Kürtaj sadece kendileri bir zamanlar doğmuş insanlar tarafından savunuluyor. -Ronald Reagen |
|
||||||||||
|
Yeşil şey Bir gün bir ışık gördüm. Işık beni içine çekti ve kendimi ayda buldum. Çevremde dolanıp duran bedensiz yaratıklar vardı. Yalnızca hissedebiliyordum onları. Doğu ezgileri mırıldandıklarını duyuyordum. Şarkı söylüyorlardı hep bir ağızdan. İçlerinden birinin yanıma geldiğini hissettim. Bana: “Ayda değilsin sen,” dedi. “Peki neredeyim öyleyse?” dedim. “Çekil önümden, hiçbir şey göremiyorum.” “Peki, sen bilirsin,” dedi bedensiz yaratık, karanlığın içinden. “Ben senin göz kapağınım.” Beni öptü. Bir göz kapağı, ayın üstündeki karanlığın ortasında beni nasıl öpebilirdi ki? Saçma... Böyle bir saçmalık gerçek hayatta olmaz, olamaz... Gözlerimi açtım. Kapkaranlık odamda uyanmak kendimi ayın yüzeyinde, bir göz kapağının önünde bulmaktan çok daha hoştu doğrusu. Koyu yeşil kadife perdelerime uzattım kolumu. Ağır perdelerdi bunlar. Ters bir hareket yapmak gerekiyordu onları açmak için. Yine de içeri dolan pırıl pırıl güneş ışığı gibi bu ters hareket de daha çabuk uyanmamı sağlıyordu sabahları. Yatağımdan doğrulup üstüme geçirebileceğim bir pantolon aramaya başladım. Bulduğum siyaha yakın yeşil kadife pantolonumu giydim. Gözlerim masanın üstündeki saate yöneldiğinde kahvaltı yapmadan okula uçma vaktinin geldiğini anladım. Bir önceki akşamdan içine gerekenleri koymayı bir türlü başaramadığım çantamı doldurup ayakkabılarımı giydim, dışarı fırladım. Sokak... Boştu. Kaldırım boyunca park etmiş tek bir araba bile yoktu. Pencereler... Kapalıydı. Bitişik apartmanlar boyunca kafasını camdan dışarı uzatmış sokağı izleyen, komşusuyla laflayan tek bir yaşlı kadın bile yoktu. Yol... Bu sokakta bir insanın bile yürümediğini ilk kez görüyordum. Sıradan bir hafta içi günüydü. Hani öğrencilerin okullarına, büyüklerin işlerine gittiği... Köşedeki kestanecinin bağırdığı... Sokağın üstündeki pastaneden güzel kokuların geldiği... Yürümeye başladım aşağı doğru. Hava soğuktu. Sabahın bu erken saatine göre oldukça aydınlık olan havaya yakışmıyordu bu soğuk. Kaldırımların üstünde bitmiş olan yemyeşil kaya yosunları bir önceki günün yağmurunun ardından donmuş, taş kesilmişti sanki. Gri sokak boyunca dikkatimi çeken yeşil şeylerden yalnızca biriydi bunların yeşili de. Sokağı geçtim, önüme çıkan geniş caddeyi geçtim. Otobüs duraklarının olduğu geniş bir meydana gelmiştim. Şaşkınlığım da büsbütün artmıştı. Çünkü duraklardan bir tekinde bile otobüs yoktu. Uzun banklar, tabelalar, bilet gişeleri, ortalıkta olduklarında sıra olup otobüslerini bekleyen insanların dayandığı demir parmaklıklar... Yan taraftaki bakımlı belediye binasının önü... Bomboştu, ne bir insan, ne bir araba geçiyordu önünden. Evime dönmenin, şehrin uyanmasını beklemenin daha mantıklı olacağını düşündüm. Yine de durakların olduğu meydan boyunca yürüdüm yavaş yavaş. İyi geliyordu bu sessizlik. Nicedir karşılaşmamıştım sessizlikle çünkü. O sırada birinin ıslık çaldığını duydum. Doğu ezgilerini andıran bir şeydi çaldığı. Arkamdan gelen adamın, henüz yüzünü görmemiş olsam da, en çok yirmi beşinde olduğuna emindim. Durdum, arkama döndüm. Karşımdan ıslık çalarak geliyordu işte o adam, o kişi, o çocuk; artık her neyse. Mırıldandığı ezgi çok güzel, hatta bayağı tanıdık geliyordu bana. Ellerini pantolonunun ceplerine sokmuştu. Yeşil yün bir şapkası, şapkasıyla aynı tonda yün bir kazağı, kadife bir çantası vardı. Şapkasının ve kazağının üstündeki küçük, açık kahverengi desenler, şapkasının kenarlarından çıkmış, yüzünün üstüne düşmüş açık kahverengi saçlarıyla aynı renkteydi. Yüzündeki gülümseme ise... Benimkinden farksız olmalıydı herhalde. Yaklaşık iki metre kadar bir uzaklık kalmıştı ki aramızda, çocuk durdu, bana bakmaya başladı. “Günaydın,” dedim. “Günaydın,” dedi. “Ortalık biraz boş. Sence de öyle değil mi?” “Evet,” dedim. Emin olmak istercesine baktım çevreme bir kez daha. Her şey onun dediğini doğruluyordu. “Evet, boş.” “İlginç,” dedi çocuk. Tekrar çocuğa baktım. Ağzında bir kıpırtı olmamıştı ama yine de anlıyordum için için gülümsediğini... Güldüğünü... Ta gözlerinden. “Bence de,” diye mırıldandım sonra. Gözlerimi yere dikip ayakkabılarımın burunlarına bakmaya başladım. Uzun bir süre boyunca konuşmadan durdum öyle. O da konuşmadı. Ama ne kadar sonra olduğunu anlayamadığım bir vakitte karşımdaki yine o doğu ezgisini çalmaya başlamıştı ıslıkla. Birden, rüyamda ayın üstündeyken çevreme doluşmuş olan o bedensiz varlıklar geldi aklıma. Onlar da pek farklı bir şey söylemiyorlardı bundan. Gözlerimi çocuğa diktim. Koca şehirde sadece ikimiz varmışız gibi bir izlenime kapılmıştım. Konuşmam gerektiğine karar verdim: “O çaldığın ne? Neyi çalıyorsun ıslıkla?’ diye sordum. Islık çalmayı kesti. “Bilmem,” dedi. “Doğaçlama... Çıkıyor öyle.” Biraz durup konuşmasına devam etti: “Bak. Acele etmemiz gerek.” “Ne için?” dedim, şaşkın şaşkın. “Yakında... yakında gitmem gerekecek,” dedi, çantasını karıştırırken. “Nereye böyle acele acele?” dedim, merakla. Çocuk bana baktı. Yüzünde büyük bir ciddiyet vardı. Ağzı bir çizgi gibiydi. Çok önemli bir işi yapacak olmanın kendinden eminliği, saygınlığı vardı yüzünde. Ama gözleri için için gülüyordu. “Buna iyi bak,” dedi. Aradığı şeyi bulmuş, ellerinin arasında bana göstermemek için saklayarak çantasından çıkartmıştı sonunda. “Elini ver.” Elimi uzattım. Çocuk elimi tuttu. Avucuma, avucundan bir şey bıraktı. Bu metal bir şeydi sanırım, sertti, soğuktu çünkü. Parmaklarımı avucumun üstüne kapattı. Avucuma koyduğu şeyi görememiştim. Sonra yine bana baktı. Bu bakışın tanımadığım, ama bu kısacık süre içinde çok sevdiğim bu insanın bana son bakışı olacağından emindim nedense. Uzun uzun bakıştık amaçsızca. Bakışlarımızla bir şey anlatmıyorduk birbirimize. Yalnızca belleklerimize kazımak istiyorduk birbirimizi. Açık kahverengi uzun saçları şapkasından dışarı fırlamıştı. Bol yün kazağı neredeyse dizlerine kadar geliyordu. Bol olan kadife pantolonu da yeşilimsi bir kahverengiydi. Koyu yeşil ayakkabıları vardı, yeşil bir çantası. Yeşil gözleri... Gülümsüyordu. Ben de gülümsüyordum. Bu son görüşümüzdü birbirimizi, yine de mutluyduk. Elime koyduğu şeye hâlâ bakmamış, kolumu indirmemiş, elimi çekmemiştim. Derken arkasını döndü, koşmaya başladı. Koştu... Koştu... Durakların sonuna kadar, caddenin karşısına, caddeye açılan sokağın girişine, o sokağın sonuna dek koştu. Durdu. Hem de tam evimin olduğu yerde. “Gülümse!” diye bağırdı. “Bu ânı hiç unutamayacaksın çünkü! Bırak da mutlu kalsın belleğinde!’ Çevre o kadar sessizdi ki, taa nereden söylediği her şeyi eksiksiz duyuyordum. Tam yanıt verecektim ki, yere düştüğünü gördüm. Kıpırdamıyordu artık. Koşmaya başladım anlayamadığım bir korkuyla. Onun geçtiği bütün kaldırımlardan geçtim koşarak, yanına vardım. Soluk soluğa kalmıştım, ama yine de hiç durmamıştım koşarken. Gözleri kapalıydı, gülümsüyordu, kıpırdamıyordu, göğsü inip kalkmıyordu. Soluk almıyordu... Yanına, dizlerimin üstüne çöktüm, nabzını tuttum, emin olmak için göğsünün üstüne koydum elimi, kalbinin atıp atmadığını kontrol ettim. Hayır, kalbi atmıyordu. Sokakta, caddede, otobüs durağında, şehirde, ülkede, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir canlı insan kalmamıştı sanki. Öyleyse kimseden yardım da isteyemezdim. O sırada avucumun içinde hâlâ sıkı sıkı bir şey tuttuğumu fark ettim. Kazağımın koluyla gözlerimi silerken elim heyecandan zangır zangır titriyordu. Sonra verdiği şeyi tuttuğum elimi kaldırdım. Parmaklarımı yavaşça açıp elimin içinde duran şeye baktım... Gülümsedim. 2. Bölüm Mavi şey Yeşil bir çakmaktı bu. Zippo cinsinden. Üstünde kahverengiye boyanmış ince çizgiler vardı. Çocuğun şapkasındaki çizgiler gibi.. Çakmağın kapağını açıp yaktım. İçinden çıkan yeşil alevle birlikte tiz bir müzik duyulmaya başlamıştı. Bir doğu ezgisi. Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra, elimde yeşil alevli yeşil bir çakmak, kulağımda doğu ezgileri ve önümde ölü bir bedenle. Bütün mutluluğum göz yaşlarımla birlikte dışarı aktı böylece. Gözlerimi açtım. Çalar saatim ötmeye başlamıştı. Bir süre yatağımda uzanıp tavanı izledim. Doğrusu yeşil kazaklının ölümü beni çok sarsmıştı; içimde tuhaf bir boşluk yaratmıştı. Öyle bir boşluktu ki bu, eskiden orada ne olduğunu da biliyordum sanki. Aklımın köşesinde bir yerlerde fısıldıyordu bana bir ses, neyin eksik olduğunu. Duymaya çalışıyor, ama başaramıyordum. Rüyamdaki olaylar garipleşmeden önce çocuğun benimle konuşması, gülmesi geldi gözümün önüne yine. Sonra çevresindeki açık mavi ışığı pırıl pırıl parlayan mavi saatimi susturdum. Boşalan yerde eskiden sevinç ve mutluluk vardı sanırım. O sırada tahta zemine düşen sert bir cismin sesiyle irkildim. Kafamı kaldırıp da yatağımın yakınlarına, sesin geldiği yana bakınca, yeşil Zippo’nun yerde durduğunu gördüm. Gerçek... Gerçek miydi bu? Yatağımdan doğrulup üstüme geçirebileceğim bir pantolon aramaya başladım. Sandalyemin üstüne asılı duran kot pantolonu giydim. Daha sonra uzanıp yerdeki çakmağı aldım. Gerçekti, metaldi, soğuktu. Kapağını kaldırınca o ezgi duyuluyordu. Ama alevi eskisi gibi değildi; sıradan mavimsi bir alevdi. Rüyamda Zippo’yu tutarken dikkatimi çekmemişti ama Zippo’nun üstündeki çizgiler tıpkı önümde ölen çocuğun şapkasındaki desenler gibi ince ve kıvrımlıydı. Çakmağı kapattıktan sonra baktığım çalar saatin mavi akrep ve yelkovanının gösterdiği sayılar hoşuma gitmemişti doğrusu. Çünkü ikisi de okuluma kaç saat, kaç dakika geç kaldığımı söylüyordu bana. Okula yetişemeyeceğimin farkındaydım. Umutsuzca çantamın içine bir defter, bir de kalem atıp çıktım, apartmandan sokağa fırladım. Pırıl pırıl, masmavi gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Apartmanların açık pencerelerine ve arabaların camlarına yansıyordu bu açık, masmavi hava. Çevremde sokaktan aşağı yürüyen mavi önlüklü küçük çocuklar, takım elbiseli insanlar vardı bir sürü. Bu sokağı daha önce hiç bu kadar dolu görmemiştim. Garip bir burukluk duygusuydu bu içimdeki. Uyanmadan önce gördüğüm rüyanın etkisinden hâlâ kurtulamamıştım. Rüyamda gördüğüm bomboş sokaklardan, sessiz ve kimsesiz dünyadan sonra bu kalabalık anlamsız geliyordu. Sokaktan aşağı yürümeye başladım. Trafik ışıklarında kısa bir süre bekledikten sonra caddeden karşıya geçmiş, otobüs duraklarıma varmıştım. Yaşaran gözlerimi sildim. Niye yaşardıklarını anlayamamıştım. Bu sabah, şimdiye kadar gördüğüm en kalabalık sabahtı gerçekten de. Az ötedeki çarşaf gibi denizin üstü bile küçük feribotlarla, vapurlarla doluydu. Öyle ki, o güzelim denizin mavisini neredeyse tümden örtüyordu bu rengi solmuş beyaz gemiler. Otobüs duraklarındaki oturma yerleri, direklerin yanları, gişelerin önleri insanlarla doluydu. Kaldırımlar, dükkânlar, otobüsler insanlarla doluydu. Onları ilk kez bugün fark etmiş de olabilirdim; çünkü herkes, sanki her gün burada böyle bir kalabalık oluşuyormuşçasına normal davranıyordu. Benden başka. Ve benden başka bir kişiden daha başka. Durakların tam bitimindeki kaldırım kenarına oturmuştu; mavi gözlerindeki titrek parıltıya bakılacak olursa, ağlıyordu. Mavi bir mendil duruyordu elinde. Kot pantolonu, lacivert bir çantası, mavi bir tişörtü ve turuncu saçları vardı. Ayakkabıları da turuncuydu. Ama üzerindeki hiçbir şey, o mavi gözlerin bakışı kadar çekmemişti dikkatimi. Önünden, arkasından, uzağından, yakınından iş adamları, iş kadınları, gençler, yaşlılar, çocuklar geçiyordu, ama hiçbiri dikkat etmiyordu bu yirmi yaşlarındaki tipe. Önüne gelip durdum. Elindeki mendili titrek elleriyle sıkı sıkı tutuyordu. Başını kaldırıp bana baktı. İrkildim. Bakışları fazlasıyla tanıdıktı, hatta uyanmadan hemen önce de farklı renkteki gözlerin aynı bakışlarıyla karşılaştığımı söyleyebilirim. Bir anda koşuşturan insanlar gözüme daha da değersiz gözüktüler; onlardan biri olmak istemediğime karar verdim. Okulun canı cehennemeydi; makine değildim ben. Onca insanın arasında yalnızca benim, ulaşmam gereken yere geç kalmam ya da gitmemem, dünyanın akışını değiştirmezdi, değiştirmeyecekti. “Merhaba,” dedim, çocuğa bakıp. “Merhaba,” dedi. Gözlerini silip hıçkırdı. Sönmekte olan bir alevin mavisi gibiydi gözlerinin rengi. “Niye ağlıyorsun?” dedim. “Sence?” diye karşılık verdi. “Bilemem ki, seni tanımıyorum.” “Mutlaka bir tahminin olmalı. İnsanoğlu zekidir, ama farkında değil bunun.” “Pekâlâ,” deyip düşünmeye başladım. “Ağlıyorsun. Üzgün olduğun içindir?” dedim, soru sorarcasına. Aklıma başka bir şey gelmemişti. “Evet,” dedi çocuk. “Peki, niye üzgünsün?” “Fazla zamanım kalmadığı için,” deyip doğruldu çocuk. “Seninle daha fazla konuşamayacağım için...” Yutkundu, titrek bir sesle devam etti: “İnsanlar benim farkıma varmadığı için.” “Nasıl yani?” “Anlayacaksın,” dedi çocuk. Gözyaşları yanaklarına kadar akmıştı, pırıl pırıl parlıyordu. “Herkes kaybedince anlar elinde tutmuş olduğunun değerini.” Diye ekledi, fısıldayarak. Bana son kez baktığını anladım o an. Hızla elindeki mendili elime tutuşturdu, arkasını dönüp koşmaya başladı. Mendilin üzerindeki ince şeridi fark ettim. Tıpkı Zippo çakmağın üzerindeki, tıpkı şapkasındaki işlemeler gibiydi mendilin dört kenarını çevreleyen bu turuncu, kıvrımlı şerit... Neler olacağını tahmin edebiliyordum. Tıpkı rüyamdaki gibi olacaktı: ölecekti o da. “Dur, bekle!” diye bağırdım arkasından, ama bir yararı olmayacağını biliyordum bu söylediklerimin. Umutsuzca arkasından baktım. Onu durdurmanın, onunla konuşmanın mutlaka bir yolu olmalıydı. Bunu düşünmeye çalıştım, ama başarılı olamadım. Peşinden koşmaya başladım. Ama mavi önlüklü çocuklar, mavi üniforma giymiş bir polis ve daha bir sürü insan önümden, arkamdan, yakınımdan geçiyor, ilerlememi engelliyordu. Elimden geldiğince hızla kalabalığın içine girdim, içinde aktım. Ta ki şaşkınlık ünlemeleriyle çevrili ufak bir kalabalık fark edene kadar. Hemen kalabalığı yarıp ortalarında hareketsiz yatan çocuğun yanına diz çöktüm. Elimde hâlâ verdiği mavi mendil vardı; göz yaşlarıyla ıslanmış olan mendil... Sıkı sıkı tutuyordum onu. Tıpkı o çocuk gibi. “Niye öldün ki?” diye sordum, öfke ve üzüntüyle. “Ölmek zorunda mıydın ki?” Yanıt veremezdi. Ağlamaya başladım. İçimdeki bütün üzüntü ve mutsuzluk, göz yaşlarıyla birlikte bedenimden dışarı taştı. Çevremdeki insanların anlamsızlıkları içinde, sessiz sessiz bir şeyler mırıldandıklarını duydum. Doğu ezgisiydi mırıldandıkları. Gözlerimin önüne mavi bir perde çekilmişti sanki. Bir elimde çocuğun mendili, bir elimde çocuğun eli varken, içimde kalmamış olan mutluluk ve hüzünle gözlerimi kapadım. Ve kendimi siyah bir boşluğa bıraktım. 3. Bölüm Siyah şey Alarm çalıyordu. Homurdanarak gözlerimi açtım. Ama gözlerimi açtığımdan emin olamıyordum. Çünkü dış dünya da tıpkı rüyamın sonu gibi kapkaranlıktı. Alarmlı saatimin akrep ve yelkovanını da göremiyordum doğal olarak. Ama alarmın üçüncü ya da dördüncü kez çaldığından emindim. Kesinlikle okula geç kalmıştım. Odamda gerçekten hiç ama hiç ışık yoktu. El yordamıyla bir pantolon aramaya başlayacaktım ki, elimde ıslak bir kumaş parçası hissettim. Emin olamıyordum, çünkü gerçekten hiçbir şey göremiyordum. Ama bunun, o çocuğun verdiği mavi mendil olduğunu düşünüyordum. Kenarlarındaki işlemelerle oynamaya başladım. Evet evet, bu kesinlikle o mendildi. Gözlerim ıslaktı hâlâ. Sanırım rüyamın etkisiyle gerçekten ağlamıştım. Çekine çekine mendili yüzüme götürdüm, gözlerimi sildim. Bunun beni duygulandırması gerekirdi, biraz daha ağlamam, içimi boşaltmam gerekirdi. Ama üzüntü duygusundan yoksun bir varlık gibi hissediyordum kendimi. Hatta belki de öyleydim. Mendili yatağımın üstüne bırakıp el yordamıyla kendime bir pantolon bulup giydim. Masamın kenarında, yerde duran çantamı alıp yine el yordamıyla, duvarlara dokuna dokuna koridoru geçtim, merdivenlerden inip sokağa çıktım. Gökyüzü bile gözükmüyordu. Kocaman, siyah bir hiçlikte kör gibi dolaşıyordum. Sokağın sonuna kadar ellerimi iki yanda sallayarak, birilerine dokunmayı, belki de toslamayı umarak ilerledim. Burada yalnız başına olmak düşüncesi hoşuma gitmemişti çünkü. Bir süre daha siyah boşlukta yüzdükten sonra aniden bir trafik lambasının direğine dokundum, irkildim. Çalışmayan lambaların baktığı yönden yola çıkarak caddenin karşı yakasının ne yönde olduğunu hesaplamaya çalıştım. Düşüncelerim doğrultusunda geniş caddeye doğru bir adım attım. Çevrede hiçbir araba gözükmüyordu. Çünkü çevrede hiçbir ışık gözükmüyordu. Çünkü çevre gözükmüyordu. İçin için bir arabanın bana çarpmasını umarak caddede ilerlemeye başladım. Çünkü çarpan arabanın önünde yere kapanacak olan bedenim ve gözlerim büyük bir olasılıkla aydınlık bir hastane odasında açılacaktı, öyle bir durumda. Ama böyle bir şey olmadı, olamadı. Caddenin karşısına geçmiştim. Elim bir trafik direğinin soğukluğuna dokunmuştu yeniden. Bu yaptığım çok saçmaydı. Çünkü bu kez çevremde hiç kimse ya da her kimse yoktu. Çevremde ‘hiçbir şey’ vardı. Kesinlikle eve dönmeliydim. Ama nasıl? Üstelik, içimden bir ses, ilerlememi söylüyordu bu siyah boşluğun içine... En azından bu siyah boşluğun içinde kalmamı söylüyordu; ondan ayrılmamamı, öbürleri gibi yalnız bırakmamamı. Trafik lambasının yanına bağdaş kurup sırtımı soğuk direğe yasladım. Gözlerimi kapattım. Gözlerimin açık durmasıyla kapalı durması arasında hiçbir fark olmamıştı. Belki de çok kısa süren ama hiçliğin ortasında sıkılan bana çok uzun gelen bir süre boyunca çevrenin siyah hiçliğiyle uyum sağlayıp ben de hiçlik oldum. O sırada uzaktan hızlı olmayan adımlarla yaklaşan birinin ayak seslerini duydum. “Merhaba.” dedi tok bir erkek sesi. “Neredeyim ben?” diye sordum karşımdan gelen ‘ses’i selâmlamaya gerek duymadan. “Dünyadasın.” dedi göremediğim ses. “Peki her yer niye karanlık?” “Çünkü hiçbir ışığın aydınlatamayacağı, yalnızca duyguların bu gördüğün siyahı renklendirebileceği bir yerdesin; dünyanın yapaylıklarından uzak bir yerde.” Sonra ekledi: “Kendi içindesin.” “Oysa ben içimin daha aydınlık olacağını düşünürdüm hep,” dedim. “İçin aydınlıktı.” “Şimdi niye karanlık?” “Çünkü,” dedi ses, “gördüğün iki kişiyle birlikte hem mutluluğunu hem de hüznünü yitirdin. Onlarla birlikte içindeki bu iki ana duyguyu öldürdün.” “Nasıl ama?” diye sordum, şaşkın şaşkın. “Giden canların ikisi de, onları çok kısa süre görmüş olmana rağmen bağlandığın ruhlara aitti,” diye yanıtladı ses, sakin bir tonla. “Ama ikisi de rüyaydı gördüğüm,” dedim, pek kendimden emin olamadan. “Yoksa bu da bir rüya mı?” “Yaşam bir rüya,” dedi ses. “Rüyaları yalnızca gece yatağına yatıp gözünü kapadığında görmezsin. Bazen onlarla yaşamının içinde de karşılaşırsın. Ardından o dünyadan da uyanırsın.’ Kafam karışmıştı. “Peki bu karanlıktan kurtulabilir miyim?” dedim. “Evet, kurtulabilirsin,” dedi ses. “Ruhuna kavuşmayı gerçekten arzularsan.” “Şu an ruhsuz muyum yani?” “Senin sevinmeni ve üzülmeni sağlayan duyguların yanında değil. Ama onlar pek belli etmeseler de senin her şeyindiler.” “Onları geri istiyorum,” dedim. “Ne dersen de, gördüklerim yalnızca birer rüyaydı. Artık rüyalardan uyanmak istiyorum.” “Nasıl istersen…” dedi ses. “Peki o ikisi niye öldü? Niye kaçtılar, niye öldüler?” “Anlayacaksın belki bir gün. Sana söyleyemem,” dedi ses. “Çünkü ben de onlardan biriyim.” Siyah karanlığın içinde elimi tuttuğunu hissettim. “Tıpkı onlar gibi, sana bir şey vermem gerek.” “Sen de mi öleceksin?” dedim kaygıyla. “Hayır. Ben siyah karanlığın içinde, senin için, senin ruhunun yuvası olmaya devam edeceğim. Sen benim işime son vermediğin, hayata gözlerini kapamadığın sürece,” dedi ses. “Şimdi elini aç.” Elimi açtım. Kendimi tutamadan, yine sordum: “Niye mutluluğum ve hüznüm benden kaçtılar? Niye öldüler?” “Ruhunun bir cilvesiydi bu sana. Son zamanlarda onları unutmuştun belki de. Ben de bilemem,” dedi ses. “Sorunun yanıtını kendi içinde ara.” “Sen benim içimsin, ben kendi içimdeyim. Ama burada yanıt yok!” dedim. “O zaman sorunun yanıtını çevrende bulacaksın. Aramaya devam et,” dedi ses, elimi tutup sıkarak. “Aramaya devam et.” Elini benimkinden uzaklaştırdı. Az sonra ufak bir parıltı fark ettim; adamın elini gördüm. Siyah kot pantolonunun içinden ortası hafifçe parlayan siyah taşlı, çevresinde de gümüş işlemeler olan bir kolye çıkarıyordu ağır ağır. Birden bir şarkı mırıldanmaya başladı. Daha önce duyduğum o doğu ezgisiydi bu. Sözleri anlamsız, hiçbir dile ait olmayan bir şarkıydı. Şarkının güzelliğiyle büyülenmiştim. İçime yeniden mutluluğun, huzurun, burukluğun, hüznün dolduğunu hissediyordum. Yeniden doğuyordum sanki. Kolyeyi eline alıp ikimizin tam ortasında tuttu, yüzünü görebilmiştim. Siyah saçları, bıyıkları, çenesinde kısacık bir keçi sakalı vardı. Bakışları sakin gözüküyordu, ama gözlerinin içi heyecanla pırıl pırıl parlıyordu. Üstünde siyah bir ceket vardı. Yüzü ile elleri çok solgun, beyaza yakın bir renkteydi. Kolyeyi elimin içine yerleştirdi, parmaklarını parmaklarımın üstüne koyup avucumu kapattı. Şarkıyı mırıldanmayı bıraktı. “Bunu hep yanında tut.” diye fısıldadı. “Hep yanımda tutacağım...” dedim. “Tutacağım.” Gözlerimi açtım. Yatağımdan doğrulup saatime baktım. Saat okula geç kalmak üzere olduğumu anlatmak istercesine ötüp duruyordu. Saatin alarmını susturdum. Elime gelen ilk pantolonu, rengine dikkat etmeden üzerime geçirdim. O sırada yatak çarşafımın üstündeki bir parıltı dikkatimi çekti. Bir kolye ucuydu bu. Taşı siyahtı, ortasına doğru rengi açılıp sonunda beyaza dönüyordu. Çevresinde de gümüş işlemeler vardı. İşlemeler tıpkı Zippo’daki ve mendildeki gibiydiler. Gülümsedim. Kolyeyi elime alıp taşına baktım bir süre, sonra boynuma taktım. Sonra da çantamı kapıp sokağa fırladım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Esin Yardımlı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |