herkes meraklıydı, ne isteyecek ne dökülecek ağzından… tarij öncesi dev kuş yırtıcı merak sallıyordu masa etrafına sarmaşık gibi dolanan adamları. Sus pus olmuşlardı, tek ses yoktu masada. Dışarıdan bir çakal uluması duyuldu Söyle evlat, ne istiyorsun. Yasin konuşmak istiyor; kıvranıyor, şey mey dedi, lafa nasıl başlayacağını bilemiyordu, “lafı dolandırmaktansa birden söylemek, giyontinse birden indirmek iyidir” diye düşündü, acıysa acı yaşamaz insan, öfke ya da başka duygu, fişi çekmek gibi prizden: “Kızın Züleyha’yı.” Gülümsedi Ahmet, 27 yaşındaki Yasin’inin bu teklifi gurur vericiydi. Ama kız okuyordu, evlenmesi için de yaşı çok ufaktı, henüz çocuktu, Yaşı büyüyünce olabilirdi. Yaş farkı da sorun olmazdı, böyle birçok evlilik biliyordu. Ahmet’in yüzündeki gülümseme ve memnuniyet ifadesinden güç ve cesaret alan Yasin şöyle dedi: “Babama istiyorum kızını, Allah’ın emri, peygamberin kavliyle, güzel bir düğün yaparız. 12 Ahmet, birden sağ elinin yumruğunu sıktı, koydu masaya, dişlerini sıktı. Akşam vaktiydi, tatlı esinti yıkıp yeniden yapıyordu köy yolunu ve insanları, ne mutlu eden bir havaydı o… nasıl nefes, gündüz sıcaktan sonra. İlaç gibi gelen ve bahçelerde yakılan semaverler, tavuk ızgara, kızartma kokuları, şen sohbetler. Gürültülü sohbetler. Oyun oynayan çocuklar…mutlu sesleri…saklambaç…ip atlayan kızlar, kayış saklama oyunu, bilyalı, evcilik oyunu, gazoz kapağı oyunu, havlayan köpekler… Köy yolunda Muharrem’in koluna girmiş ilerlerken Yasin lüks aracıyla geçiyordu, onları araca davet etmiş, sigara ikram edip gezmeyi, içmeyi teklif etmişti. Yasin’in çocukluğunu bilen adamlar, onu ellerinde büyüten, koruyan seven adamlar… zengin adamın iyi yürekli oğlu… Ayağa kalktı, vuracaktı. Viski dolu şişeyi eline almayı düşündü. Tarihte var mıdır buna benzer olay, bir sürü vardır. 15’liye türkü yazmışlarsa…ve onlar savaşta yok olmuşsa koca sınıf…benim hikayemdeki..”hadi canım, burası çok saçma oldu” diye düşünebilirsiniz. (saçmalamak da bir sanattır) Filmlerde dizilerde çok ucuz ve sömürgeci anlatımlı olanlarına tapıyorlar. Hikaye sağlamsa ben içerikteki şeyler saçmalık bile olsa onu, işçiliği algılar, taktir ederim, insanlar hayal ürünü saçmalıklara tapar, umarım benim yazdıklarımın değeri… Bütün köylerin tarihi, kitapları var mıdır, köylerin tarihini kim tutar? Bilgisayar ortamlı, 200 sene öncesi gazeteleri okumak istersem? Nasıl olacak bu iş? Yok öyle bir kaynak, değerlendirme, halka açık. Patron karşısında el pençe duran gariban gibi, tarım işçisi şamar oğlanı gibi dedi ki: “Babamın bir ayağı çukurda, babam öldüğünde karısına büyük miras alacak, yaşı 18 olunca resmi nikah yaparız. Bunu babam sana izah eder, söylediğimi hazmetmen zaman alabilir; ama bu sizin çıranıza hizmet eden bir teklif.” Dudağında kürdan olan adama işaret etti, viski doldurması için. “Yok abi, dokunur, sana bira verelim.” dedi viskiyi getiren kızıl sakallı. Ne dokunacak ulan, en kötüsünü az önce yaşadım. Barak ağzına kadar doldurulması için parmağıyla yönetmenlik yaptı. Ve hemen viski doldurdu bardağı bir dikişte içti; içi, boğazı yandı öksürdü: “Ne var bunun içinde, gaz yağı mı, dinazor yere seren mi?” Herkesi çılgın bir gülme tuttu. Ortama mor bir neşe yayıldı. Ahmet zor, hazmedilmesi çok sert şeyler duymuştu ama süratle yumuşuyordu, Yasin onu iyice yumuşatmak için konuşurken Ahmet düşüncelere dalmıştı. Koca adayı yaşlı adam ve köpük köpük diri kızı, ufak kızı. Peki, kızı bunu duyuca nasıl tepki verecek? Bu canavarca ve hunharca bir karar olacak, moruğa varmayı kabul edecek mi? Hım, eh, alışır, kabullenir, başta kafasına taş yemiş gibi olacak elbette; ama sonra… o da yumuşar ve kızı babasının iyiliğini isterdi, ailenin… Ailenin gerisi zaten babanın aldığı karara uymak zorundaydı. Ve karardan geri dönüş yoktu. Ahmet, bir yanı kurşunlanmış, bir yanı bayram seyran şarkılar söyleyerek eve döndü. Muharrem, onu kapıya gelmeden az önce kaçarak gitti, evin anası ona; “kocamı yoldan çıkardın” diye çatmasından korkup. 13 Yaz akşamıydı, cırcır böcekleri ötüyordu, derede öten kurbağalar…köyün köpekleri havlıyordu… uzakta başka köpekler… Züleyha, ilçedeki ablarını ziyaretten dönüyordu, sakin ve duru gökyüzünde binlerce yıldız vardı, başını kaldırıp baktı, ferahlık veren esintiyle saçları uçuştu, derin bir nefes aldı, evin kapısında duran kediyi eline alıp okşadı. Tam içeri girecekti, içerden kavga sesi duydu, annesin ağlama sesini. Korktu, bekledi, babası susmuştu, biraz daha bekledi, babasını böyle öfkeli hiç işitmemişti; annesini de böyle ağlarken… İçeri girdi, salonda divanda hayalet gibi oturan annesinin yanına geçti. “Ne oldu anne? Annesi önce çektikleri acılardan dem vurdu, sonra ona açıklamalar yapmaya başladı. Züleyha, ağlayarak odasına geçti. Kısa bir süre sonra evin oğlu Süleyman yanaştı eve, köyden can dostunun eski püskü motosikletinin arkasındaydı; lanetli, yaralı bereli bir motosiklet; ama yolda bırakmaz. Sigara yaktı, üç bira içmişti, kafası çakır keyifti, eve girdi. Kız kardeşinin ağlamasını duydu, annesine baktı, annesi 250 kilo mermer yemiş gibi duruyordu divanda, belki de tarihin ilk şeytanıyla kapışmış gibi, yıkık, dökük, dağınık, ezik, parça parça edilmiş sanki vahşi bir ayı tarafından. Annesine gözlerinin neden kızardığını sordu. Anne ona biteni anlattı, Süleyman’a duydukları en başta ters geldi, çok öfkelendi; ama bu sayede, kardeşinin fedakarlığı sayesinde zengin olacakları netti. O berbat, karanlıktan güç alan his ve düşünde hemen yıkıldı içinde. Akıl almaz büyük bir sevinç hissediyordu ve onu içinde sır gibi tutması gerektiğini anladı. Benliğinde çok kuvvetle bağıran bir şey vardı, zafer çığlığı, kendini yerinde duramaz hissetti, odasına gidip ne yapacak, içinde bir volkan patlamış gibiydi. Babam çok yanlış karar vermiş. Kız kardeşinin odasına gitti. Züleyha, yerde duvara sırtını dayamış, dizlerini karnına çekmiş sessizce ağlıyordu, yüzünü dizlerine gömmüştü. “Ağlama güzel kardeşim, ağlama, şu beş para etmez hayatta hiçbir şey için gözyaşı dökmeye değmez. Güçlü ol.” “Ah be kadersiz kardeşim, canım kardeşim.” Kızın saçlarını okşadı, yanağını. Güya destek oluyor sefil! Süleyman, kendini evden dışarı attı, sevinç kahkahaları atmak istiyordu, iç alev almış gibiydi, ne muhteşem, parlak bir histi bu, o sevinci doya doya yaşamak için köy yolunda hızlı hızlı yürümeye başladı, evden iyice uzaklaşınca, arkasını döndü, karanlıkta parlayan aya baktı, sonra evin penceresinden yansıyan solgun ışığa. Çok acısını çekmişti bu evin, yoksulluğun, hayaller kurup erişemememin, çok dayağını yemişti parasızlığın, kasıp kavuran umutsuzluğun, Şu dert çıkmazı karabasan ev… sonunda bu ev için bir ışık, çare belirmişti hiç hesapta yokken… içindekilerin hayal etmedikleri bir yaşamı olacaktı artık. Kahır çekenlerin yüzü gülecekti artık. Çıldırmışcasına kopuk kahkahalar atarak ilerlemeye başladı, sevdiği kızı alabilecekti, sevdiği kızı alamamıştı, düzgün bir işi yoktu, evi yoktu. Kızın istediği makul şartları yerine getirecek gücü bulamamıştı kendinde. Bulsaydı başarırdı da. Ama gevşekti işte. Kız ise; “aşkından ölürüm diri diri yakılsam bile…ama bu iş olmaz. 14 Şartları ailem istiyor, bana kalsa çoktan kaçıp gelirdim ama. Ailemi ezip geçemem. Mecbursun. Aksi halde unut beni” “O şartları yerine getirmem imkansız, her aşık senin gibi şartlar mı öne sürer, sen beni cidden sevmiyorsun!” Genç kız ağlayarak, harabe olarak evine gitmişti. Ve kızla bağlantısı bitmişti, birkaç gün önce. Yarın ona gidip bütün şartları yerine getirebileceğini anlatabilirdi… büyük, güzel bir düğün yapardı… Of yavrum of! Salonda oturan annenin göz yaşları kurumuştu… zaten ağlaması belli bir süreydi. O da hayaller kurmaya başlamıştı. Evli iki kızı maddi sorunlar yaşıyordu…onlara destek çıkabilirdi… Bir kızı duldu, koca ölmüştü, kadın tarım işçiliği yapardı. Bir çocuğu vardı. Diğer kızının durumu daha kötüydü, epilepsi hastası damat çalışamazdı, seyyar satıcılık yapardı arada, kadın hem hasta kocaya bakar, hem 4 çocuğa,hem de çeşitli işler yapardı evi geçindirmek için, ufak çocuk bakmak, yaşlı hasta bakmak gibi, hayvan bakımı gibi…Yeni bir ev yapabilirleri, şu oturdukları evin tamir edilecek hali kalmamıştı. Ahırdan beterdi… Dul kızını ve ötekini yanına alabilirdi, onlara burada ev yapabilirdi, büyük bir ev yaptırıp bütün çocuklarıyla, torunlarıyla yaşamak, en önemlisi sabahın köründen gece yarılarına kadar çalıştığı ruh emen hayvan çiftliğinde çalışmayacak olması… müthişti… “Abi uyumadım da, uyku tutmadı, ben hiçbir zaman kalpsiz biri olmadım, kızın razı gelmiyorsa ya da sen cayıyorsan unutalım gitsin o işi?” dedi Yasin. “Yok öyle bir şey, kızım razı geldi, biz anlaşmaya uyacağız, ya sen?” dedi Ahmet terslercesine. “O halde biz de uyacağız, hani belki caymak istersin diye düşündüm de aradım.” Ok yaydan çıkmıştı ve Ahmet eline geçecek olanların tadını ve kokusunu av köpeği gibi aldığı için anlaşmayı bozmaya yanaşmamıştı. Kendini bildi bileli acısını hissettiği baş belası ve ölümcül fakirlik bitiyordu ya, (iki oğlu ölmüştü ufak yaşta) bitsin defolsun gitsin işte. Adam ihtiyar olabilir; ama kızın çok zengin olacak, bu kızının çıkarınaydı, çok rahata erecekti. Geçim sıkıntısı beter şeyler yaşatırdı, eh, onları yaşamaktan kurtulup bir dedeye karı olacaktı, bundan kötü bir şey yoktu ki. Her şey kitabına gayet uygundu. … Tatlı yaz akşamı gelmişti. Ahmet, kızının odasına girdi usulca. Gece lambası yanıyordu. Züleyha yatakta ruh gibi, az önce ruhunu teslim etmiş gibi oturuyordu, duvarda aslı fotoğraflarına, ilkokul fotoğraflarına bakıyordu, Ahmet, yatağa, onun yanına oturdu, beyaz bir sessizlikle kızına bir şeyler anlattı, onun saçlarını okşadı. Züleyha, sessizce ağlamaya başlamıştı. Sonra o sevgi ve aşk dolu kolu kızının omzuna, boynuna doladı. Züleyha, en çok sevdiği kızıydı. Söze başladı.Ona çektiği geçim sıkıntısına, borçlara dair gerçekleri anlattı. En sonunda şöyle dedi: “Senin de kaderin buymuş, sen kurtuluşumuzu yazacaksın, sen bir kahramansın. Üzülme, sen bizim ilahımızsın, sakın üzülme, geçecek hepsi, sen bizim peygamberimizsin, sen çok özel bir kızsın, sen bizim mücahidimizsin, sen onurlu bir kızsın. Adam yaşlı, yaşlı insanları çok sever, acırdın, deden mesela, o da rahmetli deden gibi biri. Züleyha’nın gözü önüne ufak tefek, saçları dökülmüş, beyaz takım elbiseli, takma dişli, kara suratlı, gözleri çökükte hayat enerjisini kaybetmiş beyaz sakallı adam geldi. Aynı görüntü 15 Ahmet’in da gözü önündeydi, ekin tarlası gibi güzel saçları olan sarı kızı, yeşil gözlü kızı, uzun kirpikli kızı, 1:80’lik kızı, yanda 1:50 boyunda bir kabus. Bir şeytan belki. Ama böyle değil, o yaşlı iyi bir yaşlı. Buruş buruş bir surat, sarkık gerdan. Çukura düşmüş ufacık gözler. Çarpık, ince bacaklar… Hayat ışığının, gücün çoktan terk ettiği bir beden. Çökük, harabe, kaçılası bir beden, sefil bir beden. Hani nerde karın kaslarında beliren çiçek çiçek çizgiler; yok, onlar çoktan yok olup gitmiş. Hani nerde omuzlardaki mermer güç, kuvvetli eller, ışık gibi eller, kadını tutku ve şehvetle kavrayıp yatağa yapıştıracak puma gibi bir güç, kadının üstüne geçip ona zevk verecek, ağlatacak saatlerce aşk, kadını zevkten dönüştüre dönüştüre inletecek; hiçbiri yok bu morukta, o şeyler genç erkeklerde var. “Kusura bakma kızım, hayallerini, kadınlığını tam yaşayamayacaksın belki; ama bunu yapmak zorundaydım.” Ahmet gözünün önüne gelen o görüntülerden rahatsız oldu: Duvardaki resimli çerçeveli yazı ilişti gözüne: “Ferman padişahın; dağlar bizimdir” Sustu, kızına baktı, saçını tekrar okşamaya başladı. “Allah böyle yazmış senin kaderini, yapacak bir şey yok, içinin yandığını biliyorum, kahraman olduğunu düşün, yıllardır hayatta kalmamız için neler çektiğimi biliyorsun. Geçim sıkıntısı her pis ve şeytani yola sokar insanı, öğretmen olsan sabahın köründe kalkarsın, çok zor çalışma hayatı; bak onları yaşamayacaksın, şrak diye her şeyin olacak kızım. Her istediğini yapacaklar… Züleyha’nın gözyaşları yüzünden aşağı, giysilerine ya da eski kilime düşüyordu, ne olacaktı hayalleri?: Yusuf geldi gözünün önüne. Lise bitecekti, üniversiteye gidecekti, üniversite ortamını yaşamayı çok istiyordu, o hayatı filmlerde, bazı kitaplarda görmüştü, birileri anlatmıştı, gazetelerde, bir ilginç, mucize hayat: Özgürlük. Sonra…atanıp öğretmen olacak; pırıl pırıl görünen, kibar, düşünceli, güneş gibi hissettiren gülüşü, bakışı güzel, ona baktıkça haz aldığı bir uzun, kendi gibi uzun bir genç adamla tanışacak, dost olacak ve aşk evliliği yapacaktı. Bu kişi her şeye, hayallerine rağmen acınası Yusuf olabilirdi. “Üniversiteyi bitirsen atanma sorunu var, atanmak öyle kolay mı? Hayallerinde her şeyi olup bitiriyorsun; ama gerçekler başka kızım. Üniversite bitiren binlerce genç işsiz var. Mesela avukat. Çay ocağında çalışıyor. Parklarda ormanlarda gençler intihar ediyor kendini asarak. Parasızlıktan, iş bulamadıkları için. Evlenemeyecekleri için. Üniversite bitirenler çöplerden atık topluyor… Dedeye alışırsın, zamanla seversin. Sevmesen de alışırsın. 70 yaşında. Çok yaşamaz zaten. Bu işi görev olarak düşün… sen düşman cephesini ele geçirmek için yola çıkacak olan bir askersin, mücahitsin. Sen ilahımızsın! Düşmanı darmadağın edeceksin, hayatımızın kurtuluşunu sağlayacaksın. Bunu sakın unutma. Allah var yukarda, hesap vereceksin ona, Allah var kızım, ailen için. Kader bu, kadere isyan edilmez, herkes kaderini yaşar.” ... Züleyha, köy yolunda ilerliyordu, Yusuf’un hayvan otlattığı yerden geçiyordu, korkak ve aptal Yusuf hangi cehennemdesin? O da nedir, Yusuf biriyle sohbet ediyor, gözlerine inanamadı, Yusuf Asiye’yle muhabbet ediyor, asiye Züleyha’nın hiç sevmediği biri, Asiye yalağın teki, hoşlandığı kim olursa öpüşmek ister, bakire değilmiş, onun hakkında böyle 16 şeyler duymuştu, Asiye çoban, sığırlara bakar. Koca kıçlı. Balık etli. Erkekler bunlara bayılırmış. Hasibe anlatmıştı. “Pislik Yusuf, kendin gibi bir iti buldun sonunda!” Tam oradan uzaklaşacaktı, Yusuf’un sesini duydu: “Uzun ettin, defol git be kızım başımdan, yalnız bırak beni!” Züleyha’nın içi rahat etti, yanlış anlamış onu, Asiye oradan uzaklaşıyordu. Yusuf el işareti yaptı, “gel” diye, Züleyha’ya, yok, havasını alırdı, güldü ve hızlandı. Hasibe, evde kek yapıyordu, misafirler gelecekti, nişanlı adayının annesi… Züleyha, içini döktü. Kavanozdaki birbirinden zehirli akrepleri masaya döker gibi. Hasibe, konuşmayacaktı, bu işe maydanoz olmayacaktı; ama dayanamadı: “Baban seni kumarda kaybettiği için verdi.” “Nasıl nasıl!?” “Babam da oradaydı, anneme anlatırken duydum.” Her şeyi anlattı Hasibe, ablartmadan. Züleyha önüne bakıp susup kaldı taş gibi. Züleyha’nın içinde bir volkan öfke belirdi. Bir şeyleri yıkıp dökmek, paramparça etmek… insanları toz duman.. babasını…konuda parmağı olan kim olursa…dişlerini sıkmaktan gıcırdattı. Babasının sözlerini ve şunu hatırlayınca ve öfkeden delirir gibi oldu: “Sen ailemizin kurtuluşunu yazacaksın, sen ilahımızsın!” “Ya bu nasıl iki yüzlülüktür! Sahtekarlıktır!” “Demek kumar masasında.” dedi. “Tatlım haydan gelen huya gider, bu işten iyilik görmez insan. Ama senin yerinde olsam bayıla bayıla giderdim. Ektiyar nalları diker, çok yaşamaz. Her şeyin olur. Sonra sevdiğin biriyle evlenirsin, böyle düşün. Sakın kaçıp gideyim ya da kendimi öldüreyim diye düşünme. Müthiş bir fırsat yakaladın, gır gır geç katlan, mutlu olmaya bak.” Züleyha kendisini cehennem gibi hissederek eve döndü, babasına çatıp onu yumruklamak, hesap sormak istiyordu, dinamit gibi hissediyordu, eve yaklaştı, babası eski at eğitim yerindeydi, simsiyah bir at vardı çember biçimli çitin içinde. Bu ne kadar güzel bir attı böyle, at gelen yabancıyı bir gördü, kişnedi, ona dik dik baktı, Ahmet de böylece geleni fark etti: “Ah!”dedi, şaşkınlık ve sevinçle, “güzel kızım, prensesim, sen mi geldin?!” Bak şu adama, bak şu yakışıklıya.” “Onu bana verme, bir eşek yeter; değil mi? Ufağım. Güzeli harcarım.” (ima yoluyla bir şey anlatıyor ona) Ahmet bu lafla mutlu oldu ve gülmeye başladı zevkle, at yerinde durmak istemiyordu, Züleyha’nın dikkati bu gülüşte bir kelebek gibi kalakaldı. Babasının iri, yeşil gözleri vardı, o mutlu gülüşü hep sevmişti, kendini bildi bileli. Ve şu at inanılmazdı, akıl almazdı, yakışıklı ne kelime, başka, bambaşka bir şeydi. Hemen ona yakın olma isteği duymuştu, bir ışık çağırısı almış gibi. Atın sahip olduğu cevher ona yansımıştı, bu şeyi merak ediyor, anlamak, çözmek, onunla haşır neşir olmak istiyordu, kalbi ve zihni ilginç bir ışıltıyla zıplıyordu bu canlı için, kutsal bir şeydi sanki bu, öyle damar nehirlerden oluşturulmuş ve kıyamet gibi vahşi, ele geçmez, uysallaşmaz ve ölümüne özgülü özümsemiş, kendi olmanın düşkünü, baskı ve kontrol altına alınamaz, evrenin özü gibi. Şeytanlaşamaz bir ışık gibi. Asla köleleşmeyecek bir şey vardı bu atta, bir tılsım. “Buna binmek istemez misin?” 17 “İsterim.” İçindeki ses: “Hesap sor şundan, hesap sor, seni kandırmasına izin verme, iki yüzlülüğünün hesabını sor!” diyordu. O sese uymadı. Bütün dikkati aklı fikri ata yakın olmakla dolmuştu. Ahmet, atla ilgili konuşmaya başlamıştı: “Bu at senindir kızım, bu atı senin için aldım Yasin’den, düğün hediyen.” Düğün lafını duyunca yıkıldı; ama üstünde durmak istemedi, o gün gelmeden ölmeyi diledi. Ahmet, söze devam ediyordu, Yasin’in çiftliğine uğramıştı, 3 yeni at getirmişti Yasin, görür görmez bu siyah bir şimşeğe benzeyen atan vurulmuştu, bir şey onu mıknatıs gibi ata doğru çekmişti, asil bakıyordu at, gözünü mıh gibi ona yaklaşan Ahmet’e dikmişti, alev alev, yaldır yaldır bakıyordu, kaya gibi sert, uzlaşmak ve antik rüzgarların özü gibi asi, çok pis biçimde dik. ‘Hiçbir konuda asla müzakere etmem, benim dediğim, istediğim olur’ der gibi bir bakıştı bu. Ahmet, atın yanına, onu okşamak, yakından seyretmek için giderken birden yıkıcı bir korkuya kapılmış, “bu at beni öldürecek!” diye düşünüp yerinde kalakalmış, mest olan bakışlarla atın endamına, boyuna posuna, güneşle parlayan siyah kılıçsı gövdesine, kas çizgilerinin dansına, gözlerinin içinde parlayan ışık parıltısına, bunların başka başka dans ve secdelerine, atın perçemine, gür kuyruğuna, yelesine, sırtının göksü parlaklığına, yumuşaklığına aşkla kaybolmuştu onda. “Çok güzel at Yasin bu!” “Teşekkür ederim.” “Nerden aldın?” “Anlatmak uzun sürer. Yeni getirdim.” “Bunu bana verir misin? Kızıma hediye edeceğim, gelin almaya geldiğinizde geleneksel olarak onun ata binmesi… hep böyle bir hayalim vardı da.” Yasin, atı vermek istemiyordu. Atın iyi olup olmadığını bilmiyordu henüz. Ama at bakıcısı yaşlı adam gerideydi ve ona bakışıyla şöyle dedi, “en kötüsü bu, ver gitsin.” Ahmet, çiftlik evine gidecekti: “Ben damat dedeyle az görüşüp geleceğim. “Atı hazırlarsınız; değil mi; belki de hazırlamazsınız? Eşeklerden birini…” Güldü. “Sana en iyisini vermeliyiz, bir düşünelim, sana en güzeli layıktır.” “Buna çok sevindim Yasin’ciğim!” Ahmet, içeri gitti. Yasin, seyisle atlar hakkında konuşmaya başladı. Siyah at mı, beyaz mı, kırmızı at mı, hangisi vermeleri gerektiği hakkında. Yasin: “Bu at huysuzun teki. Geldiğinden beri böyle; ama iyi bir at olabilir de olmayabilir de. Ama şundan eminim. Kesin geri gelir, onu vermek isterim bu yüzden. Ama aslında hiçbirini vermek istemiyordum; ama adama hayır demek olmaz, ucuz bir at alıp bir bahane bulup o atı buna kakalamak doğru geliyor bana.” Seyis güldü: “Çok hainsin. Ama iyice düşündüm de…bence bu atı verme…karakterli at kendi sitili olan, uzlaşmaz, zor attır.” “İyi de sırtından atarsa beni, ne olacak, boynum kırılırsa, felç kalırsam? 14 yaşında at attı beni ve aylarca tekerlekli sandalye kullandım, nerdeyse felç kalacaktım, o at da bunun gibi bir attı, yıllarca atlara yaklaşamadım. Seyis: “Bence bu at kalsın, güvene ihtiyacı var, güven verdik mi sorun çıkarmaz.” “Ben bu atı verme taraftarıyım, yüzden 99 geri gelecek zaten. Sonra ona bir eşek veririz.” “Sen bilirsin Yasin o zaman.” 18 Gülüştüler. … Düğün bir ay sonraydı, Züleyha, son (çocukluk) kızlık zamanları olduğunu düşünerek tatile çıkmış gibi, apayrı bir gezegene düşmüş gibi serbest geçiyordu zamanlarını, onu salık bırakıyorlardı, mutlu olsun diye, kız arkadaşlarıyla geçiriyordu zamanlarını. Her gün atla ilgileniyor, ata yaklaşmaya çalışıyordu, atla sevişmek istiyordu delice. Her yerini öpüp koklamak… Muhteşem ve zarif (büyüleyici pembe bir yumuşaklık) cinsel organını, altını ona yerleştirmek! Ona bir kez olsun dokunmayı başaramamıştı, onun boynuna sarılmayı, yelesini, kuyruğun taramayı, onu yıkamayı istiyordu; ama ata beş metre bile yaklaşamıyor, at ahırda ya da eğitim alanındaysa bile hemen öfkelenip kişniyor, karanlık yüzünü, uzlaşmaz vahşiliğini gösteriyor, şaha kalkıyor, onu ısıracakmış gibi dişlerini birbirine vuruyordu takır takır, adeta deliriyordu. Öte yandan Ahmet ata yaklaşmaktan çekiniyor, bir çifte yemekten ödü patlıyordu, kaç defalarca onu ısırmayı denemişti at, bir keresinde nerdeyse kulağını koparacaktı, aniden, hiç sezdirmeden arkasını dönüp çifte indirmek için defalarca uğraşmış, Ahmet bazı sefer gülerek kaçmıştı. Bazen ise onu kalın sopayla en az 30 dakika dövmüştü. Sövüp saymıştı. Züleyha, git git ata daha çok yaklaşmayı başarıyordu onunla konuşmanın bu işin çözümü olacak gibi görünüyordu, “sonunda başardım, başaracağım, biraz daha yaklaşırsam onu okşayabileceğim” diye düşünürken at bu oyunu aniden bozuyor, Genç kız ısırmak, üstünde çıkıp tepinmek ya da tekmelemek için atak yapıyordu. Ve Züleyha korkarak, gülerek pes ediyordu. Düğün gününü hatırladığında, eskiden geleceğe dair kurduğu hayalleri hatırladığında ağlamaya başlıyor, bütün içini ata döküyordu, kavanozdan bu kez zehirli iğneleri olan arılar çıkıyordu. Rus yazarın bir öyküsünde oğlu ölen at arabacısı vardır, o gün onu kimse dinlemez ve atına döker içini. Züleyha da atla yoldaş olmuştu ağladığı gün, atla yoldaş olma başlamıştı. Ama onun ruhunun kristal kapılarını araladığını fark etmemişti. Ara ara atla konuşurken ağlaması tutardı, ata sevgiyle bir şeyler anlattığında atın sakince ona baktığını, kulaklarını hareket ettirdiğini, boynunu aşağı eğdiğini fark etmişti. Ve giderek ağlayıp iç dökmeleri de yok olmaya, zihninde ve kalbinde kışlık konserve gibi biriktirilen zehir dolu bütün türlü türlü böcekler tükenmeye, duyguları nasırlaşmaya başladı, ruhsuz ve betonlaşmış bir hale geliyordu, bir intihar komandosu ya da kamikaze gibi hissediyordu kendini; “olan oldu, yapacak bir şey yok, ailem için her şeye değer” diye düşünüyordu. Hasibe’nin dedikleri de bu işe boyun eğmesini kolaylaştırdı. Derken o düğün akşamı geldi çattı, gökyüzünde binlerce yıldız çocuklar gibi aşka parlayıp sönüyor, ilahi ve kozmik bir pençenin müziğinde yeniden diriliyorlardı. Bunaltıcı yaz havası esintiyle nefes alıp vermeye başlamıştı, cırcır böcekleri köyün poturluk alanlarında ötüyordu. Kurbağalar, kurtlar, çakallar, köpekler. Sızı gibi gülüşler. Mutlu çiçek ve ağaç okulları, kokuları. O yeşil sonsuz koku, köyün toprak yolunun dans kokusu. İtaat etmez, uzlaşmaz at evden gelin alma merasimine dahil edilemedi. Kendine kimseyi yaklaştırmamıştı ve Ahmet’in elini ısırmıştı, neyse ki Ahmet elini son anda çekmiş, ciddi bir sorun çıkmamıştı, dikiş atacak kadar. 19 Düğün sabahı Züleyha ata son konuşmayı yapmıştı. Onu ağlatan tek şey ata olan aşkıydı, veda etme zorunluluğu, yoksa ağlayacak, ağlatacak şey bırakmamışlardı, bırakmamıştı kayalaşmış içi. Kaçınılmaz olarak, bir kamikaze ne yapacaksa onu yapacaktı, hissiz, ruhsuz, bataklık hayaleti gibi bir varlıktı. Yusuf, birilerinden Züleyha’nın düğünü olacağını duymuş, ağlayarak odasında akşamı beklemişti, sonra öfkeyle av tüfeğini eline almış, evden çıkıyordu, annesi yüzünün ortasına şamarı öyle indirdi ki… birkaç kere ve Yusuf yüzünde kıpkırmızı izlerle annesinin elinden kurtulmaya çalışıyordu, anne tüfeği almayı başarmıştı, Yusuf bu kez mutfağa gidip en iri bıçağı kapıp Alman yazarın Amok koşucusu öyküsündeki adam gibi koşmaya başladı ölümüne. Çiftlik işlerine bakan 2 eleman Yusuf’u yakalamıştı. Onu çiftliğin ucube ve karanlık arkasında, ağaçlık alana getirmişlerdi. İşçilerin usta başı Yusuf’a öğütler veriyordu; ama Yusuf ters ters konuşuyordu ve onu tekme tokat dövmeye başladı, lider işçi. Zekası pek kıt olan işçi. Usta başı işçi (çavuş) araya girdi. Çocukta bir iz bırakmamaya özne göstererek onu pataklamaya, fiziksel ve zihinsel işkenceye başladılar, Yusuf, pes etmiyor dikleniyordu, Zekası kıt olan işçi; “ben biliyom bu gavata yapacağımı!” dedi, diğerleri gülüyor, Allah’ınız kitabınız varsa karışman la bana. Tipini si...” gidip kazma kürek getirdi, Yusuf’a mezar yeri kazdırmaya başladı, “seni canlı canlı gömeceğiz.” Yusuf inanmadı. Yusuf bunların ciddi olduğunu anlayınca ağlamaya başladı, altına işemişti. Onu boğazına kadar gömmüşlerdi, kafa kısmını da gömeceklerdi, ağzı yüzü gözü toprak olmuştu, zor görüyordu, anasını yalnız bırakamazdı, tek o vardı, sahipsiz kalır mı ana, okuyup iş bulup ona bakacaktı, baba yüzü hiç görmemişti. Tehdit ettiler türlü türlü; “bu işe karışma, ağzını kapalı tut; yoksa seni gömeriz!” dediler, Yusuf, boyun eğdi ve onu oradan çıkardılar, Yusuf ağlayarak evinin yolunu tutu. Gelin alma merasimi yapılmamıştı, bunun sakıncalı olacağına karar verilmişti. Züleyha, çiftlik evinin ikinci katındaydı ve iki gündür bu evdeydi, azap, alevden gelinliği giymesi gerekiyordu, üç kadına şöyle dedi; “beni az yalnız bırakır mısınız?” Yatağa oturdu ve düşünmeye başladı, karnına bir ağrı saplanmıştı, bu akşam, gece başına neler gelecek, neler yaşayacak diye düşünüp kafasında camlandırınca. Memeleri, bacak arası, delice tapınası biçimde koruduğu hazinesi, ruhu, kalbi, bu güvercin güvercin…fırtına.. delilik beyaz beden… bu adamın koynuna mı girecekti? Bu yaşlı adamın altına mı yatacaktı, nerelerine dokunacaktı? Of.. midesi bulanıyordu. Karnına kramplar girmeye başladı, (karın çakrası) sanki görünmez şeytani bir güç boksör gibi karnına en güçlü yumrukları saydırıyordu, karnını tuttu, keskin ağrıdan öne eğildi. Kaçıp gitse, kendini öldürse. Ne yapsa iyiydi, kurtuluş neydi? Öfke belirdi, bu kutsal bedene o pis moruğun el sürmesine katlanamazdı, katlanmak istemiyordu, eğer şu sefil böcek ihtiyar bu bedene ağzını gözünü sokmak isterse onu kesinlikle paramparça edip keserdi, bunu onun yanına kâr bırakmazdı, mutfaktan altığı bıçakla onu, gırtlağını zerre tereddüt etmeden keserdi, ilk gece, hemen o lanet işi yapacak mıydı? Yapmasın ya, daha bir kez bir araya gelmiş değildi morukla, hemen o lanet işi mi yapacaktı? Hayret, donan, beton olan duyguları…canlanmıştı, gözleri yaşlarla doldu. 20 Koridorun sonundaki odada dede kıpır kıpırdı, delirecek gibi heyecanlı hissediyordu kendini, ilk gecede o işi hemen yapacak mıydı, küçük kız çok güzeldi, akıl yakan biçimde güzeldi, ilk gece olmaz, önce onunla arkadaş, yoldaş, dost olmalı, kırlangıç bir bağ, sonsuz sevgi bağı kurmalıydı. Küçük, bebek kız korkmamalı ondan, zorla da onunla cinsel birleşme yapmak olmaz. Of, her gece onu düşünmüştü, kendini akrep gibi hissediyordu, Anadolu sarı akrebi ya da siyah (fenadır) akrebi gibi, mazlum bir av bulmuşken onu sivri iğnesiyle etkisiz hale getirse, evet, bir şekilde bunu başarmalıydı, böylece av uyuşacak. Çünkü aylar sonra hamile kalacak, annelik delirmektir, bebek sevgisi kelepçeden beterdir, “beni bırakıp gidemez, gitmeye kalkarsa bebeği göremeyeceğini bilir, her istediğime boyun eğmez zorunda kalır!” Dede böyle sayıklamalarla ayna önünde kendine bakıyor, sakalını tarıyor, esans sürüyor, kendini olaya hazırlıyordu. Takma dişlerini çıkardı, ağzını açtı kapadı, onu nasıl öpeceğini, yalayacağını hayal etti, takma dişleri çıkarıp mı öpse, yoksa çıkarmadan mı, kızın dili diline nasıl dolayacağını hayal etti, çok fena heyecanlandı. Erkekliği uyanmıştı. Kudurmuştu birden, dinamit fitili alevlenmiş gibi. Kızla odaya girer girmez, hemen on işi yapacaktı, hemen. Bir hırs, ölmekten beter bir hırs, bir kara büyü gibi, çıldırmak gibi. Tam bir şeytan hal ve zihniyetle kaybolmuştu dede. Kızı nasıl şekere alıştırırım ilk gecede, bağımlı hale getiririm, bunun hesap ve pozisyonlarını döndürüyordu zihinde, neyi sever, bisiklet alırım, paten, kaykay, küçük kızlar böyle şeyleri çok sever, öyle salak saçma şeyler düşünüyordu ki onu isyan çıkarmaya ve kaçıp gitmeye etkisiz, aşk dolu hale getirebilmek için. Suyuna şehvet veren, azdıran bir ilaç da katardı. (yazarken ben gülüyorum, dede acayip manyaklaştı) Hoca dini nikah yapacaktı, yanındakilerden biri hocanın kulağına şöyle fısıldadı: “Hocam kız 15 yaşına yeni bastı. Bir sıkıntı olacak. Sizi yakacak hocam…aman…” “Bana yirmi dediler…” Hoca, bunu düğün sahiplerine açınca kem küm ederek, hocaya verilecek ücret astronomik seviyeye çekildi ki, kimseye bu konu hakkında söz etmesin. Üstü kapalı sözler, imalar, göz kırpmalar, hocayı sağlı sollu kuşatanlar gerekeni yapmıştı polisiye dedektifler gibi. Çiftlik evinin bahçesinde yanan ışıklar gören uzaktaki 20 kişilik bir tayfa vardı, düğün müziğine kulak verip aralarında sohbet ediyorlardı. “Kız küçükmüş…” “Ben gördüm, at gibiydi nesi küçük?” “Yaşı on beş. Çocuk. Biri devlete haber versin?” “Devlet ne ki?” “Aile ve sosyal politikalar bakanlığı.” “Ona gerek yok, arayan jandarmayı, en hızlı şekilde burada olurlar, bu işin sorumluları hakkında işlem başlatırlar.” Onların gerisindeki adam: “Aç köpekler sizi! Dayının ekmeğini yiyin, tarlasında çalışın, onu gammazlayın, ha? Aklınız varsa bu işe maydanoz olmayın, alan razı, veren razı. Dayı bu işi bozmayı düşündüğünüzü bilse hepinizi işten atar. Çoluk çocuk sefil olursunuz. Yemek yediğiniz kaba pislemeyin, ayıptır günahtır.” Züleyha, odada çeşitli düşüncelere dalmıştı; ama bir fayda, çıkar yol icat edemiyordu, 21 Birden gözü duvarda asılı evinden getirdiği çerçeve içindeki yazıya ilişti gözü: “Ferman padişahın dağlar bizimdir.” Düşünceleri bu sözün etrafında dolanıp durmaya başlamıştı, baba evinden başka sözler de getirmişti, diğer hikayesi: Benden selâm eylen Bolu beyine Çıkıp şu dağları yaslanmalıdır Ok gıcırtısından gürzün sesinden Dağlar seda verip seslenmelidir Düşman geldi tabur tabur dizildi Alnımıza kara yazı yazıldı Tüfenk icad oldu mertlik bozuldu İğri kılınç kında paslanmalıdır Köroğlu düşer mi yine şanından Ayırır çoğunu er meydanından Kır at köpüğünden düşman kanından Çevren dolup şalvar ıslanmalıdır Ahmet, kızı sağlam dipler edinsin diye en yenilmez, mücadeleci hikayeleri özüyle akıtmıştı kızına. Züleyha, varlığından çoktandır haberdar olmadığı, bilinç altına yerleşen kartal ve savaşçılarla bambaşka bir çizgiye ilerliyordu, venüse benzeyen Z bir cesaretle harekete geçme güdüsü içinde kıvrıla kıvrıla kavşaklardan geçerek son viraja ilerliyordu. Her şey bitmemişti! Bu onun kaderi olmayabilirdi, babasının sözleri, ailesi vahim durumunu düşündükçe cesaret eriyip yok olmaya başlıyordu, ama; “bu ben değilim, bu ben değilim ki!” babasının istediğini yaparsa bu… “Ne oldun, hazırlandın mı güzel kızım?” dedi çok kibar ve su gibi sevgi dolu biçimde içerdeki kadınlardan biri. Dayının yaşlı karısı yarı felçliydi, ve parayla tutulan bakıcılar kadına iyi bakmıyordu, dayıya eş almanın yanında karısına da baktıracak saf, iyi yürekli bir kız arıyordu Yasin, ve Yasin kendi amaçlarını gerçekleştirebilmek için babasına bir kız bulmayı kafasına koymuştu, hem sevdiği annesi vardı işin ucunda, aklına ilk Hasibe gelmişti; ama Hasibe zayıf kızdı, parayı severdi ve babası hakkında da kötü şeyler duymuştu, o yüzden Hasibe’yi elemişti, sonra köy yolunda denk geldiği Züleyha’yı görünce; “işte benim aradığım!” diye sevinçle ayılmıştı, Züleyha uysal bir kızdı, “vur eline; al lokmasını,” kalitesinde, ailesi de namusluydu, onlarla bir anlaşmaya varabilirse, sonra caymazlardı. Onlar sözünün eri insanlardı. Böylece Yasin acil tıp teknisyeni sevgilisiyle, (sevgilisi istifa edecek) batmaz tekneyle okyanuslara gidebilecek, dünya seyahati yapabilecek, babası bütün ihtiyaçlarını karşılayacaktı, ona bir bakire kız bulursa. Evet, tarlada para gözü olmayan bohem Yasin… hayallerini gerçekleştirebilecekti. Züleyha, zehirlenmiş gibi sancılı biçimde pencereden dışarı baktı, kaçmayı düşünüyordu, yüreği; “git, bu son şans” diyordu; ama ayakları “kal; ailen için kal, alışırsın; her şey güzel olur” diyordu, pencereden dışarıya bakarken karar vermeye çalışıyordu, gökkuşağı tanrısı 22 gibi cesaret kaplanları bir bir eriyip yok oluyordu. Tam başını pencereden çekecekti ki; açık pencereden bir ses işitti, rüzgarın güneşliği ufak ufak titrettiği pencereden. Ağaçların arasından kafasına ay ışığı vuran siyah atı fark etti. ‘Cehennemin her yerini dolanabilirim, sevdiğim hangi günahkar, isyanlar varsa kurtarabilirim; Tanrı izin verir bana; karışmaz; çünkü Tanrı parlak ruhuma, büyük ve güzel yüreğime aşıktır.’ Der gibi bakıyordu siyah at. Züleyha’nın yüreğine kırmızı alevli karanlık bir mızrak saplandı, bu acıyla gözlerinden yaşlar düştü birden sımsıcak, bir kere bile binemediği at… ve böcek ihtiyar… At kişneyip ona bir şeyler anlatıyordu. Ama bunu fark edemedi, pencereye sırtını döndü, birden bir his, bir ruhsal görü ışık hızıyla beyninin ve kalbinin bütün sır, mucize (mücevher kutusu) derinliklerini pata pat aydınlata aydınlata, kıra döke ilerledi, “bu at bir şey anlatıyordu,” bir derdi vardı, ağır çekimde, bir cehennem yaratığıyla yüzleşeceğinden korkarak döndü pencereye, ata. İçi titredi, atın bir melek ruhuna sahip olduğunu düşündü. Bunun son bir şans, fırsat, belirgin bir işaret olduğunu sezip pencereden çatıya indi, öteki çatıdan da aşağı indi, ata doğru koştu. Atın boynuna sarıldı, delirmeden az önce arabacının atına sarılan Alman filozof gibi. Ve puma gibi sıçradı, eğersiz atın üstüne. Atın üstüne biner binmez sanki zihninin bütün kontrolünü o an başka bir güç almıştı, at rüzgar gibi, fetih yaparcasına koşmaya başladı, ilerde çitler vardı, o yüksek çiti nasıl aşacaktı, atın gövdesine sarmaşık gibi sarındı, bacaklarla gövdesini, boynuna sarılır gibi bir pozisyondaydı. At, dev bir sıçrayışla, tarih öncesi kılıç dişli aslanlar gibi çite çarpmadan geçti. Başkası olsa attan düşebilirdi, Züleyha ata binmeyi iyi bilirdi, babası kapıdan ahırdan atı eksik etmezdi, at birçok işe büyük yardımcıydı. Düşüncelerinin kontrolü ondan değildi sanki; ama kalbindeki his kuvvetli biçimde ona geri dönmesini söylüyordu, atı çevirmek istiyordu; ama dizginler yok ki. Çıplak, yağsı, karanlık, zifin çiçeği gibi kokan sırt, şiir sırt, sevişgen sırt… at kendiydi, evrenin sesiydi, merkeziydi, mutluluktan, sevişmekten kan ter içindeydi, çok heyecanlıydı ve bu işi hemen noktalamak istiyordu, çok aceleciydi, ormandaki patikadan koşarken kalın bir dalı son andan fark etti; ama kaçamadı, Züleyha, yuvarlandı yere, at bir tarafa. At hemen toparlanıp genç kızın yanına geldi telaşla, içi acıyarak. Ön ayaklarından biri otların arasında uyuyan bir yılanı rahatsız etmişti, yılan siyah atı şah damarına çok yakın noktadan bir anda ısırdı, tıslaması duyuldu, saniyeler içinde at can çekişmeye başladı, beyne yakın ısırıklar çok çabuk ölüm getirir. Kudretli, büyük, et ve kemik dolu, yumuşaklıkla kas bütünü, büyülü yapı ormandaki iri ağaçların kesildiğinde yere devrilmesi gibi acı, dokunaklı bir gümbürtü çıkarmıştı. Birkaç kilometre daha gidebilseydi sahibinin çiftliğine varmış olacaktı at. Atlar…ve insanlar…atlar sahibini asla unutmaz…aşkla bakılmışsa. Yunuslar insanları boğulurken nasıl kurtarırsa karadaki hayvanlarda böyle kurtarır…Atlar ilk sahibini asla unutmaz. Sana ilk kötülük yapanı hiç unutmazsın mesela. İlk güzel kitap: “Fareler ve İnsanlar,” asla unutmam. O heybetli at, destansı at, o gürül gürül akan nehirlerden en kuvvetli soluk nasıl da bir anda sefil bir yılana yenilmişti, bu nasıl bir işti? Siyah at çırpınırken yuvarlanmış ve bulunduğu yerde, eskiden gölet olan bir çukura düşmüştü. O heybetli at, destansı at, o gürül gürül akan nehirlerden en kuvvetli soluk nasıl da bir anda sefil bir yılana yenilmişti, bu nasıl bir işti? 23 Atların iki korkusu vardır, yılan çıyan, akrep sokması, bunun çok tehlikeli bir şey olduğunu seziyorlar, biliyorlar, sürünen şeyler yani. İkincisi ise sakatlık. Bu ikisi ölümcül olabilir, siyah at bunları bir yaşlı attan duymuştu; ama onu devirecek bir güç olduğuna inanmamış, bunun bir bunak at uydurması olduğuna karar vermişti, ve o adeta kayaları bile yoluna çıkarsa ürkütüp kaçıracak cinste bir hava yayan at, kara bir bela, aysı bir şeytan…bir sefil yılana yenilmişti…üstüne basarsan…siyah at tam da ruhunu o güzelim acı çeken bedenden çırpına çırpına kurtarırken, Hayal kırıklığı.. gözyaşları..kuru otlarda…toprakta… Azmettiği işi yarım bırakmanın acısıyla…sahibine erişememenin hüznüyle.. kalbi söküp almak isteyen ve yerini doldurmak isteyen alev ruhlu bir acı…Can alıcı melek görevini kusursuz yaparken…Tam bu sırada…yakınlarda bir çiftlik evinin bahçesinde…gün boyu ısınmış sıcak otlarında çıplak ayaklı nur yüzlü yaşlı bir adam çite başını dayamış ağlamaktaydı, gökyüzündeki yıldızları, ayı, derin bir düş içindeki geceyi aşkla seyretmiş, aylardır kalbini acıtan acı dayanılmaz bir seviyeye fırlamıştı. Yaşlı adam ilk torununu sevdiği kızla evlendirebilmek için çok sevdiği siyah atını, yarış atını satmıştı, o fiyatı açık arttırmada bile, hiçbir yerde duymamıştı, siyah at özel kandı, klastı, diğer ikisi eşekten beterdi; ama çok daha güzel görünüyorlardı. Torun sevdası can direğidir ve özellikle toruna sevdiği kızı almak, onu evlendirmek dedenin boynunun borcudur Anadolu’da. Siyah atı sattığı günün gecesinden beri bir çılgın üzüntü surları yıkıp kendini açık denizlere, okyanusla atmak istiyordu, o keder…sonunda kalbine alevden ve zehirli bir kılıç gibi saplanan acı..kalp krizi geçiriyordu. Yere yuvarlandı. (Siyah ata “Nur” adını koymuştu, “İkiz Nur.” At kımıltısızdı, yan yatmıştı yerde. Nihayet çırpınması, ayak ve baş hareketleri son bulmuştu. Genç kız bir süre ata sarıldı, ona hızla, heyecanla bir şeyler anlattı ağlayarak ve ayıldı, kalktı hemen, koşmaya başladı, yorulunca hızlı yürümeye geçti, geri baktı, birileri geliyor mu diye. Korktu, birileri gelip onu yakalarsa?! “Bu benim kaderim değil; senin kaderin, ve herkes kendi kaderini yazar baba. Herkes kendi kurtuluşunu yazar, yazmalı, senin yaptığın yanlışların acısını ben çekemem ki. Sen yaratıcıya hesabını verirsin yaptıklarının, ben de benimkilerinin! İsyanım sana değil; hatalı, karanlık yanına!” (Gelenekle kapışmayan özgün, kendi olamaz) Arkadan birileri koşup yetişip onu çelik pençeleriyle enseden yakalarsa? Kesinlikle dayak yerdi, eve kapatılırdı, bir odaya. Oysa babasının tek tokadını yememişti; ama emindi, kesin çok kötü şeyler yaparlardı ve babası da yapardı. Genç kız ilçeye varmıştı. İlçenin mahzun ve güçsüz ışıkları bir kimsesizin acılı ruhundan çıkar gibiydi. Her yerde ölgün, nefessiz, can sıkıcı bakış açısı, eskilik…ama şiirsel, saf ve bozulmamışlık… Karakol önünde uzun namlulu silahla bekleyen genç polis Ömer ishal olmuştu, yediği bir şey dokunmuştu, sık sık tuvalete çıkmak orundaydı, bu kez altına dolduracak gibiydi, aceleyle ahşap karakolun arkasındaki koruluğa, dış tuvalete ilerlerken altında doldurdu. Masasında pc olan, şikayet ya da ifade alan genç polis cep telefonundan internete girmiş bir mecradan nişanlısıyla yazılı sohbet ediyordu. Genç kız aniden konuşmayı bitirdi, çok 24 uykusu gelmişti. Haydar ise temiz hava alıp hareket etmek, çevrede sohbet edebileceği birileri varsa biraz takılıp geri dönmek istiyordu, diğer polis Hasan’a, “ben az sonra gelirim, idare edersin kanka” dedi cıvıltılı bakışlarla, hızla karakoldan ayrılacaktı, hemen döndü. “Kapıda tembel eleman yok.” “Altına dolduruyordur. Gelir.” Haydar güldü ve oradan uzaklaştı. Hasan, sigara yakmış, o günkü gazetelerden birini eline almış, bir yazıya dalmıştı. Sıkıldı, kadına bıyık yaptı, adama etek çizdi, altına da jartiyer, çocuğun eline kılıç verdi, kamyonun lastiğini patlatacaktı, İri yarı şoföre ve yanındaki siyah cüceye iyice bira içirdi, kitap okuyan çıtır bir kızı araca atıp tecavüz etmek istiyorlar diye, ve sarhoş sürücü direksiyon hakimiyetini kaybetti ve kamyon durağa daldı, 13 kişi öldü. Hepsi uyuşturucu sarıcısıydı. Sonra otobüsün lastiklerini bıçakladı 30 yolcu uçuruma düşüp telef oldu çobanın dağda otlattığı keçilerin uçuruma düşmesi gibi, (biri giderse hepsi gider koyunlar da böyle, yaşandı) Bu otuz kişi de varlıklarıyla cehennem yayıyorlardı hayata, terör örgütlerine üyeydiler. Bir eylem yapmaya gidiyorlardı. Hasan, can sıkıntısıyla çizimler yapıp üstün sanatsal dehalar koyuyordu ortaya. Saç baş dağınık, üst baş yırtık.. sanki az önce korkunç bir yangınla güreş yaptı ve şans eseri kurtuldu, bir felaket zil zurna halde, sürgün edilmiş biri gibi, içinden ya da üstünden sanki yedi bin başlı bir ejder geçmiş. Hasan, başı yara bere içindeki genç kızın görünce kendini bir korku filminin içindeymiş gibi hissetti, bunun başta gerçek olabileceğine inanamadı, aniden tam karşısında bulunca onu… bu kızın canım gözlerindeki saf ışık…evet, kötü biri olamazdı, onu görür görmez hissetmişti, kim bilir bu kadar güzel ve iyi kızlar cehenneme yanlışlıkla düşmüş bazılarının dublörlünü yapardı. Bu kızlar çok çabuk yok olur giderdi gerçek hayatta, ziyan olarak ama, yetenekleri değerlendirilmezdi, kafalarına kurşun sıkarlardı, asarlardı kendilerin, apartmandan atarlardı, tecavüze uğrarlardı, ya da sevgili edindi diye babası, döverdi, “atla da göreyim, kurtulurum senden” dedi, ergen kız kendini attı balkondan aşağı. Hasan, genç kızın gerçek olup olmadığını anlayamıyordu yine de, bazı şeyleri öpünce gerçek olup olmadığını anlarsın, sarılınca, bu böyle bir şeydi, kızı kucaklamak, öpmek istiyordu, bu kız bu haliyle bir hayali figüre, bir düşe benziyordu, hayal gördüğünü sanıyordu. Bu kız komple sanatsaldı. Nitelik bir ressamın elinden çıkmış resim gibi, trajedi resmi gibi. Genç kız ağlayarak derdini, onu allak bullak eden trajedisin anlatıyordu. İçerde, mobilya, deri ve kolonya kokan makamında komiser Mustafa büyük ekran tv de Muhammed Ali’nin eski maçlarını izliyordu, ayakların masaya uzatmış, bacak bacak üstüne atmış, asitli içeceğine votka katmış, içiyor, çerez yiyordu. Ağlayan kızın sözleri, hıçkırıkları kulağına takılınca merakla hızla makamından çıktı, koridorun merkezine gelince yerde sırt üstü yatan şişman kadının üstüne basmamaya özen göstererek, atladı, geçti… “Ben ilgilenirim” dedi Hasan’a, kızı alıp makamına soktu. Genç kızı dinlemişti. “Ailenin telefonunu ver de arayalım, seni gelip alsınlar.” “Ama ben size aileme dönmek istemediğimi söyledim.” “Aile meselesine karışamayız. Yetkimiz yok.” 25 “Gazetelerde haberlerde çok gördüm zorla evlendirilen reşit olmayan kızlara devlet sahip çıkıyor ve onları yetiştirme yurdu ya da özel evlere yerleştiriyorlar.” “Bak kızım, senin iyiliğin için gerekeni yapacağım, sen önce ailene dön, ellerini öpersin; öpüşüp koklaşırsınız, özür dilersin; barışırsınız.” Kapı aralandı. İçeri Hasan girdi: “Amirim kız mağdur olan, ortada bir suç var, onu eve, ailesine göndermek doğru değil ki.” “Lan bozma asabımı! Defol git dışarı, geldiğinden beri tuhaf tuhaf fikirler saçıyorsun! “Amirim, bu durumu il emniyete, cümle aleme, devletin bütün makamlarına bildireceğim, suç işliyorsunuz!” “Bak seeen, sen amirine el mi kaldırıyorsun, görevi yapmaya engel, itaatsizlik, görevi ihmal, görevi kötüye kullanma, iftira, hakaret, seni sürdüreceğim oğlum! Bittin sen!” “Elinizden geleni ardınıza koymayın, amirim.” Hayret etti, tık yok, korku morku yok, onu ikna etme metodunu kasayı açan maymuncuk gibi buluvermeliydi. “Seninle yalnız konuşalım” dedi, genç kızı karşı odaya aldı, karşı oda çay sigara içmek için ayrılmış, misafirhane gibi, bir tv var duvara asılı, kapıyı kapatıp makamına girdi. “Bak aslanım, polis gibi konuşmuyorsun sen…” Uzun uzun anlattı, Hasan ikna olmadı, bu kez başka laflara girdi: “Polis maaşıyla geçinmek ne kadar zordur….aldığım maaşla kaç çocuk okuttum, okutuyorum, 5 çocuk. Üçü okudu bitirdi üniversite; ama evdeler. Doğru düzgün çalıştıkları yok, arada çalışırlar. Annemin yardımı olmasa geçinemem. Ev almıştım. Dayı arka çıktı, taksitleri ödememe yardım etti, eşime vermiş para. Ben kimseden istemem para, laf açıldı anlatmıştım bir ara… Bu saray yavrusu karakol binasını da dayı yaptırdı, eskiden burası tek katlı gecekondu gibiydi, odunumuzu kömürümüzü dayı getirtir. Yıllardan beri. Vatanına milletine faydalı bu adam asla yanlış yapmaz, kız diyor bir şeyler. Uyduruyor belki. Ufak çocuk, ergen kız şeytana uyar, çok güzel yalanlar söyler.” “Amirim, kız yalancı değil bence. Onun gibi kız kardeşim var.” “Bak aslanım, devlet biziz, başkaları değil, polisin kendisi devlettir, sen polisliğin ne demek olduğunu bilmiyorsun. Söyle bakalım şu duvarda çerçeveli polis müdürü kim?” “Bilmiyorum, efendim.” Duvardaki çerçeveli resimdeki adamı parmağıyla gösterdi ve sonra aynı adamın masa üstünde duran ailesiyle çekilmiş fotosunu, törende polis selamı veriyor. “Söyle lan, çabuk söyle!” Bilmiyorum, amirim, arkadaşınız sanıyordum.” “Gaffar abimiz” dedi, “canımız ciğerimiz ışığımız” Gülümsedi acı acı, “seni geri zekalı, ahmak, kitap maymunu! İşgüzar salak! Teröristler onu çapraz ateşe tutup öldürdü akşam karanlığında, şehrin içinde pusu kurmuşlar.” “Çok yazık olmuş amirim; neden?” “Neden; müdür onların kökünü kazımaya çalıştı. Sonra ne oldu, o suikastı işleyenler serbest kaldı. 99 kişinin katili serbest. C. Gazetesi hep bunlardan söz eder. 50 kişinin katili serbest. Adil yargılanma hakkı gasp edilmiş filan. Cart curt, Avrupa birliğiyle uyum yasaları gereği zırvalığı. Bütün azılı suçlular kaçtı gitti; haberin var mı? Adalet filan yok. Biz yakalarız, bin bir güçlükle, onlar salarlar. O halde biz gerekeni yapmalıyız, bu yüzden devlet biziz. Bu işin acısını, zorluğunu biz bilir, yaşarız, her yıl kaç polis intihar ediyor, onlarca? Siyasi ya da başka türlü baskıya maruz kalıp beylik silahıyla intihar eden polisler, zerre suçun yoksa bile seni sürdürüyorlar, fare kadar bile değeri yok polisin, hakim ve savcılar rahat makamlarında, biz sokaklarda, her yerdeyiz, itle kopukla, tecavüzcüsüyle biz 26 uğraşırız, biz kovalar yakalarız. Onlar kağıtları inceler, konfor alanlarından çıkmazlar. Bak aslanım, adaleti biz sağlarız, burası taşra, burada adalet başka türlü işler, polis okulunda dedikleri gibi değil. Biz şimdi dayının iyiliğini görmüşüz, onu, şerefini imha edecek şeylere girer miyiz, asla!” “Amirim, seni anlıyorum, o halde sen evine git, karım rahatsızlandı diye, biz de olayla ilgilenelim, yani senin başına iş açılmasın.” “Lan kafamı attırma, burada benim borum öter, karşı gelme amirine! Kapının ardından bir ses duyuldu. Amir dışarı çıkmak istiyordu; ama baygın sarhoş kusmuklu kadın ayağa kalkmak isterken beceremeyip sürünüp kapı önüne gelmişti. Amir kapıyı zorluyordu. Tam bu sırada Haydar karakol binasına girdi, caddedeki tüpçü dükkanındaki arkadaşıyla çerez yiyip laflamıştı. Burası darlık veriyordu insana, şikayet, olay yok, sinek bile yok, sinekler bile tutkulu değildi burada, yaptıkları işleri keyifsizlikle yaparlardı. Amir, ilaç sıktığı için çok azı hayatta kalabilirdi. Bu karakol ölüm döşeği gibi sıkıcı, heyecansız bir yerdi, bu yaşam sitili öldürür ruhu, oysa beden acı bile olsa zevk alır, çünkü ruh tırmanışa geçer zihin. Durağanlık zehirden öte bir zehirdir. Yüreği dolduran, algıları keskinleştiren ya da hararetlendiren, bir suçlu kovalamacası yok. “Kaldır şunu kapı önünden Haydar!” “Yapamam amirim. Çarpılırım diye korkuyorum.” Konsomatris medyum kadını uyuşturucu etkisi altındaydı, çok içmişti, büyücü derdi ona bazıları, 230 şeytanı varmış, sızmadan önce; “bana dokunursanız” diye öyle şeyler demişti ki. Kimse ona dokunamıyor, dokunmak istemiyordu. Amir, onunla bir kez çözemediği dertlerini paylamış, kadının gerçekten bazı güçleri olduğunu anlayıp ona saygı duymaya başlamıştı. Yaşlı bir adamı bıçaklamış, ağır yaralamıştı adam. “Çıkarın beni buran, çıkarın…yanacaksınız. Kül olacaksınız.” diye bağırmıştı. Amir ısrar ediyordu kızarak: “Kaldır şu cenazeyi!” Biraz uğraştı yılana dokunur gibi korkarak. “Amirim, eşek ölüsü gibi ağır. En başta denemiştik yığıldı ya.” “Saygısızlık yapma bu besili katırların en güzeli hanımefendiye, kaldır diyorum.” Dua edip kaldırmayı denedi. Kadın bir cm kımıldamadı yerinden. Üstü başı açık, duba gibi, bağırsakları saçılmış, makyajı akıyor, takma kirpikleri düşmüş, platin sarısı küt saçları turuncu kırmızı mor kelebeklerle süslü olan kadın 50 yaşındaydı, gençlik rüyaları ona yakın plandan gülümsüyordu, çok tatlı bir rüya görüyordu; ama arada bu kabusa dönüyordu, bir şeyler mırıldanıyor, bir şeyle kavga ediyor, küfürler yağdırıyor, birine vurmaya çalışıyordu, gözlerini açıyor, devasa gözler, yeşil ormanların bağrı gibi samimi, tertemiz bakışlar… şöyle diyor ağlamaklı oluyor bir anda: “Çıkarın beni buradan.” Birden kapatıyor gözlerini, kafası yere düşüyor, ölü gibi yatmaya başlıyor, uyuyor, “annem benim” diyor, ağzında şeker varmış gibi, garip sesler çıkarıyor, gülüyor, ağlamaya başlıyor, “pis şeytan, defol git!” diyor aniden, “senden Allah’a sığınırım, ben Hz, Meryem kadar temizim, adi şeytan, defol git, beni ele geçiremezsin, benim güçlü bir ruhum var!” Haydar, elini sürmek istemiyordu, onu çeker gibi yapıyordu, bu sırada ona dokunan şeyi hissetti, uyandı kadın, onu bir yaratık olarak görüyordu, korkarak çekildi, kapı önünden çekilmiş oldu. Amir Haydar’ı içeri aldı ve genç kızla ilgili durumu anlattı. Baskıyla, üstü kapalı tehditle, gerçek budur diyerek onu etki altına alıp kendi tarafına çekti. Ama Hasan’ın fikri değişmemişti, bu amiri delirtiyordu. Amir patladı: “Hasan, seni öldürürüm bak! Beni zorlama!” Beylik tabancasını çıkarmıştı. “Yapamazsın! Polis polisi öldürmez!” 27 Hasan, silahına davrandı; ama çok geç kalmıştı, “Allah” diyerek yere düştü, bir şeylere tutunmaya çalışmıştı. Hasan’ın beylik silahını ateşleyememişti bile, karnından vurulmuştu, yer kan gölüne dönüyordu. Haydar, gözlerine inanamıyordu, kan yerde koyudan açık renge, zemin rengine göre dalga dalga yayılıyor, yerin çiziklerini, yara beresini, anılarını gölgeliyordu. Mustafa panikle dedi ki: “Yerden silahı almadan önce… şurada eldiven olacaktı, onun eline silahı koy, tut ve bana ateş et Haydar!” “Amirim, ambulans çağıralım.” “Birazdan ölür, bu işi temizlemeliyiz; yoksa hepimiz mahvolacağız.” Etraf araştırıyordu. Birden sinirlendi, küfür etti, “şurada esrar, eroin olacaktı.” Masa gözlerini karıştırıyor, “eldivenler nerde, cebine koyarız malı. Kafası güzelleşti, abuk subuk laflar etmeye başladı, silahını çekti… diyeceksin…” “Ambulans çağırırsak kurtulur, amirim.” “Karnından vuruldu, baksana, akan kana, yaşam şansı çok az. En hayati bölge karındır. Olan oldu.” “Haydar, canı gibi sevdiği mesai arkadaşına gözü yaşlarla baktı, öte yandan amiri de canı gibi sevdiği bir adamdı, onun çok iyiliğini görmüştü, amirin baba sitili…Amir karakolu ailesi, evi gibi görürdü ve polislere evlatları gibi davranırdı. Cebinden beş kuruş olmasa bile onların para ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır, borç alırdı, kimseyi üzgün, dertli görmeyi sevmezdi. Haydar, amirinin dediğini hazmedilir karşılayamıyordu. Ama ambulans çağırmamak Hasan’ın ölümü demektir; yani bu onu öldürmek demekti. Eğer ölecekse ölür; ama en azından ambulans çağırmalıydı. “Amirim, ne olursun deneyelim ambulansı, ölecekse ölür; içim rahat olur.” “Ya hayatta kalırsa? Biz suçlu duruma düşeceğiz, kız da ondan yana.” Onlar olayı, kararı netleştirmek için fikirlerini öne sürerken odaya genç kız girdi. İçeri girmeden kapıda konuşmaları duymuştu, ama yerdeki kan gölünü görünce çığlığı bastı. “Her şeyi gördü; tut şunu!” Genç kız kaçmak isterken Haydar yakaladı onu. Amir, yaklaştı, kızın boynunu arkadan tuttu, kız çırpınıyordu. Boğuluyordu, nefes alamıyordu, gözleri kararır gibi olurken yerde yatan Hasan’ın ona baktığını fark etti, Hasan, göz ucuyla az ilerdeki tabancayı işaret etti, kız tabancaya uzaktı; ama yarım metre yaklaşabilirse ve o tarafa doğru zorladı, ve ayakkabısının ucuyla vurdu tabancaya, ağır yaralı ve git git kan kaybeden Hasan son kuvvetiyle tabancaya uzandı, ateşledi, amir alnının ortasına yediği kurşunla yere çuval gibi serildi, anında bitmişti işi. Hasan’ın gözleri baygındı, ama tabancayı tutan kolu halen havadaydı, bir el daha ateş etti ve kolu yere düştü. Tam ateş ettiği an… içeri giren emekli polis… “Canım gardaşım!” diye feryat ederek yaklaştı, alnında delik olan amirin elini tuttu, yanağını okşadı. Haydar’a sordu, haydar hızlı hızlı anlatmaya başladı. Emekli polis ağlıyordu. Yeni boyattığı siyah saçlarına kan bulaşmıştı, eline baktı, üstü başı kan olmuştu, beyaz takım elbisesi…mahvolmuştu…bugün aldığı… Öfkeliydi, genç kıza çevirdi o öfkeyi, baktı baktı baktı, adeta bakarak yiyordu onu. Genç kız, bir şeyler anlatıyordu, trajik hikayesini, hızlıca. Emekli polis…ölü dostu..yeni takım elbisesi. Çok değer verdiği yaşlı adam hakkında duyduklarıyla… onun çok ekmeğini yemiş, kaç sefer verdiği ziyafetlere katılmış, onun güvenliği konusunda çalışmış, şehir dışına onun korumalığını yapmıştı. 28 “Bu kızı sakın bırakma, ben yardım çağıracağım. Kız kesinlikle haklı görünüyor… Merak etme kızım, seni kurtaracağım.” Süratle terk etti karakolu. Hasan, son nefesini verirken Haydar başındaydı: “Ona inanma. Kızı sal, onun bir suçu yok.” Zaman geçmişti gelen giden yoktu ve aniden bir uğultu yükselmeye karakolun önünden. Yaşlı adamın tanıdıkları, sevenleri, işçiler, birkaç köyden onlarca adam. Kızlar… kadınlar, zor yürüyen neneler, fırıldak neneler…zıpkın dedeler. Yandaki inşaattan demir çubuklar, tahta, kereste parçaları almışlardı. Traktörlere, dolmuşlara, otomobillere doluşup baskın yapar gibi gelmişlerdi. Kiminin elinde, tırpan, kiminin elinde orak, kazma sapı, demir boru, balyoz, keser, isyan ediyorlardı. Biri yaymıştı: “Dhllmzarzurt örgüt üyesi karakolda Mustafa’yı öldürmüş. “Kızı verin bize diyordu bir kısmı, kızı verin. Şeytanları verin bize. O cadıyı bize verin…o cadıyı bize verin.” Sızmış sarhoş medyum uyanmıştı, kitlenin azgın tusunami sesleri… Tusunami karakolu yutmak için canavarca ve hunharca çığlıklar atıyor. bağrış çığırış… akıl almaz bir nefret… Medyum kadının aklı fikri yerine oturuyor, ayılıyordu. Ölüm korkusuyla dirilmişti. Rüyasında bunu görüyordu zaten ve kaçacak delik aramaya başladı. Ne var ki, ıslak bir vampir gibi, bir sülük gibi duvarları yokluyor, yerinden çıkan bir tahta, bir yer arıyordu, karakolun bütün pencereleri demir parmaklıydı. “Buradan çıkmanın bir yolu olmalı mutlaka” diyordu ona ruhu. Haydar cep telefonu ve karakol telefonuyla yardım istemeye girişti; ama ya telefona bakmıyorlardı ya da hatlarda sorun vardı. Kıyamet kalabalık oraya öyle düşüncelerle hücum etmişti ki: Büyücü lanetlik şişko karının hizmetlisi Züleyha’ymış, ikisi bir olup ilçedeki bütün polisleri öldürmekmiş amaçları. Dayının malını mülkünü ele geçirmemiş amaçları. Züleyha onu zehirlemiş. Züleyha medyum karıdan büyü yapmayı öğrenmiş. En azılı şeytanlarla güreşecek kadar bilgi almış medyum karıdan. Hasibe de işin içindeymiş, (Züleyha’nın tek dostu ya) Hasibe ve ailesi köyü terk etmiş, köylüler evi ateşe vermiş. Karakoldaki amir ve bütün polisleri büyüyle etki altına almışlar. Onları birer robota çevirmişler. Bunlar Elon Musk’dan daha iyiymişler. İlçeyi ele geçirip diğer örgüt elemanlarıyla her yeri ele geçireceklermiş. Her yere bomba döşemişler. köyleri, sonra ilçeyi, sonra ili ele geçirmekmiş. (Bir yalana duyan beş yalan ekleyip ötekine anlatırsa, bu böyle yayılırsa çığ olur) 50 kişilik bir grup koruluk alanda, karanlıkta tuvaletini yapan polisi buldu. Onu polis kılığına giren terörist olarak bulduklarını düşünüp anında linç edip öldürdüler. Kalabalığın en gözü dönmüşlerinden biri; başı kel, sakallı, ağzında sadece ön iki dişi kalmış, peltek konuşan, çakır gözlü, karanlığın özü gibi güzel bakan ve şeytandan, büyüden, medyumlardan ve teröristlerden hiç hoşlanmayan çok zayıf bir adamdı, cebindeki şaraptan içti lıkır kıkır, yirmi senelik alkolik…göğsünün kara kılları da ıslandı… montunun önünü kapattı ve hızla ilerledi, benzinliğe gidip litrelerce benzin alıp geldi çakal misali. Oralarda sızıp kaldığı için kimse bunun benzin çaldığını fark edemedi, zararsız olduğu için. İçerde ofiste sohbete dalmıştı benzinliğin pompacısı, market elamanıyla siyasi tartışma içine girmişti. 29 Hasan, son sözlerini söylerken medyum kadın: “Ben söylemiştim, ben söylemiştim” diyordu, “buradan kaçmanın bir yolu yok mu?” “O şeytanı bize verin. O deccalı bize verin!” Hasan dedi ki: “Haydar, kızı kurtar. Kızı kurtar. Mutfakta…lev..lev…” Hasan, konuşmaya çalışırken öldü. Ahşap karakol binası ateşe verilmişti. Yangın muazzam bir hızla kaplıyordu her yeri. Düşüp başını masaya çarpan medyum kadın, balina kadın koluna saçına düşen alevle bağırdı: “İmdaaat! Yanıyoruz, bizi kurtarın!” “Yan seni kahpe!” Yangının henüz girmediği tek yer mutfaktı ve Haydar, medyum kadın ve genç kız kurtuluş yolu arıyordu. “Burada gizli bir kapı mı kast etti?” dedi medyum kadın. Genç kız aspiratörün olduğu yeri işaret etti, Haydar, masaya çıktı, ve eliyle ittirdi, aspiratör yerinde gevşekti. İyice bastırdı, aniden aspiratör içeri doğru düştü. “Sen sığarsın, kaç kurtar canını.” Züleyha, küçük aralıktan zorlanarak, etleri acıyarak çıkmayı başardı, ağaçların arasından yıldırım gibi koşardan Haydar ve medyum kadın yoğun duman içinde öksürmeye başlamış, ıslak havluyu yüzlerine sarmış, yerde kertenkele gibi bekliyordu, Haydar, alevlerin içinden koşabilirse belki dışarı çıkma şansı bulabilirdi, kalktı, hamle yapacaktı… sonu ne olursa olsun… Kalabalık sopalarla bekliyordu, dışarı biri çıkarsa hemen indirmek için. “Dur” dedi Medyum kadın, “bunu sakın deneme.” Onu omzundan tuttu. İlçede yer yerinde oynarken, kıyamet koparken… ‘Dayı’ lakaplı ektiyar..o gün hiç uyuyamamıştı, geceden beri çakal gibiydi, uyuyamıyordu, ve gündüz de bu hal sürdü, uyumazsa gece ne olurdu geliniyle aynı cennetten daha cennet odaya girince..güçlü, enerjik olmak için uykusunu almalıydı, bir hap aldı, etkisini göremedi, ikinciyi aldı, yine uyku gelmedi, üçüncüyü aldı…çok geçmeden ölüm uykusu başladı. İsa Kantarcı Not: Okuyacağınız bu metin daha geniş çaplı hale gelmiş biçimde yazıldı, düzeltilecek, bir roman bu, yayınevinin birinden onaya alan, basılacak olan metin, okuyacağınız onun küçük hali, öykü hali. YİRMİ KÜSÜR YIL SONRA İLK ONAYI ALDI BİR METNİM. Aptalım galiba, kalın kafalıyım, geç anlıyorum, geç. Ama sağlam anlıyorum. Sonunda bir buluş yaptım, editör onay verdi basımı için.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |