Yedi iklim dört köşeyi dolandım / Meğer dünya her tarafta bir imiş. -Dadaloğlu |
|
||||||||||
|
"Küreselleşme" adlı makalenizi İzEdebiyat sitesinde okudum ve makalede geçen görüşlerinize yönelik eleştirilerimi de sizinle paylaşmak istedim... Öncelikle metodunuz ekseninde bir kaç şey söylemek istiyorum. Toplumların gelişim seyri, dinamikleri ve en genel ifadeyle hareketleri, bugün, bilim dallarının konusu durumundadır; dolayısıyla bu alandaki çalışmalar belli bir bilimsel çerçeveye-çizgiye sadık kalmak zorundadır. Çalışmalarımızda, soyutlamalarımızı yada teorik belirlemelerimizi çeşitli olgularla beslemeli, özellikle istatistik verilerle bu saptamalarımızın altını doldurmalıyız. İzninizle, eleştirinin anlaşılır olması açısından ve ifadelerinizin bütünlüğü bozmamaya özen göstererek alıntılar yapmak istiyorum. Makalenin hemen başında iki belirlemeniz var: "...Dünyanın gittiği yer tek devlete doğru. Küreselleşme denen şey gerçekleşiyor. Bundan kaçınmak mümkün değildir." Sizce böyle iddialı tespitlerin verilerle aydınlatılması, altının doldurulması gerekmez mi? Küreselleşme örneği olarak verdiğiniz Avrupa ülkelerinin birlik eğilimleri bile ülkelerin kendi ekonomik tekellerinin çıkarlarını savunmada bir platform durumunda, sözgelimi Fransa ve Almanya kıtanın en gelişmiş ülkeleri olarak Birlik kararlarında söz sahibi olmaya çalışıyor ve pazarların paylaşımında kendi çıkarlarını diğer ülkelere dayatıyor. Aynı şekilde dünyanın diğer bölgelerine kuvvet kullanımı da daha çok bu güçlü ülkelerinin çıkarları doğrultusunda yapılıyor. Eğer Avrupa'daki küreselleşme sürecinin homojenliğini teslim etsek bile, bu sürecin diğer dinamikleri olan ABD Japonya ve yeni yeni boy göstermekte olan Çin arasındaki ve bütün bunların AB ile arasındaki çelişkileri nasıl açıklarız? Yazınızda küreselleşmenin tam bir tanımlaması yok fakat başlangıcı olarak ailenin ortaya çıkmasını koyuyorsunuz. Bildiğiniz üzere aile kavramı çeşitli toplumsal sistemlerde (İlkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplumsal sistemleri.) farklı içeriğe sahip olmuştur. Eğer sizin bahsettiğiniz aileyi, ilk ilkel yaşam formalarının ifadesi olarak alırsak küreselleşme kavramını kesinkes yanlış kullandığınız sonucuna varırız: Küreselleşme siyasal bir kavramdır ve 90'ların sonundan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Küreselleşme, 90'larda sosyalist ülkelerin çözülmesinden sonra, kapitalist sistem ülkelerinin ve başta ABD'nin ortaya koyduğu bir konsepttir. Bu süreç aynı zamanda, zamanın devlet başkanı Bush'un ifadesiyle Yeni Dünya Düzeni olarakta ifade edilmektedir. Bu noktada, küreselleşmenin kapitalist ülkelerin bir genişleme ve pazar hakimiyeti politikası, stratejisi olduğunu kabul edersek, sadece ve sadece nesnel toplumsal hareketler için geçerli olan "kaçınmak mümkün değildir" önermesini bir yana bırakmamız gerekir. Küreselleşme bir ekonomi-politikadır ve alternatifleri mümkündür fakat bugün, bir an sorunu olarak, alternatiflerinin olmaması ayrı bir tartışma konusudur ve yukarıda belirttiğim gerçeği değiştirmez. Eğer küreselleşmeyi tanımladığımızı kabul edersek başlangıç koşulları olarak belirttiğiniz ailenin doğuşu sorununa dönebiliriz. Ailenin doğuşu veya insanın en ilkel biçimde de olsa dayanışmaya, işbölümüne ve aile anlamında örgütlenmeye gitmesi, belirttiğiniz gibi küreselleşmenin değil sosyalleşmenin başlamasına işaret eder. Kavramları doğdukları koşullardan ve o pratik içerisinde yüklendikleri anlamlardan koparıp gelişigüzel kullanamayız. Sözgelimi işçi kavramı kapitalist düzende üretim araçlarına sahip olmayan ve ücret karşılığı emeğini emek pazarında satan kişiye denir. İşçi aynı zamanda emek harcayan biri olarak, emeğe dayalı geçim tarzı olan birisi olarak aynı zamanda emekçidir. Fakat her koşulda emekçi, mesela feodal düzende toprak beyine çalışan toprağa bağlı serf işçi olarak tanımlanabilir mi? Şüphesiz hayır. Bu anlamda insanın sosyalleşmenin başlangıcıyla küreselleşmenin başlangıcını karıştırmamamız gerekir. Bu konuyu geçmeden bir şeye daha, spottaki ifadeye değinmek istiyorum: "Ancak Avrupa Birliği damdan düşmedi. Avrupalılar yüzyıllarca birbirleriyle savaştılar. Sonunda savaşmazlarsa daha iyi olacağını anladılar." Öncelikle sormak istiyorum, savaşmanın, ülkeler arası mücadelenin tek biçimi askeri midir? Bugün, gelişmiş ülkeler arasında süre giden, hatta birliklerine bile damgasını vuran nüfuz mücadelesi önceki savaşların gelişmiş bir hali değil midir? Ayrıca bundan sonra bu ülkeler arasında bir savaşın olmayacağını nasıl garanti edebiliriz? 1.Dünya Savaşı dünya pazarlarının gelişmiş ülkeler tarafından paylaşılması ekseninde gerçekleşti. 2.Dünya Savaşının temel nedeni ise, yeni gelişen ve mevcut paylaşım durumuna karşı çıkan ülkelerin (İtalya, Almanya...) pay kapma mücadelesiydi. Peki bugün mevcut paylaşım durumuna bütün ülkeler razı mıdır yada bundan sonra bir anlaşmazlık çıkmayacak mıdır? Askeri ve ekonomik gücünü sürekli olarak geliştiren Çin ve Japonya bir dünya savaşına neden olamaz mı? ve daha bir çok olasılık kesinkes imkansız mıdır? Görüyoruz ki savaş bitmemiştir bugün içten içe beslenmektedir ve zamanı gelince de gerçekleşecektir. Küreselleşme süreci, kelimenin tam anlamıyla savaş üzerine inşa edilmektedir. ABD' hegemonyasına karşı NATO dışında kendi askeri gücünü AGSK bağlamında oluşturmak isteyen AB'nin bu hareketinin başka bir değerlendirmesi de olamaz. Ayrıca antlaşmaları da savaşlardan ayrı düşünemeyiz. Her antlaşma bir savaştan kaçınma yoludur ve sonunda birleşerek yada saf tutarak bir başkasına baskı kurmaktır. İkinci paragrafınızda küreselleşmenin devlet ve demokrasiyle ilintili olduğunu ifade ederek özet bir tarih görüşü sunmuşsunuz. Tarih görüşünüz, kanımca, bilimsel olmaktan uzaktır. İnsanın ilk örgütlenme biçimi ilkel komünal topluluktur. Herhangi bir sınıflaşma dolayısıyla devlet belirtisi olmayan bu formda temel birleştirici etken ne kan bağı ne de henüz gelişmemiş dil dir. Temel itki, tek tek üyelerin doğa koşulları karşısında çaresiz oluşu ve dolayısıyla kabile biçiminde dayanışma örneğidir. Bu form ilkel aletlerin, barınma ve avlanma koşullarının oluşmasıyla geçerliliğini yitirmiş ve farklılaşmıştır. Kabileler içinde belli ailelerin zamanla yönetimde söz sahibi olmasıyla ve yeni nesline bırakabileceği imkanlar olmasıyla kan bağı önem kazanmıştır. Dil birlikteliği kan bağının yetersizliğinden değil, üretimin gerekliliğinin koşulu olarak ortaya çıkmıştır ve tek bir formda kan bağı, dil, din ve siyasi birlikteliklere rastlamak mümkündür ve zaten hepsi farklı tarzlara tekabül etmektedir Ulus-devlet (Sizin tabirinizle milliyetçi devlet) kapitalizmin ortaya çıkmasıyla, ulusal pazarların gereksinmesiyle ortaya çıkmıştır ve demokrasi -burjuva demokrasisi- de bu sürecin bir parçasıdır. Ulus-devletin, burjuva demokrasinin ve bütün bunların genel ifadesi olarak kapitalizm, savaşların sona ermesi şöyle dursun, tam da savaşlar üzerinde kurulmuştur. Örnek olarak verdiğiniz İngiltere ve Fransa tarihleri bir çok ulus-devlet tarihleri gibi savaşlardan ibarettir. Pazar kavgaları modern ulusların kültürlerini, tarihlerini belirleyen temel unsurdur. ABD gibi gelişmiş kapitalist ülkeler diğer ülkeleri sermaye yada askeri olarak fethederken evet çok ulusludurlar ama iş kendi pazarlarının paylaşımına geldiğinde, gümrük kotaları ve savunma konseptleriyle kesinkes ulus-devlettirler. Zaten ulus olmadan uluslararası nasıl olur? Güncel olarak Manhattan faciasından sonra ABD'nin dünyanın diğer bölgelerini kasıp kavurması en keskininden bir ulusal refleks değil midir? Yazınızın temel tarih anlayışı olarak büyüğün küçüğü yutması olarak ifade edebileceğimiz ve aslında kaba (Vülger) darwinizm olarak bilinen, bugüne dek faşist ideolojilere esin kaynağı olmuş anlayış, Türkiye'nin durumunun açıklanmasına gelince çelişkili bir durum yaratmıyor mu? Mantık silsilesi içinde, Türkiye'nin de büyük devletler tarafından yutulması gerekmez mi? Ve bu durumda Türkiye'nin eşit şartlarda hayatta kalabilmesi yada küreselleşmeyi kendine uygun bir şekilde kabul etmesi nasıl mümkündür? Hangi dinamiklere dayanarak bunu yapacaktır? Ayrıca Türkiye'de dönüşümün sivil toplum örgütleriyle yada yerel yönetimler ekseninde yapılması merkezi siyasal iktidara ve bunun beslediği çıkarlara aykırı değil midir? Bu iktidar sorunu nasıl çözülecektir? Sonuç olarak, aslında kelime anlamıyla bile bir aldatmaca olan, tek taraflı bir hareketi, küçük yada pre-kapitalist ülkeleri sermaye bazında işgal etmeye yönelik bir hareketi, hep beraberce yapılan bir süreçmiş gibi gösteren küreselleşme, kesinkes bir politika, volantirizm yüklü bir kavramdır. Bu anlamda verili koşullar şiddetli bir mücadeleyi dolayısıyla birileri için genişlemeyi birileri için ise yokolmayı gerektirmektedir. Türkiye bu iki yanlıştan -başka ülkeler üzerinde nüfuz sahibi olma yada yokolma- herhangi birisi dışında seçeneğe sahip değil midir, bunun irdelenmesi gerekir. Aldığım mektubu okudunuz. Şimdi benim bu mektuba yanıtım. Mektubu yayınlamak için izin istedim olumlu yanıt aldım. Arkadaşın ismini yayınlamıyorum. Belki istemez diye düşünüyorum. Merhaba, Yazımı okuduğunuz, üzerinde düşündüğünüz ve böyle detaylı bir şekilde bana yazdığınız için içten teşekkürlerimi sunarım. Öncelikle söylemeliyim ki aslında birçok konuda aynı şeyi düşünüyoruz. Sizin toplumun gelişmesi ile ilgili yazdıklarınızı ben de öğrenci iken ve bugüne gelene kadar bol bol okudum. Terminolojide bazı farklılıklarımız olabilir. Örneğin küreselleşme deyince ben tek dünya devleti anlıyorum. Küreselleşmeyi parçalılıktan bütünleşmeye gitme olarak da tanımlayabilirim. Yazımda da o şekilde kullandım. O bakımdan Bush’un ne söylediği beni çok fazla ilgilendirmiyor. Bu sözün 90lı yıllardan sonra kullanılmaya başlandığını söylüyorsunuz. Biz 70li yıllarda dünya vatandaşlığından söz ederdik. Yazımın sonuna Ağustos ayı 1984 yılında yazdığım bir yazı, bir öykü, ve bir şiir ekleyeceğim. 1984 aynı zamanda George Orwell’in yüzyıl başında yazdığı bir romanın adıdır. Konusu küreselleşme ve bireysel özgürlüklerin yok edilmesidir. Ağustos, ABD’nin 1945te Hiroşima üzerinde patlattığı atom bombasının yıldönümüdür. Kanımca bu söz 90lı yıllardan sonrasına ve yalnızca ABD’nin hegemonyasına ait olmamalı. Ben de öyle kullanmadım. Sosyalleşme konusuna gelince, benim kullandığım şekilde küreselleşme bir süreçtir. Bu süreç insanlık tarihi ile birlikte - belki de çok daha önce - başlar. Sosyalleşme de öyle başlamıştır. Biri diğerinin alternatifi değildir. Önümde hem sizin yazınız hem kendi yazım var. O bakımdan işim sizinkinden biraz daha zor. O yazı yaklaşık iki yıllık bir yazıdır. Her ne kadar düşüncemde bir değişiklik olmadıysa da davranışımda bir miktar değişim var. O zamana göre biraz daha aktif olmak istiyorum. Bununla beraber şimdi yazdığım şeylerin o yazıyla çelişmemesi gerekiyor. Ben o yazıda daha çok kendi düşüncelerimi, yani doğruluğuna ikna olduğum şeyleri yazdım. Aynı zamanda belki de şimdiye kadar duyulmamış bazı şeyleri de aynı çerçeve içinde dile getirdim. Bu ayırımın nerede bitip nerede başladığını tam olarak bilmiyorum. O yüzden bunu şuradan aldım, şu da benim düşüncemdir diyemiyorum. Dikkat ederseniz tek devletin kim olacağı konusunu belirtmedim. Arada savaşların olmayacağını söylemedim. Elbette ki tek dünya devletine giderken bunu arzulayan güçler arasında çatışmalar olacaktır. Üstelik bundan kaçınılamayacaktır. Yani ileride bizi şiddetli dünya savaşları bekliyor. Yalnızca bunları söylerken sosyalist düşüncenin aynı konu hakkında söylediği kelimeleri kullanmadım. Yazımın en can alıcı yeri “Küreselleşmeye engel olamayız ama bunun şartlarını kabul edilebilir düzeye getirebiliriz.” sözüdür. Bu cümledeki satır arasını okursanız sosyalist düşüncenin sonuçta amaçladığı şeyden pek de farklı olmadığını göreceksiniz. Bu konu yalnız bir yazıda bitmiyor tabi. İnceleme bölümünde bulunan yazılar bu düşünceyi destekleyici yazılardır. En son gönderdiğim ‘Yeni bir Vatandaş Tanımı’ acaba ne anlatmaya çalışıyor? ‘Sivil Toplum Örgütleri Nasıl Güçlenir?’de geçen ‘Bütün etnik kimliklerimizi geri çekmeliyiz.’ Cümlesinde nasıl bir satır arası var? Bu yazıları yalnız siz değil herkes okuyor. Herkes bir yazıyı aynı sizin yaptığınız şekilde değerlendiremez. Yazımda Sosyalist düşünce terminolojisi kullanmadım. Bir kişinin yaşamında ilk kez duyacağı isimlerden alıntılar yaparak okuyucunun kafasını karıştırmak istemedim. Böyle olmasının bir nedeni de ben bir sosyalist değilim. Öğrencilik zamanlarındaki karışıklığı saymıyorum. Bununla birlikte belki sizin bildiğiniz, okuduğunuz birçok kitabı ben okumamış olabilirim. Benim okuduğum bir kitabı siz okumamış olabilirsiniz. Önemli olan düşüncedir. Nitekim sağda solda düşüncelerimi söylerken bazen bir kişi çıkıp “Bunu şu adam şu tarihte söylemişti” diyebiliyor. Ne demek istediğim anlaşılıyor mu? Önemli olan odur. Anlaşılmıyorsa kuşkusuz destekleyici bilgilere gerek olur. Bu bakımdan, bana bu olanağı sağladığınız için size bir kez daha teşekkür etmek isterim. Yaşınızı bilmiyorum fakat ben öğrenci iken bugünkü Rusya SSCB idi. Öğrenciler arasındaki en büyük düşünce ayrılığı SSCB’nin gerçekten sosyalist bir devlet olup olmadığı üzerine idi. Bazı öğrenciler, insanlar bu yüzden yaşamlarını yitirdikleri için o devletin Rusya’ya dönüşmesini göremediler. Sizce bu acı bir şey değil mi? Bir düşünceye bir adam söyledi diye, ya da arkadaş çevresi öyle düşünüyor diye kapılıp doğru bir tespit yapamamak, yaşamın kayıp elden gitmesidir bence. Bu yüzden arkama kimseyi almamaya çalışıyorum. “Bu adam bu konuyu çok iyi bilir; öyle ise bütün dedikleri doğrudur” böyle şey olmaz. Zaman sürekli değişiyor. Eskiden söylenmiş sözlerin geçerliliği kalmıyor. Adını anmadığım kişi ya da kişileri siz tahmin edin. Belki ben de bazı konularda farkında olmadan şartlanmaya gidiyorum ama düşüncelerimi hep gözden geçiriyorum. Yukarıdaki küreselleşme sözü üzerine şunu söyledim. Küreselleşme, iki tek hücreli canlının daha iyi ve uzun yaşamak için sırt sırta vermesiyle başladı. Bu süreci bir roman örgüsü içinde anlattım. Onun bir parçası Roman bölümünde ‘İnsanın Yükselişi’dir. Bu anlamda kendi ülkemizde Küreselleşmenin nüfus artışı, insanın açgözlülüğü, kaynakların kısıtlı olması ile yakından ilgisi var. Geçmişe bakacak olursak toplaşmanın sürdüğünü görürüz. Önce iki köy birbiriyle kavga ederken sonra daha geniş topraklarda sonra daha da geniş topraklarda, derken bütün dünyada kavga etmeye başlamışız. Devletlerin sayısı azalmış, güçleri artmış. Buradan yaptığım çıkarsama ile ileride bir devlet kalacağını düşünüyorum. Tabi bu arada onun yerine uygarlığın ve insanlığın yok olma olasılığını da gözden kaçırmamaya çalışıyorum. Ben iyi tarafından düşünerek toplaşma (Küreselleşme) kaçınılmazdır dedim. Biz zayıf olursak yutulacağız. Güçlü olursak bizi yutamayacakları için anlaşmak zorunda kalacaklar. Yani öyle ya da böyle, uzun vadede o bütünün bir parçası olacağız. Bunun başka bir alternatifi yoktur. Çünkü süreç onu göstermektedir. Bunun için herhangi bir yerden kaynak göstermek zorunda hissetmiyorum kendimi. Türkiye’nin başka ülkeler üzerinde söz sahibi olması, Türkiye’nin yalnızca güçlü olması anlamına gelir. Sonucu gene değiştirmez. Güçlünün güçsüzü yutması düşüncesi faşistlere örnek olmuştur herhalde. Ancak bunu yaşamak için illaki faşist olmak zorunluluğu yok. Bu isteyerek olan bir şey değil çünkü. Şu andaki gümrük birliği antlaşması, çıkan ve çıkacak olan şeker, tütün, maden, petrol yasaları, borç batağı vs. hepsi zayıflığı ve bir yok olmayı işaret ediyor. Bu gidişin sonu iyi değil. Rakiplerimiz de faşist değiller ancak kendi iyiliklerini düşünüyorlar. Faşizm Sosyalizmin karşısına çıkmış bir düşünce biçimidir. Ancak benim söylediğim şey binlerce yıldır sürüyor. Bunu da söylemeden edemedim. Önceden devlet yoktu, evet; fakat bu şartlar devletin ortaya çıkışını kaçınılmaz kıldı. “Devletin bir grup insanın başka bir grup insanı baskı altında tuttuğu bir kurumdur” düşüncesi doğrudur. Bunun ortaya çıkışından bu yana değişik şekillerde devam ettiği doğrudur. Ancak zaman içinde demokratikleşme içinde olduğu da doğrudur. Dünyada hiçbir şey tam siyah ya da tam beyaz değildir. İkisi arasında değişen grinin tonları vardır. Türkiye’de eski ve yeniyi karşılaştırırsanız bunu görebilirsiniz. Ancak demokratikleşme sürerken bir taraftan küreselleşme de sürmektedir. Kelimelerin yerini değiştirerek de kullanabilirsiniz. Devlet, ona kimin sahip olduğuna bakmaz. O bakımdan alınıp satılan bir araba gibidir. Araba, içinde kimin oturduğu, kendisini kimin sürdüğü ile ilgilenmez. Mücadele şoförler arasında olur. Kim güçlü ise arabayı o sürer. Bunu da daha önceki yazılarımda “Kimin sözü geçiyorsa o güçlüdür; güç kimdeyse devlet odur.” Diye tanımladım. Bu sözden hareketle bir iyi bir kötü iki sonuç çıkardım. Zayıf olunursa, devleti hak etmeyenlerin kontrol edeceği, güçlü olunursa, günün birinde devlet yönetiminde söz sahibi olunabileceğidir. Devletlerin yapıştırıcı, yani devleti bir arada tutucu gücü olarak sırasıyla kan, dil, din, ırk bağını saydım. Bu benim sıralamam. Devlete karşı iseniz buna insanların bu şekilde kandırılmaları da diyebilirsiniz. Ancak sonuç değişmez. Düşünceme göre devlet doğuşundan itibaren bu kavramlarla bir arada tutulmuştur. En son gelinen nokta ulusçuluk, ırk bağıdır. Ben küreselleşmenin boyutlarının büyümesiyle yalnızca bu bağın artık devleti bir arada tutamayacağını dile getirmek istiyorum. Bunun da iki yönü var. Biri büyük kürenin içine katılmak zorunluluğu nedeniyle, biri gene bu güç karşısında yok olmamak gereksinmesi nedeni ile. Sonuç olarak gelecekte iki şekilde de ırk bağı geçerliliğini yitirmiş olacak. Yalnız arada yok olmakla yaşamak kadar bir fark var. Ulus Devlet konusundaki tespitiniz doğrudur. Amerikanın ikiz kuleler faciasından sonra ulusçu bir tepki duyduğu da doğrudur. Bunlarla benim söylediklerim arasında bir çelişki yoktur. Ancak benim kullandığım çok ulusluluk konusunu bir çelişki olarak görüyorsanız ona yanıt vereyim. Dünyada başarılı olmuş devletler kendi sınırları içinde barışı sağlamış devletlerdir. Sınırlar içindeki barış ancak demokrasi ve bireylerin yasalar karşısında gerçek eşitliği ile sağlanabilir. ‘Yeni Bir Vatandaş Tanımı’ında anlatılmak istenen şey budur. Burada yine bir terminoloji farkı var yanılmıyorsam. Türkiye için ulus derken yalnız Türk olanları kast ediyorum. Bu ‘Türkiye Cumhuriyetini kuranlara Türk ulusu denir’ düşüncesinden farklı bir düşüncedir. O yüzden birçok yazımda Türkler sözü yerine Türkiyeliler, ya da yurtseverler sözünü kullanmışımdır. Türkiye sınırları içinde çatışmaların sona ermesini o biçimde düşünmüşümdür. Yani yeni bir vatandaş tanımı yapıldığında bunun içinde yalnız Türkler olmayacak, Türkiye’de yaşayan 36 ayrı etnik grup olacaktır. Yok olma olasılığı olan yalnızca bir ulus, yalnızca bir ideoloji değil, bir coğrafyada yaşayan insanlardır. Bu anlamda Türkiye de aynı ABD gibi kendine yöneltilen saldırılar karşısında yurtsever refleksi gösterebilir. Sizin kaba Darwinizim dediğiniz düşünceyi yineleyip duruyorum. Bu adamlar bizi yiyorlar, yok edecekler diyorum. Bu anlamda bu düşünce beni çelişkiye düşüren değil, destekleyen durumundadır. Toplumumuzda yurtsever bir bilincin oluşmasına çalışıyorum. Bütün ve biricik ümidim budur. Selamlar ve Sevgiler M. Sinan Gür 7.Mayıs.2002 Aşağıdaki metin yazıldığında Prestroyka olmamıştı. S.S.C.B. yıkılıp Bağımsız Devletler Topluluğu kurulmamıştı. Berlin duvarı yıkılmamıştı. Arnold Schwarzenegger in Marsla ilgili filmi ve Terminatör filmleri çekilmemişti. Klonlama yapılmamıştı. Gen haritası çözülmemişti. Körfez savaşı yapılmamıştı. İnternet yoktu. Küreselleşme bu kadar yakından duyumsanmıyordu. Ancak bazı şeyler ve George Orwell in 1984 ü vardı. Bilim-kurgu şiir olur mu? Bence olur. Bu metin, öykü ve şiir o sene yazıldı. 16 Mart 2001 SİMİTÇİ ÇOCUK Bugün eve giderken yolda ağlayan simitçi bir çocuk gördüm. Saat akşam sekiz buçuk civarındaydı. Çocuk simit tepsisini kafasında dengelemiş, hem ağlıyor hem yürüyordu. Neden ağladığını sordum. Hıçkırarak: Simitleri satamadım. Babam döver. Dedi. Saat yedi buçukta eve dönmemi söylemişti. Daha 40-50 simidi vardı. Çok üzüldüm. İki tane simit aldım. Ağlamamasını söyledim. Aklıma bundan başka yapacak bir şey gelmedi. Çocuk simit tepsisini duvarın kenarına koydu. Biraz soluklandı. Davranışım belki onu birkaç saniye rahatlatmıştı. Ama hepsi bu kadar. Kim bilir çocuk akşam simidi saatinden sekiz buçuğa kadar nereleri dolaştı; nasıl yırtındı simitleri satabilmek için. Zabıtaya yakalanmamış eve dönüyor. Bu kadar yorgunluğun üstüne bir de babasından dayak yiyecek. İnsan yüreği nasıl dayanır? Bir baba bu kadar mı acımasız, düşüncesiz olur? Ama baba ne yapsın? O da simitlere kim bilir kaç para yatırdı. Çocuklar evde aç beklerken (herhalde bu gece bol bol simit yiyecekler) kafasında kaç kez iş adamı oldu. Bütün ümidi bu simitlerdeydi. Daha bunun gibi niceleri var. Ben birazdan kendi alemime dalacağım. Hatta cebimde bin liradan az bir para kaldığını bile unutacağım. Peki ne olacak bu insanlar? Dünya? Biz? 9 Ağustos 1984 SON KARAR 2020 yılındayız. A.B.D. dışişleri bakanı, koruma polisleri ve delegeleri ile birlikte Birlemiş Milletler bakanlar toplantısına gidiyor. Bu toplantıya S.S.C.B. katılmıyor. Çünkü artık dünyada böyle bir devlet yok! Doğu Avrupa ülkeleri de aynı şekilde. 20 yıl önce Amerika Venüs çevresinde dönen bir meteoroloji uydusunu Sovyetler tarafından yok edilmesini bahane ederek savaş açmış, yeni geliştirdikleri ses ve lazer silahlarıyla uzaydan Sovyetlerin bütün bilgisayar sistemlerini bozmuş, yapılan tek taraflı nükleer sava sonunda S.S.C.B. yeryüzünden silinmişti. A.B.D. savaşta yalnız nötron bombaları kullandığından zaman geçirmeden artık Kuzey Asya olarak adlandırılan eski Sovyet topraklarına girmiş, savaştaki katliamı sonuna kadar sürdürmüş, böylece kalan son birkaç direniş noktasını da kırarak ve Sovyet vatandaşlarını tamamı ile yok ederek bütün kuzey Asya ve doğu Avrupa topraklarına egemen olmuştu. Kısa sürede kalabalık nüfusunun büyük bir bölümünü buraya yerleştirip, bilgisayarlarının ve son model robotlarının da yardımıyla, bu bölgenin doğal zenginliklerini kendi amaçları için kullanır duruma gelmişti. Bu arada dünya nüfusu katlanarak çoğalmış, 15 milyarı aşmıştı. İşsizlik ve açlık bütün dünyaya egemen olmuştu. Yeni yapılan bilgisayarlar ve his edebilen robotlar yüzlerce insanın yapacağı işi tek başlarına yapıyor, bu nedenle iş adamları araçları insanlara tercih ediyorlardı. Bu iki nedenle dünyanın birçok yerinde açlıktan kitle halinde ölümler görülüyor, isyanlar birbirini takip ediyordu. Ülkeler fazla nüfuslarını boşaltılmış Kuzey Asya topraklarına göndermek için A.B.D. ye başvurmuşlardı. Fakat A.B:D. Kendisi için bir yarar görmediğinden (üstelik zararlı da olabilirdi) buna yanamıyordu. Son birkaç yıldır B.M. toplantıları hep bu konu üzerinde yoğunlaşıyordu. Açlık ve sefalet içinde yüzen insan kitlelerine hakim olunamıyordu. Bu durum karşısında yapılacak son bir şey, son bir karar kalmıştı. İşte A.B.D. bakanı B.M. toplantısına bu kararı iletmeye gidiyordu. Devlet bakanlarından tüm fazla nüfuslarını yok etmelerini isteyecekti! Yeni geliştirilen araçlar nedeniyle bu nüfusa ve işgücüne zaten gerek yoktu ve eğer onlar yapmazsa kendisi yapacaktı! A.B.D. temsilciler meclisinde bu konu onlarca defa tartışılmıştı. Bir kısım delegeler iyiyi, bir kısım delegeler kötüyü oynamıştı. Kimi delegelere göre bu çok erken alınmış bir karardı. Venüs atmosferinin dünya atmosferine benzetilmesi için çalışmalar hızla sürüyordu. Bir atmosferin kirletilmesi mümkün olduğu gibi zincirleme reaksiyonla temizlenmesi de mümkün olabilirdi. Yapılması gereken tek şey Venüs’te kendi kendine yetebilen bir temizleme istasyonunun kurulmasıydı. Bu mümkündü. Mars için durum çok daha kolaydı. Toprağın altındaki oksijen açığa çıkarılmaya başlanmıştı bile. Sıkı bir çalışmayla 2025, en geç 2030 yılında insanlar bu gezegenlere taşınmaya gönderilmeye başlanabilir ve isyanların önü alınabilirdi. Kimi delegelere göre de (bunlar çoğunluğu oluşturuyordu) Venüs’ün atmosferi temizlense bile, hiçbir işe yaramayacak insanları bir gezegenden diğerine taşımanın hiç de gereği yoktu. Bu işlem çok büyük harcamalar gerektiriyordu. Robotlar Venüs kaynaklarından yararlanmak için yeterliydiler. Üstelik insan gerekiyorsa bile bunu laboratuarlarda yapacakları yüksek ısıya dayanıklı insanlarla en iyi şekilde karşılayabilirdiler. Bu durumda sorun olmaktan ve sorun çıkarmaktan baka hiçbir işe yaramayan insan kalabalığı ne olacaktı? Çözüm tümünün yok edilmesiydi! İkinci düşünce Amerikan meclisine daha akılcı geldi. Büyük bir coşkunlukla kabul edildi. Delegeler kararı ayakta alkışladılar. Bu karar A.B.D. nin dünya üzerinde yalnız ekonomik değil, aynı zamanda fiili olarak siyasi egemenliğinin, tek dünya devletinin müjdecisiydi. Amerikan Bakanı aldıkları kararı B.M. de sadece açıkladı. Devletlerin bu karara uymalarını istedi. Karara karşı olanlar çok mücadele ettiler. Bazı ülkeler A.B.D. ile savaşa kalktılar. Yüzyıllar boyu savaşmış cengaver uluslar bazı küçük başarılar elde ettiler. A.B.D. Bakanı koruma polislerine rağmen ve bir elektron duvarının arkasında iken öldürüldü. Fakat hiçbir şey alınan kararı değiştiremedi. Karar ya da gerçek anlamıyla katliam gerçekleşti. Karşı çıkan devletler nötron bombalarıyla bir anda yok edildiler. Diğerleri de amerikan gözlemcilerin denetimi ve yardımı altında insanlarını toplayıp kitleler halinde yok ettiler. Son model ses silahlarına karşı oradan buradan ele geçirilmiş ilkel silahlarla karşı koymaya çalışanların yapacak hiçbir şeyleri yoktu. Her şey bittikten sonra dünya nüfusu 1 milyara indi. İnleyen, can çekişen, pislik, sefalet içinde yaşayan, birbirlerini yiyen serseriler yoktu artık. Her şey dingin bir sessizliğe, huzura kavuşmuştu. Kalabalık caddeler, pazar yerleri, dar sokaklar, sefalet yuvaları, şehirler bomboştu. Ortada kalan ölülerin temizlenmesini robotlar sağladılar. Kirli hava birkaç ay içinde şehirlerin üzerinden kalktı. Kullanılmayan araçlar, boşalmış şehirler ortadan kaldırıldı. Dünya artık dönmesine yenilenmiş ve temizlenmiş olarak devam edecekti. 10.Ağustos 1984 -Gelecek- Sırtlarında uçuran araçlarıyla dalga dalga geldiler Ellerinde silahlar yüreklerinde kin vardı Ölüm getirdiler Ölüler parçalanmış yüzler Kırık camlarda ayna parçalarında yansıdı Haykırışları çıplak çatlak betonlarda yıkık sokaklarda yankılandı Kan cam et tuğla kemik kiremit Son model araçlarla aslına döndürüldüler 12 Ağustos 1984
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |