Bilinç ruhun sesidir, tutkular ise bedenin. -Rousseau |
|
||||||||||
|
*** Javier Marías’ın “Yarınki Yüzün” başlıklı üçlemesini okudunuz mu bilmiyorum, onun bir de son cildi olan “Zehir, Gölge, Veda” kitabını da okudum bitirdim şimdi… Yazar, ilk ciltten itibaren olduğu gibi bütünlüklü üslubundan taviz vermeden yine kendisiyle ve dünyayla kavga ediyor, yetmiyor dalgasını geçiyor, yetmiyor beni de kendini de yoruyor, bazen sarsıyor! İnanın kitap bitene kadar insanı hiç mi hiç rahat bırakmıyor… Tam 512 sayfalık bir kitap! Metis yayınlarından çıkmış, çevirisini Özge Duygu isminde bir kardeşimiz yapmış ve ben gerçekten çok beğendim bu kitabı. Çünkü, yıllarca emek verilmiş, üzerine düşünülmüş, incelikle tasarlanmış. Hani “nehir romanları”nı okuyanlar bilirler, okuyucular da bu kitabı okurken yazarı gibi bir yol haritası çizmeli kendine. Çünkü hikâyelerin de onları yazanlarla okur arasında şekillenen ortak, tuhaf bir kaderi var bence. Javier Marías’ın “Yarınki Yüzün” üçlemesinin ilk cildini okuduğumda yazarla ilk kez tanışmıştım. Bu yüzden bu kitabı öyle karşı bir önyargı beslemeden alıp okudum. Hem de iki günde! Gerçekten eserin keskin bir dili, iç içe geçen hikâyelerle derinleşen kurgusu bir okur olarak bana bu kitabı bitirmeden kalkmama sorumluluğu yükledi. Zehir, Gölge, Veda’yı okurken dönüp ilk kitaba dair aldığım notlarıma bakmak, unuttuklarımı yeni tecrübeler, bilgiler ışığında anlamama yardımcı oldu. Bana kalırsa bu hacimli romanların (toplamda bin beş yüz sayfa kadar) meselesi kendi merkezini zorlayan inatçı bir pergel gibi hep aynı ‘takıntılara’ işaret ediyor oluşudur… Marías, kitabın daha en başında şu cümlelerle okuru karşılıyor: “İnsan asla hiçbir şey anlatmamalı, bilgi de vermemeli, hikâye de aktarmamalı; hiç var olmamış, yeryüzüne ayak basmamış, dünyayı dolaşmamış ya da bu dünyadan geçmiş ama tek gözü kör, kararsız unutuşa gömülerek yarı yarıya kurtulmuş varlıkları da insanlara hatırlatmamalı.” diyor… Biraz küstah, azıcık geveze ve o kadar da gerçekçi Peki, neden yazılması, çevrilmesi böylesine meşakkatli olan bu üçlemeye, hikâye etmenin imkânsızlığını ve aynı zamanda kıymetini anlatmış sizce yazarımız? Bu sorunun cevabını da yine kendi anlatısında izah etmiş: “Anlatmak her zaman bir armağandır, anlatılan hikâye zehir taşısa ve saçsa bile, aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er geç ihanete uğramayan güven ise nadirdir.” İşte ben O’na bu cümleleri söyleyemedim… Marías, okuru memnun etmek, ona ‘hoşça’ vakit geçirtmek için kalemini eğip büken yazarlardan değil bence. Hatta iyi ki de değil. Bugün eserleri milyonlarca satan, kırktan fazla dile çevrilen bu yazar, biraz küstah, azıcık geveze, bir o kadar da ‘gerçekçi’, oldukça alaycı tavrıyla çağdaşlarından ve geleneksel İspanyol edebiyatının önde gelen isim ve konularından ayrılıveriyor. Onu diğerlerinden farklı kılan tekrara düşmemesi, ayrıntılarda boğulmaması insanın zaaflarını anlatma tutkusu sanırım… Yarınki Yüzün’ün ilk cildinde insanların iç seslerini hissedebilen gizli servis ajanı Deza’nın vaktiyle sevdiği karısından uzaktaki ‘sürgün’ hayatı onu dünyaya yabancılaştıran sert kabuğuyla anlatılıyordu. Yazar, babasının hapis yatmasına sebep olan Franco rejimini, darbeleri, savaşları sorguluyor; siyaseti ironik bir dille tartışıyordu. Hiç bitmeyecekmiş gibi tirelediği, noktalı virgüllerle ayırdığı cümleleriyle hayallerini, düşüncelerini çoğaltıyordu. Bir yıl sonra üçüncü cildi okurken bu tavrındaki inatçı devamlılığı fark edince roman sanatındaki zanaatın karşılığını da daha iyi idrak ettim. Aynen başlangıçta olduğu gibi bütünlüklü üslubundan taviz vermeden yine yoruyor, sarsıyor, itiyor, çekiyor, kendisiyle ve dünyayla kavga ediyor, dalgasını geçiyor, hırpalıyor, kızdırıyor ama biz okurları hiç rahat bırakmıyor… Marías, romancılığının yanı sıra çevirileri, biyografileri, denemeleri, Amerika’nın önemli üniversitelerinde verdiği edebiyat dersleri ve El Pais’deki haftalık yazılarıyla da tanınıyor. O röportajlarından birinde, romanın bildiğimiz ‘gerçekler’ karşısında çocukça kaldığından bahsediyordu. Edebiyat sadece uydurulan hikâyeleri anlatmalıydı. Ancak tıpkı bu romanların kahramanının babası gibi kendi babası da Franco rejiminin baskıları nedeniyle tutuklu kalmış ve zor yıllar geçirmişti. Kitapta dolaşan kahramanların pek çoğuyla başka ortak özellikler de taşıyor Marías. Yani o da diğer Latin Amerika ve İspanyol edebiyatçıları gibi gerçek kişileri kurgusal karakterlere dönüştürüyor. O halde neden ısrarla edebiyatta hayatı olduğu gibi anlatmaktan ziyade düşlemenin zorunluluğundan bahsediyor olabilir hırçın yazarımız? Bunun cevabını da yine üçüncü ciltte, insanların ‘yarınki yüzlerini’ tahmin etme görevini sürdüren Desa, ölümün katı gerçekliğini yine hikâye etmenin erdemiyle ancak onu estetize etmeden veriyor: “Bazıları dünyanın anlatıldıkça döndüğüne, olayların anlatıldıkça var olduğuna inanır; oysa olayları, en azından belirli olayları, yani tek tek her insanın başından geçenleri anlatma zahmetine katlanacak birinin çıkması pek düşük ihtimaldir. Olayların pek çoğu olup biter, kayda geçmez; bizim kulağımıza gelenler, olanların inanılmaz derecede küçük bir yüzdesidir. Hayatların ve elbette ölümlerin çoğu zaten başlangıçtan itibaren unutulmuştur ve en ufak bir iz bile bırakmazlar ya da kısa bir sürenin, birkaç yılın, birkaç on yılın, bir yüzyılın sonunda unutulurlar; senin de bildiğin gibi bir yüzyıl aslında çok kısa bir süredir”. Edebiyatla hayatları değiştirmek Marías’ın üçlemesini okumak kabul edelim ki öyle kolay bir iş değil demiştim. O, bu yüzyılda yaşayıp hatırlanmanın iklimini kendi diline tercüme ediyor. Deneme, hikâye, roman, felsefi makale, yeniden tarih yazımı gibi farklı anlatı türlerinin bileşimi olan Yarınki Yüzün klasik roman okurlarını biraz yoracağını rahatlıkla söyleyebilirim. Ama hakkıyla anlamak, sindirmek için emek verebilenler bu son ciltte, reddetmesine rağmen bir yazarın ‘ölümsüz’ olmak isteyen güçlü sesini duyacaktır kuşkusuz. Onlar da tekinsiz Madrid sokaklarında dolaşan kahramanı Desa gibi başkalarını anlatarak kendilerini daha iyi kavrayacak muhtemelen de: “Dünya böyle, derdi birçok olay ve durum karşısında: İhanet ve sadakatle, endişe ve kalp çarpıntısıyla, ani değişimler, baş dönmesi, bocalama, azap ve istemsiz belalarla, sıyrık, ıstırap, ateş ve onmaz yarayla, dertlere ve hepimizin irademiz tarafından yönetildiğimiz, en azından irademizin müdahale ettiği zannıyla attığımız sonsuz adımlarla karşılaştığında…” sözleriyle tasdik edecektir. Javier Marías, “Ben hayatını düşlediği ve yazdığı için hayatı zenginleşen ya da kınanan ne ilk yazarım ne de son olacağım.” demiş bir konuşmasında. Bu mütevazı cümlelerine bakmayın siz onun. O edebiyatın başkalarının hayatını da nasıl değiştirebileceğini iyi biliyor da söylemiyor kerata! Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |