Benim yaradılışımda fevkalade olan birşey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. - Atatürk |
|
||||||||||
|
Günün erken saatleriydi. Fatih’in uykusu kaçmıştı. Mutfaktan yayılan patates kızartmasının kokusu duydu. Gece geç yattığı halde uykusu kaçmıştı. Sebebini bilmediği kötü bir his vardı içinde. Belki de bir kabus görmüştü ve hatırlamıyordu. Belki de bugün berbat bir şeyler gelecekti başına. Elini yüzünü yıkayıp mutfağa gitti. Babası daha erken başlamıştı güne. Üniversitede kaloriferciydi. Mustafa masaya kurulur kurulmaz patateslere yöneldi. “Dokunma patateslere. Ablan için yaptım!”dedi anne. Fatih bir çatal alıp ağzına attı aceleyle. Kadın gidip kızını uyandırdı ve gidip Fatih’in odasını toplamaya, kirli ve temiz giysileri ayırmaya başladı. Kahvaltı yaptıkça Fatih’in kafası yerine gelmeye başladı. Çay sihir gibi iyi gelmişti. Çaya karanfil katıldığı için. Bugün Ayla’yla ilk kez buluşacaktı. Bu ona sıra dışı ve heyecanlı gelmiyordu. Oysa ona ulaşabilmek için çok çaba sa rfetmiş, bir çok zor ve acı dolu gece geçirmişti. Evinin önünden onu bir an görürüm diye defalarca geçmişti mesela. Ölmüştü gizli gizli sevmekten. Ayla sevgilisinden ayrılınca Fatih ona yaklaşmış; ama reddedilmişti. Ve Ayla başka birini bulmuştu. Ama onunla da ilişkisi bitmişti. Sonunda Ayla Fatih’e yüreğinin kapılarını açmıştı. Mustafa buna çok sevinmişti; ama iş böyle olunca kız sanki bütün cazibesini yitirmişti. Ablası Ayça girdi mutfağa, üniversitede kimya okuyordu, yaz tatilini boş geçirmemek için bir turizm şirketinde sekreter olarak çalışmaya başlamıştı, yabancı dil konusunda iyi olduğu için. Fatih ablasıyla biraz sohbet etti, sonra salona geçip biraz kestirdi. Bir kabusla uyandı. Kabusda Ayla iki eliyle boğazına sarılmış, sıkıyordu. “Sen beni hak etmedin!” diye bağırarak. Fatih dışarı çıkacaktı, Annesinden para aldı. “4 ekmek al. Çıkarken çöpü de al.” Fatih, çöp poşetini konteynere attı. İçerden bir kedi fırladı tıslayarak. Korkup kaçtı. Fatih de korkmuştu, kedinin annesine küfür etti. Fatih kaldırımda ilerliyordu. Yoldan bir düğün konvoyu geçiyordu. Ayla’yla evlenmeyi deli gibi istiyordu bir zamanlar. Şimdi bu hayal gözüne saçma sapan geliyordu. Lise bitecek… üniversite… askerlik… sonra iş bulmak derdi. Sıra Ayla ile olan meseleye gelecek miydi? Hiç sanmıyordu. Ayla’nın bir sürü sevgilisi olmuştu. Herhalde kısa süre sonra Fatih’e de sıkıldım deyip tekmeyi basardı. Kızlara güven olmaz ki. Birçok arkadaşı böyle derdi zaten. Ne kadar zordu basit bir geleceğe sahip olmak. Ölmezse, bir suça bulaşıp hapsi boylamazsa, bir hastalıktan eriyip dal gibi kalmazsa… of of… düşünmesi bile korkunçtu… Ekmek fırınından ekmek aldı, markettin önündeki gazeteliğe yanaştı. Kaldırımdan geçen güzel bir kızı kesti kısa bir süre. Üç gazete aldı. İçeri girip parayı ödedi. Dışarı çıktı. Birkaç adım ötedeki Ayla’yla göz göze gelince dondu kaldı. Ayla palyaço gibi görünüyordu. Ayla’nın altında ev kıyafeti mi nedir, pijama cinsinden dandik bir giysi vardı, ne kadar pasaklı görünüyordu öyle. Bir bunağı ya da uyuşturucu bağımlısını andırıyordu. Saçları karışıktı, yüzü ise solgundu. Adeta bir kazan dolusu çorbaya düşmüş solucan gibiydi. Buna mı âşık olmuştu?! Bunun için mi aşkla ölüp ölüp dirilmişti. Makyajsız hortlak gibiydi. Fatih birinin ona seslendiğini duyup başını çevirdi. “Sana diyorum sana. Fatih! Çabuk gel. Çok önemli!”diye bağırıyordu Muhammed. “Bekle.” dedi, Fatih başını çevirip Ayla’yı bakındı. Ayla markete girmişti. Fatih Muhammed’in yanına gitti. Arada onunla takılır, lisenin basket sahasında diğerleriyle takım oluşturup basket maçı yaparlardı. “N’aber? Keyfin nasıl?” dedi Muhammed. “İyidir.” “Yarım saat sonra maç yapacağız. Var mısın?” “Pek havamda değilim. Bunun için mi çağırdın beni?” “Oğlum ne diyorsun? Kaybeden tavuk ısmarlayacak…tavuk!” “Ne kadar açsın! Ben de önemli bir şey sanmıştım. Bir külçe altın sanki.” Güldü: “E önemli tabi! Geçen sefer yenildik; bu kez acısını çıkaracağız!” “Peki.” “Senin rengin niye soluk? Hayalet görmüş gibi bir havan var?” “Bilmem.” Muhammed onun koluna dostça vurup gitti. Fatih geri döndü Ayla’yla konuşmak için. Ama onu göremedi. Marketten çıkıp sağa sola bakındı. Üzüldü. Onu orada sap gibi bırakıp Muhammed’le konuşmaya gitmişti. Bu durumda Ayla iyi hissetmezdi. Kesin çok kızardı. Hatta kudururdu. Ama Ayla ona çektirmemiş miydi? Şimdi katlanma sırası ondaydı. Ayla bir keresinde ona; “çakal gibi peşimde dolanmayı bırak, senin gibi bir tipsize asla bakmam. Bak yoksa çok kötü olacak! Abime söylersem seni gebertir!” diye uyarmıştı. O gün Fatih parka gidip ağlamıştı, ağlamaktan gözleri şişmişti. Mustafa apartmanın köşesinden döndü. Karşıdaki 2 katlı evin bahçe girişinde Ayla’yı gördü, komşu kızla sohbet ederken ayaküstü. Fatih adımlarını yavaşlattı. Korktu. Onlara selam vermeyi düşünüyordu. Meryem baktı sadece. Ayla başını çevirip bakmadı. Fatih de basıp gitti. Bir buket çiçek ya da ufak çaplı başka bir hediyeyle kızın gönlünü onarır, gerekli açıklamaları yapardı. Fatih eve ekmekleri bırakıp sahile indi. Hava çok sıcaktı. Ağacın altındaki banka gidip oturdu. Kumsalda bir sürü insan ya güneşleniyor ya denize giriyordu. Genç, yaşlı, çoluk çocuk. Büfeden dondurma ve çekirdek aldı.10 dakika kadar orada oturup dondurmasını yiyip kumsaldakileri seyretti. Daha çok emsali olan zarif kızları. Fatih basket sahasındaydı. Gölgede çimene bağdaş kurup oturdu, diğerlerinin gelmesini beklerken çekirdekleri yedi. Uzun bir süre sonra Muhammed arkadan yanaşıp Fatih’in ensesine şamar attı. Korkan ve ensesi acıyan Fatih Muhammed’in ebesine küfretti. Muhammed güldü. Diğerleri de gelmişti. Maça başladılar. Maçın gerilimi ve heyecanıyla Fatih bütün ruhu ve kalbiyle iyice odaklanmış, takımına değerli sayılar aldırıyordu. Muhammed ise takım arkadaşları top kaçırdığında bağırıp çağırıyordu. Maç bitmiş, Fatih’in takımı kazanmıştı. Güneş altında basketbol oynamak hepsini epey yormuştu, okulun çeşmesine gidip su içip kafalarını ıslatıp feraylayıp döndüler. Ağaçların altında çimenlere uzanıp basket maçının kritiğini yapmaya başladılar. Fatih’in cep telefonu çaldı. Arayan Mehmet’ti, dün onunla sözleşmişti buluşmak için: “Ben gidiyorum.” “Tavuk gelecek; nereye?!” “Payımı sen ye. Mehmet’e sözüm vardı.” “Ya bırak şunu! Kafayı yemiş. Gel takıl bizle, maç yaparız diyorum, denizden başka bir şey demiyor şapalak!” Fatih onun omzuna dokunup uzaklaştı. Fatih, kumsalın kayalık yerine geldi. Mehmet’i bir an denize dalarken gördü. Mehmet kendi icat ettiği zıpkınla balık tutardı. Laflayıp kaynaşırken Fatih üstünü çıkarıp denize atladı. Biraz yüzüp çıktı. Mehmet küçük el radyosunu açtı. Fatih bu sırada uzanmıştı kayanın üstüne, ellerini başının arkasında birleştirip gökyüzüne bakarak hayallere daldı. Mehmet kayaların arasında uygun yerde ateş yakmaya koyuldu. Topladığı midyeleri pişirecekti. Fatih kalktı: “Karnım acıktı.” “Evden domates, biber, salatalık, zeytin ve kaşar peyniri getirdim. Ne dersin?” “Bayılırım.” “Ekmek de getirecektim; ama bayattı. Bayat sevmem. Daha doğrusu bunlarla bayat ekmek gitmez. Benim bisikletle 2 ekmek alıp geliver fırından.” Fatih gidiyordu. “Parayı almadın!” “Bende var.” Fatih bisiklete binip uzaklaştı. Fırından 2 ekmek alıp çıkarken içeri giren müşterinin poşetindeki sucuklar ilişti gözüne. Yolunun üstündeki marketten bir sucuk aldı. Mehmet sucuğa sevindi, dedi ki: “Neden paranı harcadın kardeşim? Ucuz bir şey değil ki. Al bunu. Evine götür, annen tost yapar; yersin.” “Yarısını sen alırsan kabul.” Mehmet gülümsedi: “Teşekkür ederim dostum. Doğrusunu istersen sucukla büyümedik.” “Kim büyüdü ki?” “Fakir edebiyatı bu.” Güldüler. Mehmet ateşte pişirdiği sucuk ekmeği uzattı dostuna. Fatih bir ısırıp alıp sordu: “balık var mı, nasıl gidiyor?” “Bir tane tutabildim. O da ufaktı; saldım. Bugün balık yok.” “Bir de ben deneyeyim.” “Olur; ama tehlikelidir. Nasıl yapacağını gösteririm.” “Sucuk ekmek şahane… domates biberle. Çok yaşa.” “Sen de.” “Sizin bahçeden mi?” “Evet. “ “Desene. Ondan lezzetli.” “Bir şey soracağım Mehmet? Burada akşama kadar tek başınasın. Sıkılmıyor musun, yalnızlık bayar ve koyar be abi?” “Yo; çok mutluyum.” Güldü. “Kafayı nerden sardın bu işe?” “Sevgilim beni terk edince. Kafayı yiyordum. Dayım beni alıp balığa götürdü bir kez. Böyle başladı. Meleğin beni terk edeceğini hiç düşünmüyordum. Hesapta birbirimizi deli gibi seviyorduk. “Hep onunlaydın aga. Yüzümüze baktığın yoktu. Acayip bozuluyordum sana.” “Dünyayı gözüm görmüyordu ki.” “Gerçekten bitti; değil mi?” “Bitti. Ama ondan ayrılınca ilişki sonlanmıyor. Başka türlü bir ilişki başlıyor. Ve an geliyor izleri…duyguları…artık neyse…hatırlayıp düşüncelere ya da acıya dalıyorsun. Bazen film izler gibi, bazen filmin içindeymiş gibi. Ama onu unutursan bambaşka. Unutsan bile acısı bir yerlerinde nabız gibi atmaya devam eder. Artık kimseyi öyle kendimi koy vererek sevmeyeceğim. Taşındı defoldu gitti. Ben kaldım piç gibi ortada. Ama bendeki salaklık ki; bu iş bir gün biter diye hiç hesap etmedim, öyle sevince üzüntüsü büyük oluyor tabi. Alıştım ama. Boş ver. Bu yüzden intihar edenler var. Onlardan olmadım çok şükür!” Mehmet Fatih’e zıpkını nasıl kullanacağını gösterdi. Sonra Fatih daldı, birkaç kez denedi, eli boş çıktı, son kez deneyeyim dedi ve iri bir balık yakaladı. Mehmet kefali eline aldı: “Gözlerime inanamıyorum. Çaylak, turnayı gözünden vurdun!” Gülüştüler. Mehmet dedi ki: “Ben bunu eve götürünce gözlerime inanamayacak annem.” “Onu ben yakaladım. Aynı şeyi ben de düşünüyordum. Ver onu bana!” “Hayatta vermem!” “Ver bak; yoksa bozuşuruz!” “Kusura bakma. Şansın varken ikinciyi de yakalarsın.” “Sen şapalağın tekisin; küstüm. Bir daha selam verme bana Mehmet!” “Kızma be; kafa buldum seninle.” Hafiften bir güreş tuttular ve bıraktılar. Fatih kendini yorgun hissediyordu, uzandı kayanın üstüne. Şekerleme yapayım derken epey uyumuştu. Saatler sonraydı. Uyandı. Mehmet toparlanıyordu. Fatih de toparlanmaya başladı. Fatih bisikletin orta bölümüne yan oturdu, Mehmet bisikleti hareket etti, makara yaparak ilerliyorlardı. Apartmanların önüne gelmişlerdi. Mehmet apartmandan çıkan çok sevdiği iki kız arkadaşını gördü. “Şunlara pas atayım.” “Sakın balığı ben yakaladım deme!” “Onu geçeceksin.” Mehmet, kızlara seslendi ve bisikleti kaldırımın kenarına kırdı, aceleyle balığı çıkardı poşetten: “Kızlar bakın bakın! Kalkan balığı hiç yediniz mi?” Balık elinden kayıp düştü yere. Balığı alayım derken bisiklet yan yattı, ikisi birden yerdeydi, kızlar gülüyordu. Az ilerdeki aç kedinin biri süratle yanaşıp balığı alıp kaçtı. O kadar hızla kaçıp duvardan atlayıp bahçeye gitmişti ki; Mehmet aval aval bakamadı bile. Acıyan elini ovuşturuyordu. Kızlar ise gülüşerek uzaklaşıyordu: “Acelemiz var Mehmet. Sonra muhabbet ederiz.” El salladı kızlar. Fatih dizini ovuşturuyordu: “Şapalak!” “Şapalak ne ya!? İkide bir bana öyle deme! Geri zekalı mı demek istiyorsun?” “Salaksın oğlum işte! Ne diyeyim sana?” “Ne kızıyon oğlum. Onlar iyi kızlar. Tanışırdın.” “İhtiyacım yok!” “Yalnızlık çekmiyor musun?” “Yok.” “Sevgili mi edindin?” “Var belki; sana ne!” “Kusura bakma. Kızları görünce hemen yavşadığımı sanma. Onlar kankalarım. Ben senin onlarla tanışmaktan hoşnut olabileceğini düşünmüştüm sadece… ben seni mutlu etmek istemiştim… senin sucuk alman gibi…” Fatih gülümsedi, kalbinin ışıltısı gözlerine yansımıştı: Didişme tatlıya bağlandı böylece. Mehmet yürüyor, tek eliyle de bisikleti tutuyordu, dedi ki: “Sevgilin olunca onu bana bir geceliğine verir misin?” Güldü. “Elbette; ama sen de anneni verirsen.” Mehmet tokat atmak istedi, Fatih başını kaçırdı. Güldü. Mehmet dedi ki: “Birkaç gün sonra elektrikçi Ayhan abinin yanında çalışmaya başlayacağım. Sence nasıl?” “Güzel iş.” “Dünya özgürlük hareketlerinin neresindeyiz sence?” “Kıçında kıl bile değiliz oğlum.” Güldüler. “Neden? Bizim neyimiz eksik?” “Çalışmayıp sevişme propagandası yaparsan içeri alırlar seni. Ayrıca baban hastanelik edene kadar döver.” “Sen hiç seviştin mi?” “Sana ne! Mikrop!” Mehmet sırıttı. Hava kararmıştı. Fatih evdeydi, duş alıp odasına geçti. Sonra bilgisayarını açtı, üye olduğu sitelere girip mesaj kutularına gelen mesajları okudu ve yanıt yazdı arkadaşlarına Sonra sıkılıp uzandı. Müziği açtı. Ablasının sesini duydu: “Çay ister misin?” Ablası çayla birlikte yulaflı bisküvi de bıraktı masaya. Mutfağa gidip bir bardak çay alıp döndü odasına. Tekrar açtı bilgisayarını. Vakit su gibi akıp geçmişti. Tuvalete gitti. Çıkarken ablasının balkonda olduğunu fark edip onun yanına oturdu. Ayça eğlenceli bir şeyler anlattıktan sonra sordu: “İş buldun mu?” “Henüz bakmadım.” “Ne zaman bakacaksın?” “Birkaç gün sonra.” Ayça sigarasından bir nefes çekti, dedi ki: “Gerçekler dayanması zor. Ama ne kadar antrenmanlı olursak o kadar iyi.” Güldü. “Başka; yani dipteki hayatları düşünürsek bizimki eğlenceli gözükür. Hep bizden iyilere bakıyoruz nendense… Bizim gibiler için sıkıntı bitmez kardeşim. Birileriyle takılıp uyuşturucu bağımlısı olacağına ne bileyim kız meselesi yüzünden bir arkadaşını geberteceğine… çalışmak iyidir. Görüyorsun babamın halini. Akşama kadar birilerinin kahrını çekiyor. Ve ona destek vermemiz lazım. Çalışıp harçlığını kazan.” Ayça sigarasını söndürdü: “Sana iyi geceler.” Kardeşinin omzuna dokunup içeri gidiyordu, durdu: “Ha, bu arada; kızlara kendini kaptırma. Hiçbir kızın da kalbini kırma.” Fatih’in kafasına Ayla dank etmişti. Cep telefonunu içerden alıp onun eski mesajlarını okumaya başladı. Belki yeni bir mesaj atmış olabilirdi. Beğenmediği mesajları bile silmeye kıyamıyordu. Sonra manzarayı seyrederek dalıp gitti. İçinde uyanan alev sönmemişti. İçini sıkıntı bastı. Hesapta bu akşam onunla buluşacaktı, aklından uçup gitmişti bir kere, uyku düzeni bozulmuştu, ondan, kafası yerinde değildi, ondan, duyguları yerinde değildi… anlatırdı hepsini… bağışlatırdı kendini: “Bile isteye gelmediğimi sanacak. Zavallı Ayla, sözleştiğimiz kafe önünde it gibi beklemiştir” Güldü. “Belki de bugün ona pas vermediğim için gitmemiştir oraya. Ama telefon mesajı beklemiştir. Atmadığımı görünce daha da kızmıştır. Kızarsa kızsın. Buluşma yerine gitse zaten mesaj atar, nerde kaldın diye sorardı. Fatih, ona erişebilmek için neler yapmıştı neler… Ayla başka bir okuldaydı. Fatih onu okul çıkışlarında uzaktan, bir an bile görebilmek için saatlerce beklememiş miydi onlarca kez. Ayla ise o sırada sevgilisi yanında mutluluk kahkahaları atıp itin elini tutmaz mıydı? Onu öpmez miydi? Şimdi üzülüp kızıp dursundu Ayla. Haha! Çok da güzel olmuştu böyle, ondan bir ses beklesin Ayla, kırılsın; hatta acıyla yamulsun duvara toslayan araç gibi. Bu çocuk niye beni aramıyor diye kendi kendini yesin, cep telefonunu yesin, bir zamanlar yaşattıkları nasılmış anlardı belki. Yok yok, zırvalıyordu Fatih. Meryem’le sohbet ettiğinde oradan geçmişti. Ayla yüz verseydi konuşacaktı. Fatih esnedi, kalkıp yatmaya gitti. İşler kötü gitse de her zaman düzeleceğine, ertesi günün iyi şeyler getireceğine inanırdı ablası ya da annesi sayesinde. İçine öyle işlemişti. Bunda babasının katkısı da çok büyüktü. Onu yanına alıp filmlerdeki gibi öğütler vermese de, o bunu ve birçok şeyi babasının sert bakışlarından, tepkilerden çıkarırdı. Mutfağa gitti, dolaptan soğuk su içip salona geçti, televizyonun başına kuruldu. Kumandayı eline alıp televizyon kanallarında gezdi. İzlemeye değecek hiçbir şey bulamadı. Balkondan gelen esinti kesilmişti ve içerisi boğucu sıcakla eziliyordu. Fatih nefes almakta zorlandığını hissetti. Balkona çıktı yine. Bir süre sokağı, sokak lambalarını, uzak ışıkları, gölgeleri ve ağaçları seyretti. Ama içi sıkıldı. Ruhu daraldı. Uykusu hiç yoktu. Delirecek gibi hissetti. Odasına geçti. Bilgisayarını açacaktı. Masa lambasının aydınlığıyla sabaha kadar bilgisayar başında vakit geçirmek yarasa gibi… Girdiği sitelerde sitede ruh hastalarının yazdıklarını okuyacak, boşa vakit kaybedecekti. En iyisi dışarı çıkıp uykusu gelene kadar gezmekti. Hazırlandı. Ses çıkarmamaya özen göstererek anahtarını alıp sokağa çıktı. Gökyüzünde ay vardı. Boş sokaklarda onu oyalayacak basit bir şey bulamadı. Bir tıkırtı, en azından bir kedi ya da köpek. Durup sokağı dinledi. Çok uzakta bir köpek havlıyordu. Dövüş ustası olduğunu ve gaspa uğrayan kadına yardım ettiğini hayal etti. Cinayete kurban gidecek bir adamı kurtardığını… Bir hırsızlığa tanık olsa, eve giren 2 hırsız ya da aracı çalmaya kalkışıyorlar. “Polis az sonra burada fareler!” diye uzak mesafeden bağırıp onları korkutsa. Hayal kurarken eğlenceliydi tabi hayat. Gökyüzünden ufolara ait küçük bir uzay gemisi parka düşse, patırtı koparmadan, tek o fark etse ve uzay aracına sıkışmış kertenkeleye benzeyen uzaylılara yardım etse, yok yok, onlara asla yardım etmezdi. Çünkü onlar insanları kaçırıp üstlerinde deneyler yapıp parça parça ediyorlardı. Filmlerde öyle izlemişti. Bir mucizeye tanık olsa şimdi. Kutsal kitaplarda sözü edilen melekler nerdeydi şimdi acaba? Buralarda bir yerde onu gözleyen melekler var mıydı? Şeytan kesin vardı da; önemli olan meleklerdi. Acaba neye benziyorlardı? Resimlerde kanatlı resmedilirlerdi, illaki kanatları vardı. Zaten kanatlı şeyler şiir gibi güzeldir. Kanatlı bir at… öyle bir melek duymuştu. Onun sırtına binip şehirde ve zamanda yolculuk yapmak isterdi. Sokak heyecansız, takırtısız, tatsız ve tuzsuzdu. Başka sokağa daldı, oradan başka sokağa. Yine ilginç bir şey ve heyecan yoktu, herkes ölü gibi uykudaydı. Ne olmuştu insanlara, biri bile sıkılıp sokağa çıkmaz mıydı? Hayret etti. Kıvılcım yoktu buralarda bir yerlerde. Ayla aklına geldi, ilk buluşmada ister istemez onu ekmişti, onu ekmişti ama düzeltecekti. Ya düzeltemezse? Derken bu gecede ilk buluşması olursa bir belayla, çevrede yardım edecek kimse de yoktu. Bu işi; yani bu gezmeyi Ayla’yla buluşma gibi eline yüzüne bulaştırmaktan korktu. Ayağının önünde bir paket sigara vardı, ağzı açıktı ve doluydu. Alıp baktı; paket tertemizdi. Sigara içmezdi. Ama bu paketi tiryaki olan bir arkadaşına verebilirdi. İlerliyordu. Aniden durdu. Yerde bir paket sigara daha fark etti. Alp baktı. Paket hiç açılmamıştı. Az ilerdeki çöpün yanında bir paket daha fark etti. Onu da cebine attı. Eski çuvalın çevresinde iki paket sigara daha buldu. Çuvala baktı. Çuval yarısına kadar pahalı ithal sigara doluydu; anlaşılan hırsızlar kaçarken çuvalı buraya atmıştı. Çevresine baktı, kimseyi göremedi. Sigaraları yarı fiyatına satsa iyi para kazanırdı. Kalbi korkuyla çarptı. Şu an biri onu izliyorsa? Kaygıya gerek yoktu, sokak bomboştu işte. Aklına ilk gelen müthiş etkileyiciydi: Sattığı sigaraların parasıyla Ayla’ya değişik birçok hediye alırdı, renk renk elbiseler, insanın içini açan ve gıcır gıcır oynatan elbiseler. Sürüsüne genç kız o giysiler sayesinde bakılacak güzelliğe sahip olurdu. Zavallı Ayla genelde aynı giysileri giyerdi. Kız arkadaşlarından aldıklarını… Babası işsizdi, annesi de evlere temizliğe giderdi, garibandılar. Ama Ayla’nın öyle bir havası ve cazibesi vardı ki sanki her gün trilyonlarla oynayan papyonlu avrupai bir babanın kızıydı ve keman ya da piyano çalmayı diş fırçalar gibi iyi bilirdi. Ayla onca hediyeyi görünce feleği şaşardı sevinçten. Tabi ya! Kuru, yavan dünyasına –tenine-bir ilahi ışık topu düşmüş gibi olurdu. Fatih, bir kez daha çevresini kolaçan etti hırsla kimseyi göremedi, bir kediden başka. O da cep telefonuyla arayıp ihbar yapamazdı ya. Coşkuya kapılıp fısıldadı: “Kedi, tek tanık sensin. Beni görmedin tamam mı, kesinlikle görmedin, duymadın, işitmedin; anlaştık mı?” Fatih dudaklarını yaladı. Kedi bir parça kuru ekmeğe ihtiyacım var der gibi miyavladı. Baktı bir an ve basıp gitti. Fatih çuvalı hafif kaldırıp tarttı. Sonra deneme amacıyla sırtına koydu. Çuvalı böyle götürürse birileri onun hırsız olduğunu eliyle koymuş gibi anlardı. Çöpün çevresindeki karton kutulara bakarken altta bir bavul buldu. Eski ama sağlam bir bavul, modası geçmiş bir bavul… Bavulun içinde eski eşyalar vardı. Siyah kasketi aldı, baktı, kokladı, temizdi ve parfüm kokuyordu. Siyah camlı güneş gözlüğü gördü, o da eski modeldi ama işe yarardı. Gözlüğü taktı; ama önünü görmekte zorlandı. Açık paketten bir dal çıkarıp yaktı. Öylesine, eğlencesine, başarısını; yani bu geceki şansını kutlamak ister gibi… Çuvalı bavula yerleştirdi. Gözlüğü takıp ilerledi. Nasılsa buralarda kamera filan da yoktu. Ara ara dönüp arkasına bakıyordu, köşeyi döndü, aniden önünde bir çocuk belirdi: “Selam sana görünmez adam!” “Selam.” “Bana sigara lazım, 4 dal verir misin?” 13 yaşında gösteren çocuğun üstü başı dağınıktı, sinsilik vardı bakışlarında. Fatih paketi açtı. Dört dal sigara uzattı. “Fikir değiştirdim, bana bavulunu ver.” “Bavulda eşyalarım var. Yanlış şey isteme; kalbini sökerler; bilirsin.” Çocuk güldü: “Ciddi değildim. Şehre yeni mi geldin?” “Evet.” “Nerdensin?” “Köyden geldim.” “Nereye?” “Amcamın evine.” “Bavulda para olmasın?” Güldü: “Yok be. Ne gezer.” “Sen hırsız mısın?” “Yok.” dedi Fatih, 4 dal sigara uzattı. Sarışın çocuk sigaraları aldı: “Teşekkür ederim. Şansın bol olsun.” “Sağ ol gardaş.” “Dikkatli ol, tekin olmaz buralar.” “Dikkat ederim.” Çocuk uzaklaştı. Fatih, derin bir soluk aldı. İlerledi. Başka bir sokağa girdi, eve giderdi buradan. Sokak lambaları birden söndü. Korktu, sanki birisi onu takip ediyordu. Çocukluğunda karanlıktan çok korkardı, o günlerdeki gibi hissediyordu kendini. Beyninde tuhaf kelimeler, cayırtılar dönüyordu. Işıklar geldi aniden. Parka gelmişti. Panikle yanlış yere saptığını anladı. Dert etmedi. Eve gitmekten caymıştı. Parkta içiyordu birileri. 3 adamın gölgesini gördü, ağaçların altında, biri başını çıkarıp ona baktı, Fatih korkuyla hızlandı. Gecenin yüzüydü bunlar ve bu heyecan güzeldi, kaçak gibi olmak, kaçmak… diken üstünde olmak… tedirgin, sahipsiz, korumasız olmak, kayıp gibi olup hayalet gibi gitmek loş ya da karanlık sokaklarda. Bu korku ve kokular güzeldi, bu oyun güzeldi. Normalde Fatih sabah’ın 2’sinde asla olmazdı sokaklarda. Kendini garip, gizemli; ama güzel hissediyordu. Endişeli olsa da. Bu işi sağ salim, ciddi bir belaya bulaşmadan, yaralanmadan ya da gebermeden sonuçlandırsa iyi olacaktı. Issız ve sessiz sokaktan martı gibi süzülerek geçiyordu. Ara ara arkasına bakıp kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Karanlık korkusu… kokusu… sürekli korkuları vardı Fatih’in. Ayla’yı kaybetme korkusu; babasını, ablasını, annesini kaybetme korkusu, okulda sınavlarda kaybetme korkusu, gelecek korkusu, iş bulma korkusu, iş sınavında kaybetme korkusu, askerde ölme ya da sakat kalma korkusu, evlilik korkusu, ilerde baş belası olabilecek bebeğe baba olma korkusu, -uçuğun kaçığın teki çıkabilir-geçim korkusu, trafik kazasında geberme korkusu, hayatı zor bir döneme girince alkolik olup bir şarapçıya ya da bir evsize benzeme ve her şeyi terk etme -içine kapanma-korkusu, intihar etme korkusu, yıllarca çalışıp kazandıklarını kaybetme korkusu… tımarhaneye düşme korkusu, evliliği sürdürememe korkusu… korku, korku, korku! Korku duymamalıydı, gerek yoktu ona. Korku denen şeyi bir oyun olarak görmeliydi, o zaman ondan etkilenmez ve kafası dağılmazdı. Kendini iyi hissetmek için çok şey vardı kafasında. Korkunç bir şey olacaksa olsundu şimdi. Tehlike varsa panter gibi kaçabilirdi, okulda atletizmde başarılı değil miydi? Okullar arası maratonda dereceleri vardı. Bir şarkı mırıldanmaya başladı, bir kedi yakından geçiyordu, durdu, ona baktı, miyavladı. Fatih de ona miyavladı. Kedi gitti. Fatih başka bir sokağa saptı. Kısa bir süre sonra karşıdan gelen uzunlu kısalı dört çocuk gördü. Onlardan biri sarışın çocuktu. Fatih geri dönüp koşmaya başladı. “Kaçma gardaş!” diye bağırdı sarışın çocuk. Fatih süratini arttırdı, sokaktan sokağa dalıp izini kaybettirdi, onları çok geride bırakmış olmalıydı. Yorulmuştu ve yürümeye başladı. Karşıdan biri geliyordu. Üstünde bir yer parlıyordu. Geleni gözü bir yerden ısırıyordu. “Emre, ne işin var burada gece vakti?” diye sordu. Emre onu tanımadı. Fatih güneş gözlüğünü çıkardı. Emre şöyle bir baktı, cevap verip vermemeyi düşündü, dedi ki: “Annemle kavga ettim de, bir dolaşayım, hava alayım dedim.” “Sağ gözüne ne oldu, kızarıklık var?” Gülümsedi: “Babam da o sırada bizdeydi, çaktı birkaç tane.” Fatih gülecekti, tuttu kendini. Emre bunu sezmişti: “Rahat ol, gülebilirsin. O taraftan öyle görünüyor tabi.” “Kusura bakma. Olur böyle şeyler. Aldırma diyeceğim. Ben de yaşadım böyle şeyler. Kayışında parlayan şey nedir?” “Bıçak. Ne bileyim, aldım öylesine, ne olur olmaz diye. Peki sen n’apıyorsun buralarda?” “Uyku tutmadı. Senin için yapabileceğim bir şey var mı?” “Yok. Teşekkür ederim.” “Kendine dikkat et. Görüşürüz.” “O tarafa gitme.” dedi, Emre, onu koldan tuttu. “Birini arıyorlar.” “Kimi?” “Bilmem. Çocuklar tehlikeli. Bana bir takım sorular sordular. Hiçbirini cevaplamayıp tersledim. Beni döveceklerdi. Bıçağı fark edince uzaklaştılar. Gel benle. Şu taraftan gidelim.” Fatih şaşkındı. Emre onun koluna girmişti dostça. Normalde onunla böyle bir yakınlığı hiç yoktu. Vay be! Yürekli biriymiş Emre demek ki. Onun başına bir kötülük gelmesin diye uğraşıyordu işte. Vay canına! “Gelip çatarlarsa ne yaparsın?” diye sordu Fatih. “Kafa tutar hakkımı savunurum. Zaten kafam yeterince bozuk. Öleceğimi bilsem bile geri adım atmam. Zaten başaramazlar da.” Emre, sessiz ve sakin biriydi; ama damarına biri bastı mı çıldırırdı. Ne olursa olsun karşı koyardı. Boyun eğmez ve korkmazdı. Okulda bu özelliği sayesinde kimse ona ilişmezdi, okulun kabadayıları bile Emre’ye saygı duyar, onu kıllandırmamaya dikkat ederdi. Fatih Emre’nin samimiyetine şaşırıyordu. Neden böyle olduğunu da anlıyordu ama. Gece vakti kendini yıkık dökük hissettiği için, bir cana, bir dosta… muhtaç… zavallı… böyle bir biçimde kim yalnız olmak ister ki… Annesi ve babası 1 sene önce boşanan Emre herhangi birine ihtiyaç duyuyordu ve aslında Fatih’e arka çıkma sebebi buydu. Aniden patlak veren dostluk Fatih’in de hoşuna gitmişti. Aslında Fatih koluna dolanan eli istememişti; ama reddedememişti de. Çünkü Emre’nin yakınına hiç girmezdi, bu ikisi birbirinden hiç hoşlanmazdı. “Bavul ne iş?” “Köyden yeni geldim. Amcamın evine gidiyorum.” Emre güldü. “Peki kasket ve gözlük nedir?” “Hayalet oldum.” “Bir suç mu işledin ya da işleyecek misin?” “Hayır.” Fatih, birden Ayla’yı hatırladı. Kendini berbat hissetti. 3 gün önce Ayla ve Emre sevgiliydi çünkü. Emre, babasının antika kırmızı aracını gizlice alır, Ayla ile ıssız yerlere, deniz kenarına bir yerlere ya da ormanlık ve kamp alanlarına gezmeye giderlerdi. Ne yaparlardı oralarda? 1 yıl süren ilişki boyunca neler yaşamışlardı? Fatih bunu ona nasıl sorabilirdi? Emre de kafasının içinde dalıp gitmişti bir yerlere. “Nasıl gidiyor?” dedi Emre. “Ne?” “Ayla ve sen?” “Ya kusura bakma Emre. Kızı elinden çaldığımı düşünmüşsündür; ama öyle değil.” “Ben onu bıraktım.” Güldü. “Ama o öyle demiyor?” “Demez zaten. Nasıl gidiyor?” “Bugün buluşacaktık, gitmedim. Gidemedim.” “Delirmiştir.” Güldü. “Emre, gerçekten kusura bakma; ama sormam lazım, fırsat ayağıma kadar gelmişken; onunla… Neyse. Boş ver.” “Utanç vericisin!” dedi Emre, ters ters baktı, hemen sonra sırıttı. Aklın fikrin nerde senin? O zaman gerçeği söyleyeyim. Evet, ara ara düşündüğün şeyleri yaşadık önlemini alarak. Yoksa o güzel kızın bir sürü saçmalığına neden katlanırdım ki? Kusura bakma gerçeği söylemesem olmazdı.” Fatih’in yüzünde berbat bir ifade gördü, fatih başını öne eğmişti. Güldü Emre: “Bunun ne önemi var ki? Dangalak! Sevmiyor musun onu?” “Seviyorum da.” “O zaman saçma sapan konuşma! Sen de yaparsın; onun geçmişini o zaman merak etmezsin; çünkü seni mutlu etmiştir.” “Ama beni de terk ederse, o zaman mahvolurum.” “Onu bilemem.” “Peki, sen nasıl dayanıyorsun?” “Bitti. Aşk bitti. Ne yapayım, bitti.” Emre’nin cep telefonu çalıyordu. Baktı. Arayan Ayla’ydı. Gösterdi Fatih’e: “Açayım mı? Çünkü artık senin o, izin verirsen açarım?” “Aç bakalım, ne diyecek? Belki de seni unutamadığını, sana dönmek istedi ğibi şeyler söyleyecek.” Emre başını Fatih’e yaklaştırdı ve telefonu açtı. “Evet. Ne var Ayla?” “Fatih benle buluşmaya gelmedi, ona kötü bişiy mi dedin, ne yaptın, ne ettin, tehdit mi ettin?” Emre Fatih’e uzattı telefonu: “Al, sen konuş.” Fatih, telefonu elinde buldu ister istemez. “Selam.” “Nerdesin Fatih? Telefonun kapalı. Onunla ne yapıyorsun? Seni zorla mı tutuyor yanında?” “Yürüyoruz. Yarın görüşelim. İşimiz var.” Ayla, yarın buluşmak için yer ve saat söyledi. Anlaştılar. Fatih telefonu Emre’ye verdi. Fatih sessizliğe gömüldü. Emre dedi ki: “Onunla neler yaptığımın hayal ediyorsun, değil mi? Hazmedemedin. Şimdi beni dövmek isterdin, değil mi?” “Yok, öyle değil. Yaşanmış bitmiş. Ama aklıma gelince kötü tabi.” “Olmadı ki öyle düşündüğün şeyler. Öpüşmedik bile.” “Neden? Yani siz hiç?” “Bana bir şey olmazdı; ama o kötü olurdu. İşler kötü gidince; ‘bana bunu yapamazsın, çekip gidemezsin öyle, ben seninle evlenmeyi düşünüyordum, beni kandırdın, hayallerimi çaldın’ diye zırlar, nefret ederdi benden. Beni kötü biri olarak damgalardı ruhunda. Bu hayatta arkanda yaralı kimseyi bırakmayacaksın. Yoksa işin bitiktir.” “Ben hiç senin gibi düşünmemiştim. İlk fırsatta onunla olmak için yanıp tutuşuyordum. Ya çok âşığım ya çok kötü biriyim, ya ahmak.” Güldü: “Bilemem. Ama ileriyi düşünmediğin, anlık yaşadığın açık.” Fatih Emre’nin gözlerinde bir ıslaklık gördü, ağlıyor muydu, ağlıyordu ya. Niye? Onu hâlen seviyor olmalıydı. Emre, başını öteki tarafa çevirip gözlerini sildi. Fatih, bunu fark etmemiş gibi başka yerlere bakıyordu o sırada. “Sen nerden edindin bu düşünceleri. Ha, tamam, annen baban boşanmış, o yüzden.” “Onunla alakası yok. Ama lap diye girersen işe işin sonu kötü olur, muhakkak bir bedel ödersin.” “Doğru söylüyorsun, salağın tekiyim.” Emre güldü: “Açsın. Sevgiyi, aşkı bilmiyorsun. Onunla mutlu olman için o malum şeylerin olmasına gerek yok. Onunla mutlu olmak için yapabileceğin milyon şey var. Geçelim bu konuyu. Şu dört çocuk seni tarif etti bana. Onlara ne yaptın?” “Bir şey yapmadım. Sarışın çocuk benden sigara istedi. Yolda bulduğum sigara vardı. 4 dal verecektim. Caydım dedi. Bavulu istedi. Yanlış bir şey istemem. Kalbini sökerler filan dedim. Sonra hizaya geldi, sigaraları alıp gitti.” “Belki ki sana kafayı pis biçimde takmış. Emre bavula dikti gözlerini: “Bavulda ne var?” “Ordalar!” Emre başını çevirdi ileri. Dört çocuk marketin manav kısmında bir şeyler çalıyorlardı. Emre bağırdı: “Polisi aradım, az sonra burada olurlar!” Çocuklar kaçıştı. Kaçarken biri elindeki poşeti düşürdü, kırmızı elmalar yere saçıldı. Fatih yere düşen elmalardan ikisini alıp birini Emre’ye attı. Emre elmayı yakaladı: “Gidelim!” Fatih elmaları topluyordu yerden: “Ziyan olmasınlar. Toplayıp yerine koyalım şunları.” “Bırak. Gidelim hemen buradan!” Fatih elindekileri kaldırıma koydu. İkili hemen uzaklaştı oradan. Kısa bir süre geçmişti. O bölgeye yakın sokakların birinde devriye gezen polis aracı ihbarı almış markete geliyordu süratle. İkili uzaktaki polis aracının ışıklarını gördü, Fatih panikle önden fırladı. Emre de onu izledi. Fatih bir an onu hatırlayıp başını geri çevirdi. Arkadaşını göremedi. Koşmayı sürdürdü. Yorulunca ve kendini emniyette hissedince durdu, beklemeye başladı. Emre’nin başının belaya girmesini hiç istemezdi, buna sebep olmak istemezdi. Kısa bir süre geçmişti. Arkadan, sokak arasından kimi sesler geliyordu. Fatih, oraya ilerledi dikkatli biçimde. Emre, dört çocuktan en uzununu yakalamıştı yakasından. “Bunu polise götüreceğim!” “Boş ver; gidelim. Üç beş elma için yakma çocukları. Değmez.” Sarışın çocuk abisi ya da yakını olan yapılı iki gençle geliyordu. “Emre şunlara bak. Bırak onu.” “Olmaz.” “İşimizi bitirirler.” “Korktun mu?” “Yok da kanlı bıçaklı olmayalım bu heriflerle. En az beş altı yaş büyükler bizden. Sakallara baksana.” “Korkuyorsan git. Ben ikisini de hallederim.” “Deli misin?” “Hayır. Kendime inanıyorum sadece.” Emre çocuğu bıraktı. Çocuk koşarak gelen abilerinin yanına gitti. İki sakallı yanaştı. Yüzünde yara izi olan dedi ki: “Bıçak yok. Üstünüzdeki bıçakları kenara koyun. Bu işi erkek erkeğe halledelim.” Emre bıçağı geriye attı. Kavga hemen başladı. Emre biriyle kapışıyordu, Fatih diğeriyle. Fatih bu işi beceremiyor ve hep yumruk alıyordu. Bu gidişlere yere serilecekti. Bir an Emre’ye takıldı gözü, o da perişan oluyordu dayaktan. Fatih çöpün yanına koştu can havliyle. Tahta, demir gibi bir şey arıyordu. Şişe de olurdu. Çöp kutusunun arkasında kartonların altında kırık bir masa vardı. Birini çekiştirip kopardı, koştu. Sopa yağdırmaya başladı bağırarak. Çıkardığı garip ses etkili olmuş sakallılar bir an duraksayıp “nedir bu iğrençlik” dercesine şaşkınca bakmışlardı. Sakallılar basıp gitmişti. Fatih gözyaşlarını sildi. Emre’nin dudağı patlamıştı, dedi ki: “İsteseler bizi hurda haşat ederlerdi. Böyle yine iyi kurtardık.” Fatih, onu yerden kaldırdı: “Kırık mırık var mı birader?” “İyiyim iyi” dedi, Emre. “Dudağım patladı sadece. Basit bir şey. Geçer. İlk kez olmuyor.” İlerlediler, ses etmeden. İkisinde de bir burukluk vardı. Emre perişan görünüyordu: “Bıçağı orda unuttum.” “Boş ver. Katil olup kendini yakma da. Sen iyi birisin.” Emre’nin gözleri dolmuştu: “Ben iyi biri miyim?” “Tabi.” “Bunu cidden mi diyorsun?” “Elbette.” Fatih acıyarak baktı ona. Emre zor zamanları yaşıyordu ve aşk acısı da vardı belli etmese de. Ama nasılsa alışırdı Emre. Fatih son atağıyla onu kurtardığı için sevinçliydi ama. Onun için dişe dokunur bir iş yapmıştı. Ne var ki Ayla ile gönül ilişkisine başladığı için kendini suçlu hissediyordu, dedi ki: “Emre, kızı seviyorsan ben girmeyeyim aranıza? Sanki onlar seni öldürsün diye uğraştın gibi gördüm seni orada. Bir tür intihardı deliliğin.” Emre güldü: “Peki, sen aradan çekil. Sen ne olacaksın o zaman?” “Aldırma bana, bulurum başka bir kız.” Emre güldü deli gibi: “Ayla’dan 2 tane olsa iyi olurdu. Belki diğeriyle anlaşırdım ya da aynı hataları yapmazdım ve ilişki bitmezdi. Birimizin çaresiz ve yalnız kalmasından, intihar etmesinden daha iyidir ha… Kardeşim takma kafana. Sen rahat ol. Mutlu ol. Biten ilişki bitmiştir, geri dönüş yok. Kendini bana zarar vermiş gibi hissetmene gerek yok.” “Gerçekten incinen yok mu?” “Yok.” “Senin bavul nerde?” “Eyvah! Bavul…” Fatih koşacaktı. Emre koldan tuttu: Dur. Yorma kendini. Babamın arabasını alayım. Şehir dışına gitti. Gezeriz. Senin bavulu da alırız.” “Peki.” Emre babasının aracının garajdan çıkardı ve yolda bekleyen Fatih’in yanına yanaştı. Fatih araca atladı ve araç gazladı. Emre dedi ki: “Sen de az değilsin, ha. Bu gece içim kaynadı sana, harbiden, yürekli birisin.” “İyi geceydi, seni orada tek başına bırakamazdım ki” dedi Fatih. “Sen manyak mısın Fatih? Suç üstümüze kalacak ve durmuş orada elmaları topluyorsun yerden?” “O elmaların üstünde Allah’ın ve evrenin ne kadar emeği var. Boşa gitmesini istemedim. İçim acıdı.” “Hıı, demek öyle, böyle saf düşüncelerin var demek. O zaman ben seni hiç tanımamışım demek. Çok sevdim bunu. İnce düşünce.” “Bavulda ne var?” “Sır.” “O da ince bir şeydir.” Fatih’in içine kötü bir his düştü. Sigaralar yüzünden başı belaya girerse: Evi polis basarsa ve sigaraları bulursa? Biri onu görmüşse? “Ya bak Fatih… bizimkilerle aram iyi değil. Boş durup arkadaşlarla takılıp başıma bir iş gelmesinden korkuyorlar… Bu yüzden babam çaktı… Gel senle babamın iş yerinde takılalım… Para kazanırız.” “Babanın işi ne?” “İnşaat malzemeleri satıyor…” “Olur. Çalışırız güzel güzel. Benim de bir işe ihtiyacım vardı.” “Güzel çalışmak ha. Yok be! Sık sık benim bisikleti alıp dolaşırız. Sahile inip denize gireriz.” “İş zor olmasa gerek.” “Depoda olacağız. Çimento yüklenecek kamyona, kireç filan…tuğla… sen ne diyorsun.” Fatih bavulu aldı ve aracın arka koltuğuna attı ve kendisi öne bindi. Araç gazladı. “Söylesene birader, bavuldaki sır nedir?” “Sonra açıklarım.” “İyi.” Emre aracı deniz kenarına sürdü. Müzik açtı. Romantik müziğin etkisiyle Fatih düşüncelere daldı. Ayla’yı elde etmek için kendini ne kadar çok zavallı durumlara düşürmüştü. Emre olayı çakmasın diye ne kadar titizlenmişti gizli gizli, sinsi sinsi. Sonunda Emre’yle ilişkisi tükenince şıp diye düşmüştü önüne Ayla. Sudan çıkmış balık gibi, teselli ararken, sıkıntılı günlerini acısını yok edecek bir omuz ararken. Emre’nin dediklerini düşündü: ““Bana bir şey olmazdı; ama o kötü olurdu. İşler kötü gidince; ‘bana bunu yapamazsın, çekip gidemezsin öyle, ben seninle evlenmeyi düşünüyordum, beni kandırdın, hayallerimi çaldın’ diye zırlar, nefret ederdi benden. Beni kötü biri olarak damgalardı ruhunda. Bu hayatta arkanda yaralı kimseyi bırakmayacaksın. Yoksa işin bitiktir.” “Şu bavulda ne olduğunu söyleyecek misin, meraktan çatladım!” “Özel bir şey.” “Bu lanet bavulda ne var?” Aracın farları yolun kenarındaki kırmızı mini etekli kıza değdi. “Şu gösterişli kızın bu saatle işi ne burada? Kesin iştir!” dedi Fatih, heyecanla. Emre şakasını yaptı: “Alalım o zaman bakalım nedir. Paran var mı?” “Yok.” “O zaman pisleşmeyeceksin. Senin benim gibi sorunları olan bir insan işte. Hayat kafasını dağıtmış belki insanlar kalbini kırmış ve tek başına dolanıp kafasını toparlamaya çalışıyor. Düzgün konuş.” Pencereyi açtı Fatih: “Hey, bayan?” Kız başını çevirdi. Ayla’ydı bu! Gözleri yaşlıydı. Ayla eğilip aracın şoför mahalline baktı, Emre’yle göz göze gelince kahkaha attı deli gibi. Fatih, araçtan çıktı hemen: “Neden ağlıyorsun aşkım, sana biri kötü bir şey mi yaptı? Bu saatte işin ne burada? Delirdin mi?” Ayla pis pis baktı, dedi ki: “İyiyim. Bir erkek arkadaşımın evindeydim. Birkaç bira içmiştim, kafam iyiydi. Sen buluşmaya gelmeyince de berbat hissetmiştim. Sohbet ederken yakınlaştık. Bunu yaptığım için çok pişman oldum. Ondan ağlıyorum.” Fatih, tokadı yapıştırdı. Ayla’nın başı bir tarafa savruldu, öne eğildi, gık çıkarmadı, ve birden başını kaldırıp gülmeye başladı, sonra bağırarak dedi ki: “Sevmezsen severler işte! Şlap şlap şlap! Hatayı kendinde ara, pislik!” Fatih, bir tokat daha attı ve Ayla yere yapıştı. Ağlıyordu oturdu yerde: “Yalan atmıştım; pislik! Kıskanç köpek! Başka bir erkek söz konusu olunca hemen o işi yaptığımı düşünüyorsun. Ben yanlış bir şey yapmam, ben namusluyum. Hiç sevmiyorsun beni. O da hiç sevmedi beni, gerçekten sevmedi. Buluşmaya geldiğin, arayıp sorduğun yok. Babam hiç yüzünden biriyle tartışmış ve adamı bıçaklamış, adam yoğun bakımda. Adam ölürse babam çok ceza alırmış. Bugün yeterince sorunum var. Eski aptal sevgilimle ne halt yapıyorsun; yoksa evlenmeye mi karar verdiniz; bilemedim gitti! Cehennemin geri dönülmez yerine gidin ikiniz de!” İkisi de Ayla’ya bir şeyler söyleyip sakinleştirmeye çalıştı, Ayla sakinleşti ve araca binmeye ikna oldu. “Ben yanlış bir iş yapmam. Ben asla yalan söylemem, ben dürüstüm. Beni iyi bir kızım.” Fatih ve Emre tek kelime etmiyordu. Ayla, hiçbir şey olmamış gibi yatıya kalmaya son anda vazgeçtiği sırdaşı Jale’den, komik şeylerinden bahsederek gülmeye başladı, tek gülen oydu. “Bu bavulda ne var?” dedi Ayla, “yoksa birini öldürüp içine mi tıktınız?” Güldü. Bavulu daha öteye gitti. “Pis bavul! Sivri kenarı acıttı. Ben de diyorum bu acı nerden kaynaklı?” “Emre, sağ yap” dedi. Fatih. Yolu tarif etti: “Hızlı sür şunu, bir yanlışlıktan kurtulmam lazım.” “Ne oldun birden, pirelendin?” “Bavulda ithal sigaralar var. Çöpün yanında buldum. Belli ki biri soymuş marketin birini.” Emre aracı daha süratli sürdü. Malum yere yaklaşmışlardı. Emre aracı geride durdurdu. Çevre emniyetli görünüyordu. Fatih araçtan fırladı. Bavulu çöpün yanında açtı, çuvalı aldığı yere bıraktı. Koşarak araca döndü. Emre aracı yürüttü. Müzik açtı. “Şimdi nereye gidiyoruz?” dedi Emre.” “Köyüme doğru sür.” dedi Fatih. “Kasketi niye attın? Onu sevmiştim.” “Boş ver.” “Yok; onu dönüp alalım.” “Ama adamların bizi patakladığı yerde.” “Olsun.” Emre aracın yönünü değiştirdi. Gençlerin arasında yepyeni bir enerji yayılmış, bir koyu sohbet başlamıştı. Pazar günü plajda kızlara karşı erkekler voleybol maçı yapmayı planladılar. Üçünü de yıprattığı için o aşk saçmalığından söz etmiyorlardı. Böyle huzur vardı. Kimsenin kalp kırıklığı yoktu. İsa Kantarcı
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |