..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Hayranlığı o dereceye vardı ki; yere düştü ve kendinden geçti." -Fuzuli (Leyla ile Mecnun)
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Sürrealizm > Esin Yardımlı




8 Haziran 2004
Midye Kabuğu  
Esin Yardımlı
Doğanın uyumu ve bütünlüğü bundan ibaretti demek...


:BIEA:
Bir gün bir arkadaşımla birlikte bir midye kabuğunun içine girdik...
Orada devasa dağlar, dağların eteklerinde geniş, rengârenk çayırlar, engin bir deniz ve daha da engin, daha da zengin bir gökyüzü gördük. Sonu gelmeyen, dalları gökyüzündeki bulutlara kadar erişen ormanlarla karşılaştık. Gördüğümüz her şey bize kucak açtı. Kendimizi yepyeni, pırıl pırıl, taze, dokunulmamış bir dünyanın; el değmemiş bir doğanın ortasında bulduk.
Arkadaşımla el ele tutuştuk; kendimizi zirvesinde bulduğumuz dağdan öteye, pırıl pırıl parlayan denize, denizin gökyüzüyle kesiştiği soluk ufuk çizgisine baktık bir süre, sessizce. Sonra dağın yamacında bulduğumuz dar patikadan aşağı, dağın eteklerine doğru inmeye başladık.
Engin deniz sağımızda, uçsuz bucaksız orman solumuzda iken, göz alabildiğine uzanan bir kumsalda yürüdük. Bu kumsaldaki kumların arasında çok güzel böcekler, rengarenk, capcanlı çiçekler ve uzun uzun çimenler vardı. Kumsalın kuraklığının dokunmadığı bu bitki örtüsü, solumuzdaki uçsuz bucaksız ormanla aramızdaki geniş çayıra doğru gittikçe sıklaşıyor, hatta en sonunda yüzeydeki toprak neredeyse görünmez oluyordu.
Az öncesine kadar mavi mavi parlayan gökyüzünün birden gri bulutlarla kaplandığını farkettim. Derken bir çatırtı duyuldu. Bir şimşek çakmış, bütün doğa yağan yağmurla kutsanmaya başlamıştı. Tozsuz ve çamursuz, asitsiz ve sağlıklı, taze ve güzel damlalardı bu yere düşenler. Arkadaşım güldü. Ben de güldüm. Başımı göğe kaldırdım, kollarımı iki yana açtım ve pırıl pırıl damlaların yüzüme düşmesine, saçımı ıslatmasına, bedenimi sırılsıklam etmesine izin verdim.
Arkadaşıma baktım, o da sırılsıklam olmuştu. Kahkahalarımızı kesmeden birbirimize sevgiyle, sıkı sıkı sarıldık gözlerimizi yumup. Çevremizdeki bu yoğun, dokunulmaz mutluluğun tadını çıkarıyorduk.
Ardından yağmur kesildiği, bulutlar kaybolduğu anda pırıl pırıl parlayan bir güneş saklandığı dağların arkasından çıktı. Isısıyla ışığı altında bizi kuruttu.
Daha sonra göz alabildiğine uzanan kumsalın içinde bitmiş olan çiçeklerden toplamaya karar verdik. Ama ellerimizi o güzelim çiçeklere uzattığımız anda geri çektik. İkimiz de aynı şeyi hissetmiştik. Bu güzellikten onları koparıp almak yersizdi, gereksizdi. Bırakalım oldukları yerde kalsınlardı.
Çünkü burada bizden başka kimsenin olmadığına inanmıştık tüm kalbimizle, tüm beynimizle. Bizden başka kimse yoktu. Onlara zarar verebilecek kimse de yoktu bu durumda.
İstediğimiz an gelip onları görebilirdik. Üstelik bir vazonun içinde yaşayacakları, gün be gün solacakları o bir, bilemedin bir kaç haftadan çok daha uzun süreler boyunca görebilirdik, görecektik onları sanki.
Arkadaşım bana eliyle ormanı gösterdi. Kumsaldaki çiçekleri kendi hallerine bırakıp adeta eflatun ve turuncu renklerinin hakim olduğu bir örtü gibi gözüken çayıra daldık koşarak.
Çiçeklerin arasından hızla koşarak geçerken hepsine tek tek bakabiliyordum sanki. Kokularını da alıyordum. Eflatun çiçekler ferah kokuyordu ve içime çektiğim her nefeste beni daha da rahatlatıp havalara uçuruyorlardı. Serin ve yumuşak bir kokuydu bu. Gülümsemesine yol açıyordu insanın.. Turuncu çiçekler ise daha sert ve ekşi kokuyordu. Tıpkı bir portakal kabuğu parçasını yüzüme sıkmış gibi hissediyordum kendimi turuncu çiçeklerden birinin kokusunu içime çekerken. Canlanıyor, gülmek, sürekli gülmek, kahkaha atmak istiyordum.
Arkadaşım da gülüyordu, sürekli gülüyordu, kahkaha atıyordu. Ona eşlik etmeye başladım. Tekrar birbirimizin ellerini tuttuk ve zıplaya zıplaya çayırın içinde ilerlemeye devam ettik. Ta ki ormanın önüne gelene kadar.
Çayırın bitiminde, ormanın ağaçlarının başladığı yerde çiçekler bir anda renk değiştiriyor, çevrenin havası değişiyordu. Gördüğüm turuncu çiçeklerin hepsi açık maviye, gümüşümsü tuhaf bir renge dönüşmüştü şimdi sanki, eflatunlar da öyle.
Ormanın içi sisliydi ve serindi. Ağaçların köklerinin etrafında çıkan küçük küçük açık mavi çiçekler dışında fazla bir renk yoktu burada. Ağaçların yaşlı ve girintili çıkıntılı gövdeleri bile griye yakın bir kahverengiydi.
Yapraklarıysa, öyle yukardaydı ki, görünmüyordu bile.
Sonu olmayan gök yüzündeki ufak bir yıldız olan güneşin gönderdiği ışık huzmeleri ağaçların dallarının arasından tek tük geçebiliyor, geçen ışık huzmeleri de en kuytu köşeye saklanmış çimenleri bile pırıl pırıl parlatıyordu.. Etrafa puslu ve nemli, serin bir hava hakimdi. Burası yalnızdı, mutluydu ve esrarengizdi.
Arkadaşıma yaklaştım, o da meraklanmış ve bu ürpertici yanlızlığı biraz yadırgamıştı. Ağır ağır ormanın derinlerine doğru yürüdük. Çiçeklere basmaktan çekiniyorduk. Altlarından herhangi bir yaratık çıkacağı için değil, onlara zarar vermek istemediğimiz için. Buradaki doğanın bir parçasını yanımızdan asla ayırmak istemiyorduk, ama bir parçanın bütünden kopmasının bile bu harika dengeyi bozacağını biliyorduk.
Zamanın ötesinde bir boyuttaydık sanki ve ilerleyen onca dakika aslında hem bir sürü kez geçmiş, hem de hiç geçmemiş oluyordu. Bu nedenle de ne kadar süredir bu ormanın içinde olduğumuzu doğru düzgün kestiremiyordum.
Belirsiz bir süre boyunca gittikten sonra ufak, ama gerçekten çok ufak bir açıklığa vardık. Ormanın içine doğru ilerledikçe ormandaki ağaçlar öyle sıklaşmıştı ki, aralarından sıyrılarak geçmemiz gerekmişti çoğu zaman. Yan yana da yürüyemiyorduk artık. O önde, ben arkada yürüyorduk arkadaşımla. Elimizden geldiğince birbirimizin ellerini tutarak..
Bu mükemmelliğin ve güvenli güzelliğin esrarengiz havasını soluyorduk, korkmadan. Yine de birbirimizin yakında olduğunu bilmek büyük bir huzur veriyordu bize.
Açıklığın tam ortasında bir ağaç vardı. Öteki ağaçlara oranla daha kısaydı, gövdesi de bütün öbür ağaçlarınkinden daha gümüşi parlıyordu. Yaprakları tıpkı yerlere serpiştirilmiş olan çiçekler gibi açık maviydi. Güneşin gönderdiği ışık huzmeleri ağacın çevresine vuruyor, hafif hafif esen rüzgarla dalgalanan yapraklar da yerde tuhaf gölgelerin oluşmasına, oynaşmasına neden oluyordu.
Arkadaşımın yanından geçip ağaca doğru yürüdüm. Elimi uzatıp ağaca dokunduğum anda o ağacın olabilecek her şeyden daha farklı bir şey olduğunu anladım. Sıcaktı. Ve öteki ağaçların aksine yapraklarını görebileceğim kadar kısa, ama aslında boyumun dört beş katı uzun olan bu ağaca tırmanmaya başladım. Arkadaşım da peşimden geldi.
Bana kısa gelen, ama aslında belirsiz olan bir süre geçtikten sonra ağacın gövdesinin içinden gelen fısıltılar duymaya başladım. Arkadaşıma döndüğümde o da başını gövdeye dayamış konuşulanları dinlemeye çalışıyordu.
Daha büyük bir hızla ağaca tırmanmaya başladım. Artık ince ve tek tük dalların yanından geçiyordum, çok yakında gövdenin iki kalın dala ayrıldığı o uç noktaya gelebileceğimi hissediyordum.
Nitekim geldim de, geçen belirsiz bir sürenin ardından.
Ağacın gövdesi yukarılara çıktıkça soğumaya başlamıştı sanki, üstelik gittikçe daha mavimsi bir gümüş rengi alıyordu. Gövdenin üstüne çıktığımda, tam kalın dalların başladığı o noktada birden elimin ağacın gövdesindeki bir deliğe kaydığını farkettim. Delik değildi elime değen boşluk.
Bir oyuktu bu. Geniş bir oyuk.
İçinden bir insanın geçebileceği genişlikte bir oyuk.
Aşağı baktığımda ise, ağacın içininin tıpkı bir oda gibi oyulmuş olduğunu gördüm. Ve dışardan bakınca oldukça kalın görünen bu gövdenin içine bile sığamayacak kadar geniş bir odaydı burası sanki.
Odanın içinde bir sallanan sandalye, bir şömine, bir kaç eski koltuk ve dört beş kişi vardı.
Bu kişilerden biri sallanan sandalyede oturuyordu, yaşlıca bir kadındı. Beyaz ve uzun saçlarını başının üstünde topuz yapmıştı ve ayaklarına kadar gelen koyu yeşil, eteklerinin ucu işlemeli bir elbisesi vardı.
Arkadaşım da yanıma gelmişti şimdi. O da oyuğun içine bakmaya başladı.
Yaşlı kadının kollarını sıvadığı elbisesinin altından gözüken zayıf ve beyaza yakın renkteki kollarından ufak ufak sarmaşık tomurcukları çıkıyordu. Henüz tam olarak uzamamış ve yaprakları büyümemiş olan bu tomurcuklar yaşlı kadının bedeniyle uyumlu bir şekilde sallanıyor, soluk alıp veriyordu.
Her ne kadar düşüncesi korkunç geliyor olsa da insana, gördüğümüz şey hiç de öyle değildi. Hatta çok güzel ve uyumluydu kollarındaki o tomurcuklarla yaşlı kadın.
Koltuklarda ise dört tane, yaşlı kadına göre daha ufak tefek insan oturuyordu.
Aslında bunlara insan demek, onlara insan gözüyle bakmak yapılacak en büyük hata olurdu.
Oturanların dördü de çıplaktı. İkisinin teni bembeyazdı. Saçlarında, göz bebeklerinde, hatta dudaklarında bile bir renk değişimi yoktu. Bir yudum su kadar saftılar, yalındılar ve pürüssüzdüler. Çeneleri sivri, elmacık kemikleri çıkıktı ve upuzun, bembeyaz kirpikleri vardı. Yine upuzun, dağınık, ama dümdüz yere dökülen saçları yer yer dizlerine kadar geliyordu.
Öbür ikisinden birinin teni beyaza çok yakın, hatta fosforlu denebilecek bir yeşildi. Ötekisinin vücudu ise buz mavisiydi. Dördünün bedeni de kadın bedeni gibiydi, ama özellikle bir cinsiyetleri olduğunu zannetmiyordum.
Hareketleri hızlı ve kaygandı. Bizi farketmiş olmalarına rağmen başlarını tekrar yaşlı kadına çevirmişlerdi. Yüzlerinde soğuk gözüken, sakin, ama sıcak kanlı bakışlar vardı.
Anlatılamazdı... İçlerindeki karşıtlıkların uyumu, kelimelere dökülemezdi.
O derece mükemmel varlıklardı bunlar.
Arkadaşım ve ben uzun bir süre boyunca başına eğildiğimiz oyuğun içinden bu beşinin hareketlerini izledik. Belirli olamayacak ama uzun sürdüğünü tahmin ettiğim bir süreden sonra açık yeşil tenli insan, peri, varlık.. ruh... ne olduğunu bulamadığım o şahane yaratık kafasını kaldırıp bize baktı. Ağır hareketlerle yukarı kaldırdığı eliye bize gelmemizi işaret etti.
Doğrulup arkadaşımın oyuğun içine girmesine yardım ettim. Ardından da önce bacaklarımı, sonradan bütün bedenimi oyuktan içeri soktum ve oyuğun kenarlarını tutan ellerimi gevşetip kendimi yere bıraktım.
Düşüşüm odanın duruluğunu bozacak bir sarsıntıya yol açmamıştı, hareketlerim öbürlerinin hareketlerinden daha hızlı, doğayla uyumsuz olmamıştı nasıl olduysa.
Arkadaşımın oturduğu tek kişilik koltuğa yaklaşıp, onun yanına iliştim. Tedirgin değildim ama heyecanlıydım sanki, hatta heyecanımdan titriyordum. Mutluluğun hissettireceği bir heyecan mıydı bu, yoksa korkunun mu, yoksa ne yapacağını bilememenin verdiği sıkılmanın mı, bilemiyordum. Bildiğim tek şey o an, beşinden herhangi birinin gözlerine baktığım anda, hepsinin beni tanıyabildiği olmuştu. Bütün hislerimle, bütün duygularımla beni, benden de daha iyi tanıyabilmişlerdi.
Perilerin dördü de bize bakıp başlarını öne eğerek selam verdiler. Onlara en yakışan ismin peri olduğuna karar vermiştim. Kanatsız periler.
Yaşlı kadın gülümsüyordu. Bakşıları soğuk buzların arasında dolaşan, üşüyen bir insanın üstünde yavaş yavaş ışımaya başlamış bir güneş gibi parlıyordu. Hem soğuktu, hem de sıcak.
Beşi de bakışlarıyla konuşuyorlardı ve bu bakışlar öyle anlam yüklüydü ki, sanki düşündükleri, birbirlerine, bize ilettikleri şeyleri kulaklararımla duyabiliyormuşum gibi geliyordu bana.
Bize içinde bulunduğumuz odanın doğanın bütünlüğünün kaynağı, hatta doğanın kökü olduğunu söylediler. Ve bu mükemmelliği korumalarına yardımcı olan en büyük gücü göstermek istediklerini anlattılar.
Perilerden biri, açık mavi olanı, yumuşak ve kesintisiz hareketlerle oturduğu eskice koltuktan kalktı ve kayarcasına ilerleyerek odanın köşesine doğru gitti. Peşinden gitmemiz gerektiğini düşündüğünü duyduk. İstediğini yaptık ve biz de oturduğumuz koltuktan kalkıp onu takip ettik.
Şöminenin yanında, duvarın köşesinde bir put duruyordu. Tahtadan, eski, dengede duramadığı için iki tarafından ufak kayalarla desteklenen bir puttu bu. Hiç korkunç bir suratı olmamasına rağmen ilkel bir görünüşe sahipti, eskiden kalma ve kaba yüz hatları vardı bu putun. Ama yine de güzel gözüküyordu. Uyumluydu kendi çağıyla. Uyumluydu bütün çağlarla. İnsanlıkla. Sadece insanlıkla da değil hatta, herşeyle.
Gülümseyerek elini uzattı arkadaşım puta. Putun yüzüne dokundu ve onu nazikçe okşadı.
Doğanın uyumu ve bütünlüğü bundan ibaretti demek.
Peri yumuşak bir hareketle arkadaşımın elini tuttu ve puttan uzaklaştırdı. Büzülmüş dudaklarında olabilecek en hoş tebessüm, yüzünde anlayışlı bir ifade vardı. Arkadaşım geri çekildi, ben de onunla beraber gidip tekrar koltuğa oturdum.
Beşi de rahat bakışlarla bize bakıyordu. Beyaz perilerden biri ve mavi peri bacaklarını da koltuğa çekmiş, kollarını dizlerini çevresinden dolayarak oturmuştu. Yeşil peri ise dirseğini koltuğun kenarına, narin ve sivri çenesini eline dayamış bize bakıyordu. Uzun bir süre boyunca birbirimizle bakıştık.
Kafamdan geçmesine rağmen farkında olmadığım soruların hepsi cevaplanmaya başlamıştı birden. Ama bu cevaplar onlar anlatıyor olduğu için gelmiyordu bana. Kendi sorduğumu bilmediğim soruları onlar sayesinde farketmiş ve o beşini yanımda hissederken kendim cevaplamıştım bunları.
Putun aslında bir parça tahtadan ibaret olduğunu düşünüyorlardı, iletiyorlardı bize. Tahtanın her yerde bulunduğunu, bulunacağını ve tahtanın yaratılışı sırasında o ağacı besleyen güneşin, toprağın, suyun ve havanın uyumunu... Sonuçta o tahtanın aslında her şey, her şeyin gerçekten her şey olduğunu anlatıyorlardı bize...
Ve o duru, su kadar yalın, saf ve temiz ruhların yanından ayrılmamız gerektiğini hissettim bir anda. Karanlık ormanda yolumuza devam etmemiz gerektiğini söylüyorlardı bize. Elbet bir sonuca varacağımızı, o sonuca varana kadar nice dağlardan inip çıkacağımızı, ama elbet... Elbet bir gün, tıpkı nehirlerde akan su damlalarının bazen sıkışık kayaların arasından, bazen de kurak topraklardan geçerek en sonunda büyük okyanuslara varması gibi kendi yolumuzun sonunu bulacağımızı söylediler bize. Sonra... Sonra dört peri de ağır ağır, kayarcasına, süzülerek gelip sırayla arkadaşımla beni dudaklarımızdan öptüler.
Doğanın uyumu, bütünlüğü, ruhu, insana aşıktı. En az insanın ona aşık olması gerektiği kadar.
Yaşlı kadın da gülümseyerek bize baktı. Kollarından çıkan küçük tomurcuklardan ufak ufak filizler büyümeye başlamış, çok küçük çiçekçikler açmıştı. Upuzun koyu yeşil eteğini toplayıp ayağa kalktı yaşlı kadın ve titrek, aksak adımlarla yanımıza geldi. Periler kayarak geri çekildiler. Kadın için için gülen gözleriyle bize daha da yaklaştı. Sonra iki eliyle ikimizin gözlerini örttü.
Derin bir uykuya daldığımı hissettim. Ve rüyamda karanlık ormanda yürüdüğümü, yürüdüğümü, yürüdüğümü gördüm. Arkadaşımın elinden tutuyordum, birbirimizden ayrılmaktan korkmuyorduk, ama ayrılacağımızı biliyorduk sanki. Ve bir gün ayrıldığımı gördüm ondan. Aynı anda birbirimizin ellerini bırakmış, farklı yönlere yürümeye başlamıştık.
Derken uyandım. Uyandığımda ormanın içinde bir yerlerdeydim ve tek başınaydım. Ama... Her ne kadar içinde bulunduğum ve geride bıraktığım zamanlar ölçülemez olsa da, bana ondan ayrıldığımdan bu yana sanki çok uzun zaman geçmiş gibi geliyordu... Derken sayısız günlerin ardından bir gün, dağların üstünden geçip giden, inip çıkan, kimi zaman uçurumların sonunu getirdiğini düşündüğüm, yine de bir türlü bitmeyen yolumda ilerlerken uzaktan onu gördüm.
Geçen bu belirsiz sürenin ardından çok değişmişti o da, tıpkı benim gibi. Yanına gittim, birbirimize sıkıca sarıldık, sonra el ele tutuştuk.
Sonra da midye kabuğunun içinden çıktık...



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın sürrealizm kümesinde bulunan diğer yazıları...
Suyun Üzerindeki Adımlar
Karanlığın Getirdikleri
Ateş, Damla ve Hiç
Bedensiz Ruhlar
Parıltı...

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Öğrendim Ki, Kleopatra Hiç Bir Zaman Kleopatra Değilmiş...
Bir Öykü
Kül
Aslında Sevimli Yaratıklar
Prenses ve Ejderha..! 1. Bölüm
Kedix ve Köpex
Aydınlıktaki Karanlık ve Karanlıktaki Aydınlık
Yanlış Adım
Aleyda
Josef'in Öyküsü: Sihirli Saat ve Uçan Şemsiyeler

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Düş [Şiir]
İlkler... [Şiir]
Buzul Çağı [Şiir]
Nokta [Şiir]
Kitap Kahramanı [Roman]
Gelecekten Dönüş... Giriş [Roman]
Bir Kavanoz Vişne Reçeli [Deneme]
Sevgili Okurum... [Deneme]
Orman İneği... [Deneme]
Ağabiler Üzerine Bir Araştırma [İnceleme]


Esin Yardımlı kimdir?

. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Gördüğüm, tanıdığım, hayal ettiğim, yapıtını okuduğum herkes.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Esin Yardımlı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.