Yaşam kısa, sanat uzun, fırsat aceleci, deney aldatıcıdır. -Hippokrates |
|
||||||||||
|
O günleri, elimizdeki bilgilerin aydınlattığı kadarıyla yorumlamaktan başka çare yok. Neyse ki, yeni gelişmeler görüntünün biraz daha netleşmesine yardım edeceğe benziyor. Mesela, bazı Ermeni vatandaşlarımızın yazdığı kitaplar ve internet siteleri üzerinden yaptığı yayınlarla gündeme getirilen “Gizli Ermeniler” meselesi gibi. Halbuki 1800’lerin başında aynı Ermeniler “millet-i sâdıka” namıyla anılırdı. Eskiden gizlilik denilince sadece Sabataycılar hatırlanırdı. Şimdi Ermeniler de eklendi. Yeni ihtimalleri göz önünde bulundurarak “Gizli Gayr-i Müslimler” demenin daha uygun olabileceğini düşünürken, hayalim ergenlik dönemlerime götürdü beni… Ortaokullu yıllarım da oturduğumuz mahallede Ermeni vatandaşlarımız da yaşardı. Yaşıtlarımız arasında tabii olarak Ermeni akranlarımız da vardı. Arpiar’le kafam çok iyi tutardı. Sessiz, sakin bir o kadar da cömert bir çocuktu. Bu yüzden yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Annesi Ohanna teyze çok becerikli bir kadındı ve dikiş makinasını çok iyi kullanırdı. Adeta mahalledeki tüm gömleklerin yakasını o diker, dikiş nakış öğrenmek isteyen Müslüman Türk kızlarına da yanına çırak gibi alır evinde iş yapmasını öğretirdi. Hususiyle Anadolu’dan göç etmiş çoğu ailelerin çocukları Ohanna teyzeden dikiş öğrenen kızlarını bir “Singer” makineyle ödüllendirerek, fason işlerle geçimlerini rahatlatmaya çalışırlardı. Ve kimsenin aklına kötülük denilen o sinsi duygu gelmez, hayat insanca gelişen ilişkilerin sıcaklığında su gibi yatağında akar giderdi. Elinden düşmeyen sazıyla mahallenin neşesini tamamlayan Yervant abiyi unutmam mümkün değil. Açık sözlü, edepli, terbiyeli ve açık yürekli bu abinin çocuklarına verdiği isimler yadırganınca, “Fransa’ya gitmek istiyorum da daha kolay kabul etsinler diye orada bulunan iki nehrin adını verdim” demişti. Avrupa’ya kapağı atabilmek için İşçi Bulma Kurumunun kapısında bekleyen binlerce vatandaşın hayali gibi gelirdi Yervant Terziyan’ın sözleri bana. Fransa’nın Ermeni meselesine ve Güneydoğuya ilgisini fark edecek yaşta değildik tabii o zamanlar. Ortaokul birin birinci döneminin sonlarına doğru şaşırtıcı bir bilgiye ulaştım. Yıllardır aynı sıraları paylaştığım Hayri de Ermeni’ymiş. Sonra içime bir soğukluk düştü ve acayip bir şekilde Hayri’den soğuduğumu hissettim. Bütün duygularım karmakarışık olmuştu. Arpiar’a duyduğum yakınlığı Hayri’ye karşı duyamıyor, hissedemiyordum artık. Daha sonra Adana’ya taşınınca Müslüman isimleriyle anılan pek çok tüccar gördüm. Yazıhanelerinde ayetler ve İslam sanatlarının şaheserlerinden seçilmiş tablolar duvarların başköşelerinde asılı dururdu. Ermeni, Yahudi, Rum ya da Süryani tüccarların bu davranışı ticaretin bir cilvesinden başka bir şey değildi. *** Şimdi elimdeki bilgilere bakıyorum ve hayatın tabii akışında kurulan sıcak ilişkilerle ona farklı açılardan müdahale edenlerin “kurgusundan” doğan kabalığı ayırt etmeye çalışıyorum. En azından gizlice çocuklarını dedelerimize emanet eden komşuların güveni ile Müslümanları ahırlara doldurup yakanların vahşetini karıştırmamak için uğraşıyorum. Önümde Kemal Yamak Paşa’nın anıları var. Gözüm şu cümleye takılıyor: “Psikolojik harekât bir destek harekâtıdır. Eğer desteklenecek bir harekât yoksa daha ileri gitmek bazı kozları yok eder.” İyi de desteklenecek bir harekât yoksa ne yapmak lazım? Yamak Paşa’nın teklifi tam olarak şöyle: “Faaliyet sürdürülecek, ulaşılan seviye korunup geliştirilecek ve emre hazır tutulacak.” “Anlayışsız Türkler” sözüne tekrar dönüyorum… O günlerde İngilizler batıdan, Ruslar da doğudan üzerimize geliyor. Fransa ve İtalya güneyden topraklarımıza girmiş. Balkanlardan inen eski tebaa ile Yeşilköy’de anlaşmalar yapmışız. Aynı medeniyetin farklı milliyetlerden oluşan parçaları elde ettikleri maddi üstünlükle bizim medeniyetimizi tasfiye etmek ve topraklarımızı paylaşmak için harekâtı çoktan başlatmış. Bu harekâtı desteklemek üzere psikolojik boyutlar da devreye alınarak maksuda erilmiş… “Milliyetçi”lik propagandası içimizdeki farklı etnik yapıların ayrılık isteğini tetikliyor. Rumlar İngilizlerin yedeğinde Batıdan ilerlerken, Ermeniler de Rusların yedeğinde doğuda olmadık mezalime imza atıyor. Mazlumlarsa Türk’üyle, Kürt’üyle, Çerkez’iyle bütün Müslümanlar… Yani “anlayışsızlar”… Başkalarının inisiyatifinde ortaya çıkan gelişmeleri takip edebilmek için kah sağa kah sola dönmekten kurtulup da yol almayı beceremeyenler… Allah’tan Rusya’nın yaşadığı ihtilalle, İngilizlerin de başka sebeplerle ileri harekâtı durma noktasına gelmiş. Arkalarındaki kuvvet çekilince bize “idraksiz” diyenler Müslüman görünerek kendilerini gizlemiş. Biz de fırsatı iyi değerlendirip, bağımsızlığımızı yeniden perçinlemişiz. Kurtuluş Savaşı ile de onların durmaya yüz tutmuş olan ileri harekâtlarının baskısını kırmışız. Ama nedense 30 Ağustos’la gelen zaferin, bizim ileri harekâtımızı tetiklemesi sağlanamamış. Düşmanlarımızın tersyüz olmuş durumlarına rağmen psikolojik harekât hamlelerinin vehmi altında ezilmeye devam etmişiz! Şeyh Said isyanını da Menemen olayını da İngiliz piyonlarına bağlayarak açıklamaktan kendimizi alamamışız… “Yedi düvel” karşısında kazanılan zaferin, milleti daha büyük hedefler doğrultusunda coşturmak için neden kullanılamadığı araştırmaya değer bir konu olarak duruyor. Hem de Kurtuluş Savaşı’ndan kısa bir süre sonra her taşın altında aradığımız İngilizlerin ve onlara ilaveten Fransız ve Rusların başı, Hitler ve Mussolini ile belaya girmiş olmasına rağmen!.. İşin acı tarafı, gayr-i Müslimlerin ağzından düşürmediği “Etrak-ı bîidrak” sözü kendi elitlerimiz tarafından kendi milletimize reva görülmeye başlanmıştır artık. “Nerede hata yapıyoruz?” sorusu ise asla sorulmamaktadır. Aksine millet, yenilikleri algılamaktan aciz görülmekte ve mürteci, mandacı, gerici, bölücü kavramları üzerinden kendisine kesilen faturaları ödemek zorunda bırakılmaktadır. (*) Bu yaklaşımın, ülkemizin aleyhinde sürdürülen psikolojik harekâta yaptığı katkı da araştırılmamış konulardan biridir. *** Birinci Körfez Savaşı’nın ardından yeni bir dönem yaşanıyor. ABD hem Doğu Bloku’ndan boşalan alanlarda hem de Ortadoğu coğrafyasında yeniden yapılandırma faaliyetlerini başlattı. Brzezinski’nin dediği gibi “gerekirse aynı anda iki veya daha fazla cephede birden savaşarak gücünü gösterme” tarzını siyaset olarak benimsedi. Uygulamasını da Irak ve Afganistan’a girerek yaptı. Tabii ki, psikolojik harekât da bütün unsurlarıyla çalışmaya başladı. Tezkere, çuval ve kırmızı çizgiler gibi olaylarla, gelişmelerin etkisini biz de ülke olarak derinlemesine hissettik. Aslında 90’lı yılların sonuna doğru ABD’deki düşünce kuruluşlarında Türkiye’ye dair ‘düşük yoğunluklu savaş senaryoları’nın tartışıldığı medyada yer almıştı. Aynı yıllarda Türkiye’de ise bölücü terörün belinin kırıldığı açıklanarak, irtica tehdidi üzerinde yoğunlaşılıyordu. Terör örgütünün beli kırıldığı açıklandıktan sonra örgütün etkilediği insanları kazanmaya yönelik tatmin edici çalışmalar yapılmış mıydı? Bu soruya rahatlıkla “evet” demek mümkün değil. Diğer taraftan 28 Şubat kararlarıyla irticaa yönelik bir dizi tedbir alınıp uygulamaya da konuldu. Peki problem bitti mi? Maalesef! Terörün üstesinden gelindiğini söyleyenler şimdi Filistin vakasının benzeriyle karşı karşıya bırakılmak istendiğimizi açıklıyor. Yani daha dün Kıbrıs’ta aynı devlet, aynı vatan ve aynı mukaddesat için omuz omuza çarpıştığımız kardeşlerimizi kanlı örgüt bize karşı ayaklandıracak! Beli kırılan, elebaşı yakalanan örgüt bunu nasıl başardı? (!..) İlginç olan taraf, şimdi dikkatler örgüte değil, halka çekilerek Türk-Kürt kavgası kızıştırılıyor. “Halk yapar mı ki”, diyorsanız, Yamak Paşa’nın naklettiği psikolojik harekâtla ilgili şu cümleye bir göz atalım: “Onlara ne yapmaları gerektiğini söylemek gerekmez. Nasır’ın dediği gibi, halk yığınlarını gerekli davranışlara itecek psikolojik şartları oluşturmak yeter.” Bu arada gizlenen gayr-i Müslimlerden kimi bıktığı için, kimi de Ortadoğu’ya inen kuvveti gördüğünden kimliklerini açıklamaya başladı. Bazıları da gerçekten Müslüman oldu. Bazı Türkler bu durumu hızla Hıristiyanlaştırıldığımıza yorarak bağırıyor. Türkiye Cumhuriyet’i Devleti’nin sigortası olan Devlet Bahçeli’nin açıklamasından sonra aklıma bir sürü konu ve düşünce geldi. Notlarımı derledim ve sizlerle bunu gönül gönüle paylaşmak istedim. Zira, bugün o bazı Türklerin düşman haline gelmiş anasırı, millet-i sadıka yapan ruhun peşinde… Ortadoğu’yu yeniden “Binbir Gece Masallarının Ülkesi” yapabilmek için harıl harıl çalışıyor. Misyonerlerin emperyal amaçlarla yaptığı faaliyetlerin etkisini, objektif olarak araştırmak da gene bana düşüyor… Kalın Sağlıcakla… (*) Kemal Yamak Paşa’nın babasının 1940 yılında oğlunu askerî okula gönderirken verdiği nasihat milletin vicdanından yükselen sesin tercümanı olarak anılmalıdır. (Gölgede Kalan İzler, Kemal Yamak, Doğan Kitap, s.34)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |