"Kirazlar ve dutların tadını çocuklar ve serçelerden sor." -Goethe |
|
||||||||||
|
olsa da. Kendisini ailesi için, ailenin güvenliği ve iyiliği için parçalayan bu kadının rahat bir yaşam sürmesi gerektiğini düşünüyordu, bunun için bir şeyler yapmalıydı! “Param olunca” der, başlardı anlatmaya, annesi gülerdi. “Dişini yaptıralım anne.” “Yaptırırız; kafanı takma…o kolay iş…” Buralarda, işsizliğin olduğu bölgelerde kırsal kızları okumazsa gurbete çıkıp tarlalarda işçi olarak çalışırdı köle gibi. Evlenirlerdi, evlenirlerse yine çalışırlardı, kölelikten bir türlü kurtulamazlardı, evlendiklerinde esaslı kölelikleri başlardı ve beş altı çocukları olur, çocuklar büyür, ailecek köle olurlardı tarlalarda, domates tarlası, patates tarlası, soğan tarlası, akşama kadar patates topla, çuvallara doldur, tepende kızgın güneş varken belin kırılır, ayakların mahvolur. Bu zorluk, bu mücadele biçimi İstanbul’da yaşayan genç kızların asla kavrayamayacağı bir zorluktur. Gramını bilemezler. Kırsal kızları evlenirseler bu işin içinde ‘sevmek’ (sevdalık çekmek) denen şey yoktur, genç kızı namusuyla vermek, meselesi vardır, bir kaza çıkmadan. Ailelerin temel gayreti bunun içindir. Bu yamaç, mezra bölgede fazla kimse yoktu, birkaç yavan ve hayat neşesiz ev var, aradaki mesafe büyük, gençler yoktu buralarda, birkaç nene, dede, yaşlı çiftler… Kezban’ın içini dökebileceği, şakalaşabileceği dengi yoktu, acı ve sonu gelmez bir yalnızlık hissederdi. Geçen yıl en yakınlarındaki bir aile mezrayı terk etmişti. Üniversiteyi bir kazansa…Gençliğini alev alev hisseden genç kız elbette mezraya sığmaz, bu kayalık, taşlık bölgede, verimsiz arazilerin olduğu… Kendini, zihnini ve yüreğini üniversiteye, büyük ve gelişmiş şehre, o coşkulu ve renkli koridorlara atardı, şamatanın tadını çıkaran gençlik… Kişisel gelişimi için en iyisi olacaktı, orada kendini gerçekleştirebilecekti. Geceleri buraları kapkara olurdu, insanın iyice canı sıkılırdı, burası bir tutsaklıktı, buradan alacağı dersleri almıştı. Akşam olmuştu, bu başka türlü siyahıyla insanın iyice ezen, insanın ruhuna saldıran bir karanlıktır, evin salonu gaz lambasıyla aydınlatılıyordu burada elektrik hiç olmamıştı, evin abisi güneş enerjisiyle bir sistem yapmış, sık sık arıza vermişti. Bir yanı yamuk kuzine tipi sobanın yanındaki divanda evin reisi Mustafa uzanıyordu, bir haftadır hastaydı, öksürüyordu, karısı sofrayı hazırlıyordu, Kezban annesine yardım ediyordu: Bulgur pilavı, yoğurt, tarhana çorbası, haşlanmış patates vardı yer sofrasında. Mustafa, divandan zor doğruldu, sofradaki malum yerini aldı, sofra kalabalıktı, aç ve ufak vampirler gibiydi çocuklar, 7,9,12,14 yalarındaydı. Dokuz yaşındaki erkekler ikizdi, diğerleri kızdı. İkizler tahta oyuncak at konusunda paylaşım kavgasına girmişlerdi. Anne onları avutup susturdu. Bir tür istila gibidir sıkıntıydı ufak çocuklarla yaşamak, biri rahat dursa öteki durmaz. Doydular ve sofradan uzaklaştılar, biri birinin saçını çekti, öteki onun kulağını ısırdı, yeni bir kıyamet koptu, anne bu kez yumuşak davranmadı, ikisine de birer şamar indirdi. Her sabah güzel bir şey yemek isterler, patates kızartması mesela, her gün yenmez ki! Bulduğunu yiyeceksin! Sonra çocuklar uykuya daldı, herkese bir yorgunluk, küskünlük çöktü. Sonra evin en büyüğü, abi Habib geldi eve, siyah eski parkası karla kaplıydı, turuncu beresini çıkardı, çok üşümüştü, sobanın başına tünedi. Isınınca babasına baktı, ona göz kırptı, neşesi yoktu; ama böyle hareketleri severdi, babası ona gülümsedi, babasıyla birkaç laf etti, baba sorular sormuştu, ikizlere aldığı simitleri kapının arkasındaki askıya astı. Kasabada tüpçüde çalışıyordu, iş arkadaşlarından ve kazandığı para miktarından memnun değildi, onca emeğine rağmen sömürüldüğünü hissediyor ve insan yerine konmadığını açık seçik görüyordu, hayvanlara bile böyle davranılmazdı, para için katlanıyordu, patronun kardeşi iş arkadaşıyla tekme yumruk kavgaya tutuşmuş, ikisini kamyonetin şoförü zor ayırmıştı. Hafta içi eve gelmezdi, hafta sonu sadece Pazar günü gelirdi motosikletiyle, normalde tüpçü dükkanının arkasındaki depoda kalırdı, bugün ise mezraya güç bela gelmişti, moral bozukluğundan, böyle iş olmaz olsundu, ev yok bark yok, aile yok, it gibi 2 metre kare bir yerde yatmak! Kuduz köpek gibi saldıran iş arkadaşları! En ufak yanlışta, hatada. Bu bölgeyi, şehri terk etmek düşüncesi nicedir kafasındaydı. Babasına bu düşüncelerini açtı. Mustafa, yaz ayından beri doğru düzgün çalışamıyordu, belinde bir sıkıntı vardı, köyde bir ahırın tamirini yaparken düşmüştü, bir kere doktora gitmişti, fizik tedavi dediler, Mustafa uğraşmadı, “para olsun bakarım icabına, dinlenirim, yatarım iyi olurum” diye düşünüp savsakladı işi. İyi hissettiğinde bahçeye çıkardı. Mustafa Habib’le inşaat ve tamir işleri yapardı
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |