Matematiğe, yalnızca yaratıcı bir sanat olduğu sürece ilgi duyarım. -Godfrey Hardy |
|
||||||||||
|
O gün 10:20 Aydınlıktaki karanlık: Evine girdi. Fakat siz aslında onun girdiği bu yere ev gözüyle bakmasına aldırmayın, burası bir odadan daha fazlası değildi. Anahtarını kapının arkasındaki askıya astı. İçinde boylu boyunca iki üç adımdan fazlasını atamadığı odasını dolduran yatak ve masaya baktı kısa bir süre boyunca. Sonra yatağında karar kıldı ve kendini üstüne attı. Gerindi ve kafasını umutla, düpedüz gereksiz ve boş bir umutla pencereye, eskiden gökyüzü olan o yere doğru uzattı. Gözlerini kapayıp düşünmeye başladı. Eskiden... Eskiden odası iki üç adımda yürüyüp bitirebileceği bir uzunlukta değildi. Eskiden dünyada ona ait olan tek şey bir oda değildi... Belki sıkıcı bir dünyaydı orası, belki sürekli onu kontrol etmeye çalışan bir güç vardı, belki yönetiliyordu. Ama hiç olmazsa ona hiç karışmayan kocaman bir gökyüzü vardı eskiden. Bir şeyler gelir ve bir şeyler gider. Artık kendi dünyası olan ufacık bir odası vardı. Tamamen kendi dünyası olan ufacık bir oda... O odada kimse yönetmiyordu onu, o odada kimse karışmıyordu ona. Ama... Artık ona karışan karışmayan kimsesi yoktu dünyasında. Ve buna gökyüzü de dahildi. Kafasını uzatmayı, sözümona aydınlık olan o apartman boşluğuna bakmayı kesti. Böyle bir ad da konur muydu apartman boşluklarına yani? Düpedüz karanlık, düpedüz koyu gri bir boşluk... Kim buraya aydınlık demişti acaba? Nereden esmişti allahın belası apartmanın boşluğuna ’aydınlık’ demek?! Yatağından doğruldu ve yatağın üstünde bağdaş kurarak masasına baktı. Ekranın yanındaki küçük kutuya, hayatını kapsayan o karton kutuya. Üstündeki bantı söktü ve kutuyu açtı. Yavrusuna sarılmış bir kaplan biblosu. Kapağı var, açılabiliyor. İçindeyse.. İçi artık boş, ama kutu güzel gözüküyor. Onu atması için bir sebep de yok ona kalırsa. Eski müzik kasetleri ve bir kaç CD. İki pantolon, iki gömlek ve bir kazak. Asla takmasının gerekmeyeceğini umduğu bir kravat, boyundan yukarsı kırılmış bir biblo. Elinde bir demet çiçek tutan, mor elbiseli bir kadın figürü. Manevi değerler... Kimse için aynı olmaz. İnsanın hayatını bir kutuya doldurabilmesi ilginç ama hoş bir şey. Koridorun sonundaki odalardan birinden bağrış çağrışlar geliyor. Evet, tıpkı kendisi gibi yeni taşınan şu çocuğun arkadaşı gidiyor olsa gerek. Ama, hayır. Bağrış çağrışlar koridorun sonundan da geliyor, ama şu son duydukları koridorun sonunda oturan çocuğun, adı Barış olan o tipin ve onun kız arkadaşının seslerinden başka seslerin sözleri... Bu sesler koridorun sonundan gelmiyor. Tamam, koridorun sonundan gelen bağrış çağrışlar da var ama farklı bunlar. Apartman boşluğundasın oğlum sen, karşına baksana iki dakika. Karşı pencerede, delikli tüller yüzünden yüzü doğru düzgün seçilmeyen uzun saçlı bir kız vardı. E, kendisinin öğrencilerle dolu eski binasına yapışık olan şu öğrencilerle dolu eski binada bağıracağı başka kimse yoktu sonuçta, çarpan kapının arkasında uzaklaşan öfkeli ayak sesleri kesinlikle kızın erkek arkadaşına aitti. Kız uzun bir süre boyunca kapıya baktı. Kıpırdamadan. Sonra saçlarını bir kalemle arkasından topuz yaparak tıpkı çocuğunki gibi küçücük olan odasında kendi etrafında dönmeye başladı, volta atacak kadar büyük bir alanı yoktu sonuçta. Sonra perdesini açtı, kafasını yukarı uzattı ve bir süre boyunca baktı yukarı. Derken gülümsedi, pencere pervazına çıkıp oturdu ve yukarı, apartman boşluğunun üstüne doğru bakmaya başladı. Hemen pencereye yaklaştırdığı kafasını geri çekti ve masasının kenarına oturdu, bir yandan da kaçamak kaçamak kıza bakıyordu. Kızın yüzünde bir şeyler parlıyordu sanki. Yoksa onlar göz yaşları mıydı? Zannetmiyordu.. Nereden bildiğini bilmiyordu ama apartmanın karanlık olan aydınlığındaki penceresinin pervazına oturup yukarı uzun uzun bakacak olan birinin yapacağı son şeyin orada ağlamak olacağından emindi. Haklıydı da. Gözyaşı değildilerse... Neydi onlar..? Yeni bir okul, yeni bir şehir, yeni bir ev, dahası yeni bir dünya ile doldurulmuş bir kafa, ve yine bütün yaşamı boyunca umutlarla doldurulmuş gözleri şimdi kapkaranlık bir aydınlığa bakıyor gizli gizli. Kız kafasını indiriyor, yanaklarındaki olmayan göz yaşları parlatmıyor onları artık. Kız aşağı bakıyor. Yoksa atlayacak mı?! Bir apartman boşluğunda intahar eden kimseyi duymamıştı, ama apartman boşluğunun pencere pervazında oturup dışarıyı izleyeni de hiç duymamıştı şimdiye dek, bu kız yapar yapar, isterse de atlardı ona kalırsa. Ama hayır, kız atlamıyor. Tam tersine aşağı bakan gözleri artık yine pencereye yapışmış olan kendisine dikilmiş. Ses çıkarmadan, suratındaki ifadeyi değiştirmeden, gözlerini kırpmadan bakıyor uzun uzun. Sonra odasına giriyor. Penceresini kapıyor, ışığını söndürüyor ve perdesini çekiyor. Kendini aptal gibi hissetmişti doğrusu! Bir kızı penceresinden dikizlerken yakalanmak gibi bir olayla ilk kez karşılaşıyordu. Kapı çaldı. Küçücük odasını ziyarete gelen de kim olabilirdi ki? Mantık aramadan, kapısını çalanın penceredeki kız olduğunu umarak, resmen koşarcasına, yatağın üstünde attığı kocaman bir adımla kapısına ulaştı. Gelen onun gibi yeni taşınmış olan çocuktu, Barış’dı sadece. Karanlıktaki Aydınlık: ‘Selin, saçmalıyorsun ama! Böyle bi’ yerde kalmaya devam mı edeceksin?! Yanıma taşınmanı önerdim sana, Cenk gitti işte sonunda!’ ‘İstemiyorum Ahmet, anla artık! Ailem-’ ‘Selin bu ne anlama gelir biliyor musun?’ ‘Ne anlama gelir?’ ‘Sen artık benden bıktın mı Selin?’ ‘Sen böyle düşünecek olduktan sonra, böyle bir şeyi aklından geçirecek olduktan sonra, senden bıktığımı yüzlerce kez bile söyleyebilirim!’ ‘Ya, şuraya bak ya! Karşında oturanla iç içesin, böyle kapkaranlık, doğru düzgün güneş girmeyen bir yerde... Kafes burası kızım, kafes!’ ‘Ya Ahmet saçmalama...’ ‘Hayır saçmalamıyorum, ben burada kalsam bunalıma girerdim valla!’ ‘Sen girerdin, ben girmiyorum ama!’ ‘Diyo’sun, ben farklıyım öyle mi?’ ‘Ahmet, öyle bir şey demedim ben...’ ‘Tamam, oyuncu olacaz diye bir anda artiz kesildik, ha?’ ‘Ahmet, kafanı topla ve öyle gel yanıma tamam mı?’ ‘Şimdi de kovuyor musun beni?!’ ‘Hayır kovmuyorum!’ ‘Yok yok anladım ben senin derdini!’ ‘Neymiş derdim? Ben de merak ettim!’ ‘Bilmiyormuş gibi konuşma, başkası var değil mi? O yüzden taşınmıyorsun yanıma, değil mi?’ ‘Ahmet...’ ‘Hayır Selin, yalana falan gerek yok.’ ‘Ya nereden çıkarıyorsun bunları? Böyle düşünüyorsan esas potansiyel sende demektir zaten!’ Sessizlik... ‘Hoşçakal Selin. İkinize hayatta başarılar!’ ‘Kimmiş o öbürü cidden merak ediyorum doğrusu...’ ‘Aman, benim tanımadığım biri olsun bari!’ ‘Ya Ahmet... Cidden fıttırdın oğlum sen!’ ‘Kafanı topladığında...’ ‘Benim kafam dağınık falan değil, en azından seninki kadar! Hadi git nereye istersen, istersen kal burada, benim için farketmez. Yeter ki arama beni, konuşma benimle, tamam...’ Güm!.. ‘..mı?’ İşte bu kadar. Yatağın üstündeki kutuya baktı. Aslında buradan taşınmayı o da istiyordu en başlarda. Bu karanlık olan aydınlıktan kurtulmayı. Ama karanlık olan aydınlıktan kurtulma durumunda az önce kapıyı çarpan (burada düşüncelerine ara verip az önce karşısında duran herife karşı aklından geçirdiklerini düşünmemeyi tercih etti) o... o... o insan çakmasının yanına gidecek olması... Planlara bir ara vermesini, istekleri üzerinde bir kez daha düşünmesini getirmişti. Karanlık olan aydınlık... Böyle lanet olasıca bir yere böyle bir adı kim verirdi ki? Mutlaka bir bildiği olmalıydı. Burası sahiden de o kadar karanlık mıydı hem? Perdelerini çekti, penceresini açtı.. Keşfetmesi gerekiyordu. Pencereden dışarı baktı ve gökyüzünü aradı yukarda bir yerlerde. Vay canına! Beyaz bulutlar, bulutların arasından görünen güneş... Hepsi gerçekti! Burası gerçekten de o kadar karanlık değildi. Başkalarına karanlık gözükse bile aydınlıktı burası. Aydınlıktaki karanlığın içindeki karanlıktaki aydınlığa bakıyordu şimdi. Pencere pervazına oturdu ve başını biraz daha uzattı yukarı doğru. Bulutlar! Hehe, mutlu olmuştu şimdi. Uzun uzun baktı yukarı, sonunda karanlığın içindeki bir parçacık aydınlığı keşfetmiş olmanın verdiği huzuru bütün içinde hissetti. Sırf bunu keşfetmediği için karşıdaki daireye girer girmez taşınan kızı düşünerek üzülmeye başlamıştı şimdi. Gözlerini aşağı dikti ve bir süre boyunca karşı pencerenin altındaki küçük duvar yazısına baktı. Acaba kim uğraşıp da üçüncü kat seviyesine sprey boyayla yazı yazardı? Sonra pencereye kaydı gözleri. Delikli tül perdeler yüzünden yüzü çok gözükmeyen, açık kahverengi saçları olan bir çocuk ona doğru bakıyordu. Gözlerini çocuğa dikti, delikli perdenin arasından uzun uzun bakarak çocuğu tanımaya çalıştı. Ama hayır, başaramamıştı, tanıyamamıştı. Kimdi bu acaba? Karanlıktaki aydınlığı keşfetmişti bu gün. Yorulmuştu, şu çocuğa elini kaldırıp hareket çekecek veya selam verecek kadar gücü bile bulamıyordu şimdi kendinde. Sonradan ne yapacağına karar verirdi mutlaka. Pencereden yukarı, apaydınlık gökyüzüne, şu binanın içinde oturanların arasından sadece ona ait olan gökyüzüne son bir kez daha baktı ve içeri girdi. Pencereyi kapadı, ışığını söndürdü ve perdesini çekti. Sonra çocuğu izlemeye başladı. Odasına biri girmişti şimdi. Başka bir çocuk. Odanın sahibi olan çocuk masasının üstüne oturmuştu. Orta boylarda bir kutuyu eline aldığını gördü. İçindekileri karıştırmaya başladı, bir yandan da arada sırada kaçamak bakışlar atıyordu onun penceresine doğru. Gelen çocuk yatağa oturmuş, bir sigara yakmıştı. Şu yeni taşınan tiplerdi bunlar. Demin bağırıp evden çıkan kızın erkek arkadaşı olmalıydı bu, kızın öfkeyle bağrışını iki binayı birbirinden ayıran eski tahta köşk duvarlarının arasından duymuştu çünkü. Çocuk belli ki arkadaşıyla o kavga üzerine konuşuyor, dert yanıyordu. Gerçi kendisiyle Ahmet’den bir farkları yoktu o ikisinin, şimdi kendisinin de birine dert yanması gerekmez miydi? Pencereden arada sırada ona bakan çocuğun elindeki kutu dikkatini çekti sonra -içinden çıkardıkları. Yatağının üstüne baktı. Onun kucağındaki kutuyla yaklaşık aynı boylarda olan kendi kutusuna. İçinde iki kot pantolon, iki kazak ve bir kaç tane manevi değeri olan biblo ile bir-iki defterin durduğu küçük kutuya. Kutudan süslü, mor bir şapka takmış olan bir kadın kafası biblosu çıkardı. Boynundan aşağısı kırılmıştı. Ama biblodaki kadının bakışlarından uzaktan, görünmeyen bir yoldan gelecek olan sevdiği kişiyi elinde çiçekleriyle umutla, dimdik beklediği belli olabiliyordu. Bakışlarında garip bir şey vardı, karanlıktaki aydınlığı keşfetmiş bir insan gibi. Gülümsedi, eşyalarını boşaltmaya başladı. II. Bölüm O gün 11:30 Aydınlıktaki Karanlık Kapıyı açtı ve anahtarı kapının arkasındaki askıya taktı. Elindeki iki tane poşeti yatağının yanına, yere bıraktı ve yatağına uzandı. Tavanına bakmaya başladı. Eskiden sıkıcı bir odası vardı, duvarlarını istediği renge boyayamadığı, içinde istediği müziği dinleyemediği, hatta istediği gibi yaşayamadığı bir evi vardı. Ama hangisi onun istediğiydi ki? İçinde istediği müziği dinleyebildiği bir oda için bu karanlığı seçmişti. Onun için hiç bir anlam ifade etmeyen salak bir kelime. Şu anda nefret etmekte olduğu dört hece için içinde istediği gibi olmasa da yaşadığı evi bırakmıştı. E-ko-no-mi... Canı cehenneme. Barış mıydı neydi, işte o çocuk az önce. Yani yaklaşık üç dört saat önce gelmişti odasına, Zeynep’inden ayrılmayı hiç istemediği konusunda uzun uzun konuşmuştu onunla. Bütün o süre boyunca onu dinlemediğini farketmemişti, bütün konuşma boyunca oturduğu masadan pencereden dışardaki boşluğa değil de, pencerenin karşısındaki pencereye baktığını anlamamıştı. Sonra... Karşıda oturan kız hakkında bir şey bilip bilmediğini sorduğunda aldığı cevap da hiç iç açıcı vcya umutlandırıcı değildi. Daha sonra... Binadan çıkıp Barış mıydı neydi, işte o çocukla kahve almak için markete gitmişti. Gittikleri zaman Barış’ın cüzdanının pantolon cebine sığmayacak kadar parayla dolu olduğu ortaya çıkmış, ona da cüzdanını evde unuttuğunu söylemek kalmıştı. Pantolonun yan cebinde taşıdığı kimlik ve paso dışında, pantolonunun arka cebindeki küçük not defteri dışında cebinde başka bir şey, bir cüzdan taşımasına pek gerek olmadığını, çünkü genelde onun içini dolduracak durumda olmadığını söylemeyi ise sonraya bırakmıştı. Uzun bir süre boyunca karanlık odasının karanlık penceresinden apartman aydınlığındaki karanlığı süzdü. Evet, şu merete ‘aydınlık’ adını veren insanda gerçekten bir sorun olmalıydı. Yani, işi mi kalmamıştı, apartman boşluğuna bakan odalara taşınan, öyle odalarda yaşayan insanlara boş umutlar vermek istemişti canı? Barış’ın ona ‘sonradan ödersin arkadaş!’ diyerek aldığı kahveyi, şekeri ve iki tane kupayı poşetten çıkardı. Sonra öteki poşeti kucağına alıp oturdu. Bu poşetin içinde kargodan alınmış ufak bir kutu vardı. Kutu. Kutunun bir önemi yoktu, kesinlikle annesi tarafından gönderilen kazaklar mazaklar olmalıydı. İçindeki anlık hiddet, uzun süreli umutsuzluk ve sürekli olan karanlığı bir kenara bırakmaya çalıştı, kutuyu odanın bir köşesine atmakla yetindi. Evet, orada duruyordu işte. Poşetin dibinde ufak bir zarf vardı. Zarfı kokladı. Meyva kokulu kalemle yazılmış yazıların kokusu bütün zarfı kaplamıştı. Heves ve korku duygularını aynı anda hissettiren bir an boyunca baktı zarfa ve adeta parçalarcasına açtı. İçinden bir iki tane fotoğraf çıkmıştı. Fotoğraflara hızla bir göz attı. Gariptir, hepsi manzara resimleriydi. Aralarında niye hiç o küçük burnunun, uzun saçlarının, alaycı gülümsemelerinin ya da uzun kirpiklerinin yer aldığı resimler yoktu? Katlanmış olan mektup kağıdını açtı. Yazının aşırı özenli yazılmış olmasından bile anlayabiliyordu cümlelerin ağır ağır yazıldığını, yazarken uzun uzun düşünüldüğünü -ortada bir şeylerin döndügünü. Fotoğrafları annenin hatırına koydum. Zarf dolu gözüksün, o mutlu olsun diye. Evet, bu hayatında gördüğü en berbat ağaç resmi olmuştu. Ya şu dalgalara ne demeli? Ufuk çizgisi bile yamuktu. Tıpkı şu anda kaşlarının çarpıldığı gibi, alnı gibi çizgi çizgiydi. Sinirle elini götürdüğü saçları kadar dağınık çalılar vardı resimlerde. Ama, hani muhtemelen beklenen, gözyaşları kadar tuzlu denizler yoktu resimlerde. Sadece denizler vardı. Gözyaşları yoktu çünkü. Gariptir, bu işe sevindiğini bile düşünecek gibi oluyordu. Yüzüğü sana geri gönderemedim, en yakın zamanda onu da yollayacağım ama. Pardon da başka neyi gönderdin ki? Fotoğrafların aramızdaki manevi bir bağlantıyı temsil ettiğini hiç sanmıyorum yani... Ama yapamayacağım bu işi, niye diye sorma. Ben de bilmiyorum. Uygun değiliz birbirimize. Tamam da sormamamı bekleyemezsin! Niye?! Bitti... Lütfen, arama beni. Sana yeni okulunda, yeni şehrinde, yeni hayatında başarılar dilerim. Söylemek kolay tabii! İçten bir dilek mi bu ama? ...Sessizlik. Bir an için hem dünyadaki, hem de kafasındaki sesler susmuştu. Evet, böyle bir günde, şu aydınlığın karanlığının loşluğunda hayattan beklediğim son şey meyva kokulu kalemle pembe kağıda yazılmış bir ayrılık mektubuydu. Çekebileceğim son şeydi bu. Aklına pencere pervazına oturan o kız geliyor. Oraya intahar etmek için oturduğunu sanmıştı. Aklına ilk gelen şey bu olduğuna göre benim aklımın önünde ya da arkasında, bilincinin altında ya da üstünde şu intahar kelimesinin bir yeri olmalıydı. Pencerenin perdesini çekti ve pencereyi açtı. Pencere pervazına dayadı kollarını ve aşağı baktı. Bir bacağını dışarı çıkardı. Aşağı baktı, boş duvara, karanlık yüzünden hiç bir şey gözükmeyen şu duvara. Aydınlıktaki karanlık gözlerini, aklını, bütün benliğini dolduruyordu. İkinci bacağını da çıkartacaktı şimdi işte. Sonra atacaktı kendini belki. Son dakika, son nefes, yapmak istediği son şeyler. Tam kızın sabah neye baktığını anlamak için kapkaranlık aydınlıkta başını yukarı kaldırıyordu ki, kızı gördü. Penceresine bir şey bantlıyordu. Bir kağıt. Gözlerini dikip kağıda baktı. Üzerinde bir şeyler yazıyordu. ‘Selam... :) ‘ Kız kağıdı yapıştırıyordu. Üst üste, üst üste bantladığı belli olan, kalınlaşmış bant tabakası yüzünden koyulaşmış olan camın ardından yüzü gözüküyordu. Kararlı ve hızlı bir şekilde kağıdı bantlayan ellerine bakmıyordu gözleri, dosdoğru ona bakıyordu. Derken onun da kendisine baktığını farketti ve hızla perdesini çekip ışığı söndürdü. ‘Sana da.’ diye geçirdi içinden. Uzun uzun kağıda baktı. Sonra pencereden dışarı çıkarmış olduğu bacağını içeri çekti. Kızın sabahleyin neye baktığını sonra görürdü artık. Yatağına yattı. Az önce aklından geçenleri ve o notu görmeseydi olabilecek olanları düşündü. Kalbi güm güm atıyordu. Uzun bir süre boyunca, aydınlığındaki karanlığı düşünerek yattı. Mektuba baktı, fotoğraflara baktı. Güzel fotoğraflardı hepsi aslında. Masasının üstündeki yığından bir bant buldu ve hepsini duvarına yapıştırdı. Karanlıktaki aydınlık: Gözlerini açtı. Uyuya kalmıştı yine. Yanağının hemen yakıkında boynundan aşağısı kırılmış ve kaybolmuş olan mor şapkalı bir kadın biblosunu görünce en başta nerede olduğunu anlamakta güçlük çekti. Bir an için eski evindeki yatağında olduğunu... Gerinirken eliyle çarparak komodinin üstünde boynundan yukarsıyla birlikte duran biblosunu yatağına düşürdüğünü düşünmüştü. Masasının üstündeki duvara çakılı eski moda duvar saati öttü. Saatin bilmem kaç buçuk olduğunu belirtmek istercesine, sadece bir kere. Yatağından doğruldu ve yere düşmüş olan kutuyu alıp yatağın üstüne koydu. Mor şapkalı kadın biblosundan elinde kalmış olan parçaya, kadının yüzüne baktı sonra. Uzaklardaki görünmeyen bir yola odaklanmıştı bu gözler, elbet bir gün gelecek birini bekliyorlardı vucudunun dimdik durduğunu belli eden gururlu bir edayla. Biraz hüzünlü bir hava da yok değildi bu gözlerde, ama dudaklarındaki gülümseme örtüyordu bunu. Kutunun içinde kalmış olan son bir kaç eşyayı da ufacık odasının çeşitli köşelerine yerleştirdikten, tıktıktan ve sakladıktan sonra gerindi. Bu gün acaba çeşitli yerlerde buluşmak için söz verdiği arkadaşlarından hangisini ekmişti? İçini kocaman ve kapkaranlık bir karamsarlık dolduruyordu yine. Tabii, karamsarlığın apaydınlık olmasını bekleyemezdi zaten, ama içini aydınlatması gerekiyordu, bu kesindi. ‘Ya, şuraya bak ya! Karşında oturanla iç içesin, böyle kapkaranlık, doğru düzgün güneş girmeyen bir yerde... Kafes burası kızım, kafes!’ demişti Ahmet. Canı cehenneme Ahmet’in! Burası bir kafes değil. Nerede benim gökyüzüm? Penceresine doğru gitti. Perdesini ağır ağır çekiyordu. Evet, şimdi görmüştü aydınlığını, aydınlığının karşı duvarını. Tam perdesini tamamen açacaktı, tam gökyüzüne bakmak için kafasını uzatacaktı ki, telefonu çaldı. Arayan kim? Bir arkadaş. Ne için arıyormuş? Neden gelmediğini sormak için. Mazereti neymiş? Hastaymış. Kendi ağzından çıkana kendisi inanmıyor ya neyse. Zavallı kız, bir saat boyunca vapur iskelesinin önünde ağaç olmuş, biliyor muymuş kendisi bunu? Bir gün üç arkadaşını birden ekmemeyi öğrenmesi gerekirmiş, Ahmet’den ayrılmış bu sabah, biliyorlarmış. Ama bu kadarı da fazlaymış yani. ‘Neyse, ben sizi tekrar ararım, siz gidin.’ dedi en sonnuda, hala konuşan kızın sözünü keserek. Telefonu kapattı. Penceresinden dışarı bakmaya gerçekten ihtiyacı vardı şimdi. Perdesini araladı ve taş kesildi. Çocuktu gördüğü, gökyüzüne bakmaya niyetli değildi, ama penceresini açmış ve dışarı uzanmıştı. Gözleri dimdik aşağı bakıyordu. Atlayacak mıydı yoksa? Ücüncü katın aydınlığından kendini atarak intahar eden kimseyi duymamıştı şimdiye kadar, ama apartman boşluğundan kendisini izleyen kimseyle de karşılaşmamıştı şimdiye kadar. Farklıydı bu çocuk, onu durdurması gerekir miydi? Atlayacak mıydı? Penceresini açmak istemiyordu, onunla konuşmak, tanışmak istemiyordu. Neden olduğunu bilmiyordu ama küçük kabuğunun kapısını açmak, minik hücresinden çıkmak istemiyordu şimdi. Yanlızlığını biriyle paylaşmak. İstemiyordu. Çocuk aşağı bakıyordu dimdik. Bir bacağını dışarı çıkarmıştı. Kağıt, kağıt... Bana bir kağıt gerek. Hemen yan odada oturan kızın yanına gitti. Büyük bir parça kağıt istiyordu. Ne kadar büyük bir parça? diye soruyordu kız. Bilmiyordu, en fazla ne kadar verebilirse? İki saniye sonra elinde bir kağıt ve bir yapışkan bantla odasına geri dönmüştü. Çocuk hala pencerede oturuyordu, geç kalmamıştı. Ama şimdi ikinci bacağını da atacakmış gibi bir hali vardı doğrusu. Kağıdın bir yüzüne bulabildiği en koyu gazlı kalemle bir şeyler yazmaya başladı. Aklına ilk gelen kelimeyi yazmıştı. İşte bu kadar! Niye konuşmamıştı peki? Bilemiyordu. Konuşamayacak gibi hissediyordu kendisini. Kendi kendine konuşmaya başladı. ‘Üzümünü ye, bağını sorma... Bir üzüm yemiyorsan bile, ne halt yiyorsan ye, n’alaka diye sorma...’ bir süre sonra kendi kendine saçmalamaya başladığını anladı ve sustu. Kağıdı aceleyle penceresine yapıştırdı. Dışarda yağmur yağıyordu. Çocuğun saçları sırılsıklam olmuştu. Kağıdın arkasından çocuğa bakmaya başladı. Bir yandan da elindeki bantla kağıdın çevresinden bir kez daha, bir kez daha geçiyordu. Dalgın dalgın aynı yerden kağıdı cama dördüncü kez tutturmuştu ki çocuğun ona baktığını farketti. Hemen geri çekildi, perdesini çekti ve ışığını söndürdü. Perdenin aralığından çocuğa bakmaya başladı. Odasına giriyordu. Penceresini kapamıştı şimdi, perdeyi çekmemişti ama. Duvarına manzara resimleri yapıştırıyordu. Gülümsedi. III. Bölüm O gün: 21:45 Aydınlıktaki Karanlık Fotoğraflara, tavana, pencereden dışarıya, aydınlıktaki karanlığa baka baka ders çalışıyordu. En azından yapmaya çalıştığı şey buydu. Puf! Gözlerini defterin karalamalarla dolu sayfasına odaklamaktan ve boş boş düşünmekten vazgeçti. Masasının çekmecelerini karıştırmaya başladı. Aslında Duygu’nun attığı şu mektubun kağıdı yeterince büyüktü. Hemen kalemliğine uzandı ve tükenmez kalemi alarak kağıdın üstüne boylu boyunca bir yazı yazmaya başladı. Üzerinden geçti, bir daha geçti, yazının kenarlarını kalınlaştırdı ki, okunabilsin. Fotoğrafları yapıştırmak için kullandığı bantı ne yapmıştı?! Bitirmişti tabii ki. Tıpkı Duyğu’su yüzünden kendisini bitirdiği gibi. Tıpkı şu lanet günü bitirdiği gibi. Tıpkı çevresindeki aydınlık dünya, gökyüzü gibi bitmişti bantı da. Mektup kağıdının altındaki, eskiden ders notlarıyla dolu olan, aslında hala ders notlarıyla dolu olan, ama şimdi karalamalar yüzünden zaten azıcık olan notların da okunamadığı sayfaya baktı. Her yere ‘selam :)’ yazmış durmuştu. Yeter!!! Kalemini öfkeyle yere attı, mektup kağıdını masanın bir köşesine sert bir el darbesiyle gönderdi, başını ellerinin arasına aldı. Gözlerini kapayınca Duygu’nun sesini duyuyordu, çevresinde kocaman bir karanlık vardı. Şu lanet olasıca teoride aydınlık olan apartman boşluğuna bakan penceresi bile bir işe yaramıyordu doğrusu. Işığını söndürdü ve penceresine yaklaştı. Kapalı perdesinin kenarındaki bir aralıktan karşı pencereye baktı. Tam o sırada karşı taraftaki perde de oynamıştı. Soğuk renklerine rağmen pırıl pırıl parlayan bir çift yeşil gözle karşılaşmıştı. Tülün ardından kızın da pencereye yaklaşmış olduğunu farketti. Şimdi kız ona elini sallıyordu işte. Niye? Birden cama dayadığı elindeki kağıda kaydı gözü. Kendi eline. Tükenmez kalemle ‘Sana da.’ yazdığı pembe mektup kağıdının üzerine. Kıpırdamadan baktı kıza, ne gülümsedi ne de gözlerini kırpabildi. Kız da elini cama dayamıştı şimdi. Bu kız ne istiyor peki? Bitik olduğumu anlamış olmalı, yoksa çöktüğüm sırada niye dikkatimi çekmişti ki? Niye beni engellemişti? Acaba bunları niçin yapmıştı, ve niye bunları yaparken hiç konuşmamıştı? Peki kendisi niye hiç konuşmamıştı onunla? Kızın masasına eğildiğini gördü. Doğruldu ve aralarındaki iki cam ve karanlık bir aydınlığın arasından kızın ne yaptığını anlamaya çalıştı. Bir şeyler yazıyordu. Biraz sonra defterini cama götürdü ve ona gösterdi. Üstünde kıpkırmızı ispirtolu kalemle ‘Hoş geldin’ yazılıydı. Sayfayı çevirdi, daha büyük harflerle bir yazı vardı yeni açılan sayfada da. ‘Nasılsın?’ Ne yapacağını şaşırmıştı. Kafasını kaşıyarak masasına eğildi. Nasıldı? Kendini iyi mi hissediyordu? Kötü müydü? Niye kötüydü? Kimdi bu kız? Ne yazsaydı? Nasıldı? Nasıldı? Nasıldı? ‘Daha iyi günler de görmüştüm’ yazdı defterinin bir sayfasına ve cama tuttu. Komik bir anlaşma yoluydu bu. Odasından çıksa, merdivenlerden inse, apartman kapısını açıp sokağa inse ve yan apartmandaki zillerden birine bassa... Hatta... Hatta sadece penceresini açsa bile normal bir şekilde konuşabilirlerdi! ‘Ben de.’ diye yazmıştı kız. Tekrar sayfayı çevirdi. 'Bu gün niye aşağı bakıp durdun?’ İyi soru... Gerçekten, gerçekten çok iyi bir soru, ama şimdi nedenini kendisi de hatırlayamıyordu. Cevap gerçekten de aklına gelmemişti, gelememişti. Aslında cevap yoktu çünkü. ‘Hiç bir fikrim yok, biliyor musun?’ yazdı defterine. Sonra öbür sayfayı çevirdi. ‘Bir nedenim olsa o zaman atlar mıydım acaba?’ ‘Bence hayır.’ yazıp defterini cama tuttu kız. ‘İnsan bir aydınlıtka aşağı atlamaz bi’ kere.’ gülümsediğini gördü. Gülmemek için kendini zor tutuyor gibi bir hali vardı. Saçlarını yine bir kalemle ya da öyle ince uzun bir şeyle toplamış, topuz yapmıştı. Aslında ilk defa kızın yüzünü tül, perde, herhangi bir engel olmadan görüyordu. Üstelik kızın odasındaki mumlar da yanıyordu şimdi, etraf aydınlıktı. Sanki gecenin, aydınlığının, benliğinin bütün karanlığına rağmen çevresi aydınlanmıştı. Mum ışığıyla da olsa, loş da olsa, bir ışık görmek hoştu doğrusu. ‘Niye üzgünsün?’ diye yazmıştı kız. Harika. Cevabı neydi? Bu cevabı tek bir kağıda doldurabilir miydi? Defterine büyük harflerle ‘1 DK’ diye yazıp kıza gösterdi ve defterdeki başka, boş bir sayfayı açtı. Yazmaya başladı. Yazdı, yazdı. Aklından ne geçiyorsa, içinde neler varsa. Hepsini yazdı, evinden ayrılışını, odasını bırakışını, şehirden taşınışını, sonra Duygu’nun gidişini. Atlamayı düşünüşünü, niye bunu düşündüğünü, bunu nasıl düşünebildiğini. Her şeyi yazmıştı. Bu karanlık odaya gelmesinin nedenini, burada niye kaldığını anlamadığını, gökyüzünü çok sevdiğini. Bir sayfa boyunca. Arada bir dönüp kıza bakıyordu, orada olduğundan emin olmak için. Cama yaklaşmış, ilgiyle yazmakta olduğu şeye bakıyor oluyordu kız, her ona döndüğünde. Kağıdı aldı ve buruşturdu. Küçük bir top haline getirdi. Sonra kaşla göz arasında odasından çıkıp Barış’dan bir bant aldı. İki tarafı da yapışkan olan bantlardandı bu. Top haline getirdiği kağıdın her tarafına küçük küçük parçalar yapıştırdı bundan. Bunu yaparken gülüyordu, uzun süreden beri ilk kez. Uğraştığı şeyin saçmalığını farkeden kızın da içten kahkahalar attığını görebiliyordu. Penceresini açtı. Kız merakla bekliyordu, penceresi kapalı bir şekilde. Top haline getirdiği kağıdı pencere pervazından uzatabildiği kadar uzattığı koluyla kızın penceresine doğru attı. Kolunun ulaştığı yerle pencere arasında yarım metreden de az bir mesafe kalmıştı. Kağıt pencereye yapıştı. Kız onun tekrar odasına girmesini ve penceresini kapamasını bekledikten sonra kendi penceresini açtı ve pencere pervazına yapışmış olan kağıdı söküp aldı. Açıp okurken bir yandan da yatağının üstünde yaylana yaylana volta atıyordu. Kız kağıdı alıp okumayı bitirdiğinde ona baktı uzun uzun. Sonra kağıdın öbür yüzüne bir şeyler yazmaya başladı. Bu sefer bekleme sırası kendisindeydi. Bekledi, uzun uzun bekledi. Odasındaki flüoresan lambayı da yakmıştı artık. Kağıdın kendi penceresine yapışırken çıkardığı sesi duyunca kafasını kaldırdı, uzun bir süredir kızın penceresinin altındaki duvara, oradaki örümcek ağına bakıyordu. Penceresini açtı, kağıdı aldı ve okumaya başladı. Okumayı bitirdiğinde kıza baktı. Yüzünde ilginç bir gülümseme vardı. Defterinden bir kağıt daha kopardı. Üstüne ‘Neden bu karanlık yerde kaldın?’ yazdığı kağıdı camına dayadı. Kızın yüzündeki ifade değişmişti. Gözlerinde ilginç bir bakış vardı. Acıyan, eskiyi hatırlayan, parıl parıl ve belki de biraz öfkeli. Nasıl olduğunu bilmiyordu, ama ince tül perdenin ardından kızın bakışları sadece bunları anlatıyordu. Sadece mi? Bir çift göz, tanıdığı tanıyacağı hangi bir çift göz bunları aynı anda anlatabilirdi? Kız ani bir hareketle kafasını iki yana salladı. Perdesini hızla camının önüne çekti ve içerde yanan mumların hepsini söndürdü. Cama doğru tuttuğu elini indirdi ve tuttuğu kağıda baktı. Ne demişti de kız bir anda tavrını değiştirmişti ki? Sorduğu sorunun onun için ne anlama geldiğini şimdi anlayabiliyordu. Anlayabiliyor muydu ? Evet. Sonunda birini bulmuştu, farklı birini ve onu da kaybetmişti işte. Onu da bitirmişti. Alnını cama dayadı, artık kızın kendisini gördüğü, görmediği ilgilendirmiyordu onu. Pencere pervazına koyduğu küçük bibloya baktı. Elinde bir demet çiçek tutan, mor elbiseli bir kadın figürü. Boynundan yukarsı kırılmıştı. Ama hareketsiz vucudunun dik ve kendinden emin duruşu, kırılgan ve ince bedeninin uzaktaki, görünmez bir yoldan gelecek olan birini beklerken heyecanla titrediğini anlatabilecek kadar canlıydı. Doğrusu o biblonun yüzünü bir kez olsun görmek isterdi. Yüzünün nasıl olduğunu, gözlerinin nasıl parladığını. Masasının başına geçti, gözlerini sayfalarını kopara kopara iyice azalttığı defterine dikti. Eline kalemini aldı ve ders notlarının üstüne eğildi. Kalem yazmıyordu. Bitirmişti onu işte. Bitirmişti tabii ki! Tıpkı karanlık yüzünden kendisini bitirdiği gibi. Tıpkı şu lanet günü bitirdiği gibi. Tıpkı karşı penceresindeki arkadaşı gibi bitirmişti kalemi de. Ders notlarının arasında biriki tane ‘selam :)’ yazısı duruyordu. Onlara baktı, ışığının açık olmasına, perdesinin açık olmasına aldırmadan yüzünü defterine yasladı. Kendini daha fazla kontrol altında tutamayacaktı. Şimşekler çakmaya başlamıştı. Gökyüzünün taa nerelerinden düşen yağmur damlaları bitişik iki binanın çatısında, balkonlarında, bacalarında, antenlerinde. Ve kapkaranlık aydınlığında şıpır şıpır sesler çıkararak farklı yüzeylere çarpıp binlerce küçük parçaya ayrılıyorlardı. Karşı pencereden artık gözükmeyen odadan iki tane kızın kahkaha sesleri yükseliyordu. Kızın bir arkadaşı gelmiş olmalıydı. Kız için sadece bu kadar önemliydi işte, az önce suratına karşı çektiği perde onun için şu anda bir anlam ifade etmiyordu işte. Aydınlığımdaki karanlık dünya. Nasılsın? Sana geri döndüm sanırım. Defterini kapattı. Askıdan ceketini aldı hızla. Daha onu üstüne giymemişken, ışığını söndürmeden, perdesini çekmeden dışarı çıktı, kapıyı hızla kapattı. Karanlıktaki Aydınlık Tanrım. İki saniye kıpırdamadan durmaz mıydı bu çocuk? Gülümsedi kendi kendine. Hem çocuğa, hem de kendine güldü. Çünkü o dakika başı başka yerlere dik dik bakarak ders çalışıyordu, kendisi ise masanın üstünden bilgisayarı indirmiş, masasına bağdaş kurup oturmuş, penceresinin kapalı perdelerinin arasından çocuğu izliyordu. Çocuğun hareketlendiğini gördü. Perdeyi iyice kapadı ve iyice geri gitti. Şimdi saçlarının yüzüne düşmesine izin veremezdi. Masasından kalkıp yatağının üstünde yürüyerek odasının öbür köşesine gitti, duvara çakılı raflarda göz gezdirdi bir süre. Sonra eline geçen ilk ince uzun şeyle (ki eline gelen ilk şey bir arkadaşının yağlı boya fırçası olmuştu) saçlarını arkasından topuz yaptı ve tekrar eski yerine kuruldu. Tam perdeden uygun bir delik yakalayıp karanlık odasından karşı pencereyi süzmeye devam edecekti ki, çocuğun da ona baktığını farketti. Bir an için göz göze gelmişlerdi. Bir an için hüzünlü ve durgun gözüken o donuk gözleri, o donuk gözlerin içinde birikmiş olan onca anlatımın yarattığı parıltıyı her yerinde hissetti. Hemen gözlerini kaçırdı ondan, gözleri yerine elindeki kağıda bakmaya başladı. Üzerinde ‚Sana da...’ yazan kağıda. Sana da. Sana da. Ne anlama geliyordu bu şimdi?! Tabii ki! Bu sabah onun kendi penceresine astığı kağıda cevaptı bu! Bir an için penceresini açıp çocukla konuşmayı düşündü. Ama hayır, neden olduğunu bilmiyordu, ama yapmaya cesaret edebileceği son şeydi bu. Hemen yatağının üstündeki bir defteri kaptı, bir sayfa açtı ve ‘Hoş geldin’ yazdı kalın ispirtolu kalemiyle. Sayfayı hızla çevirdi ve yine yazdı. ‘Nasılsın ?’ Sayfaları ona sırayla gösterdi. Sorduğu sorunun çocuğun üzerinde yarattığı etkiyi görünce şaşırdı. Uzun süre beklemişti çocuk. Yazdığı cevap da o kadar iyi sayılmazdı. ‘Daha iyi günler de görmüştüm’ Doğru söylüyordu, muhtemelen ikisi de çok daha iyi günler görmüşlerdi. Sonuçta o da öyle her gün sevgilisinden ayrılmazdı, değil mi? O da her gün ev bellediği odasından taşınmaya karar vermezdi. Karanlıktaki aydınlığı keşfetmiş olmak bile bazı su götürmez gerçeklerin (veya üzücü haberlerin) üstünü kapatamıyordu. Pollyanna’yı severdi o, Mutluluk Oyunu’nu arada bir oynardı hatta. Ama her zaman değil, mümkün olduğu kadar az. Bu oyunu oynamasını gerektirmeyecek bir yaşam kurmaya çalışıyordu kendi etrafında. Defterinden başka bir sayfa açtı. ‘Ben de.’ sayfayı çevirdi ‘Bugün neden aşağı bakıp durdun?’ diye yazdı. Gülümsedi. Bunu yapmalarına ne gerek vardı ki? Alt tarafı şimdi odasından çıksa, merdivenlerden inse, sokakta neredeyse bir adım bile atmadan hemen yan apartmana girse ve merdivenleri geçip en köşedeki kapıyı çalsa. Ya da bütün onlara gerek yoktu, sadece penceresini açsa bile. Normal bir şekilde sohbet edebilirlerdi. Kabul etmek gerekirdi, eğlenceliydi bu yaptıkları. Konuştukları konu ne olursa olsun. Çocuğa baktı. Açık kahverengi ve biraz uzunca saçları, kahverengi durgun gözleri, biraz büyükçe bir burnu ve sorulan soruya aradığı cevabı düşünmekten yatay bir çizgi halini almış olan ince dudakları vardı. Masasından doğruldu ve yandaki rafa uzandı. Çaktığı bir kibritle önce masasının çevresindeki bir kaç mumu, sonra da sigarasını yaktı. ‘Hiç bir fikrim yok, biliyor musun?’ Çocuk defterini pencereye tutmuştu. ‘Bir nedenim olsa... O zaman atlar mıydım acaba?’ ‘Bence hayır.’ yazdı hemen. Aklına karanlıktaki aydınlık gelmişti. Böyle en kuytu yerine kadar aydınlık bir umutla dopdolu olan bu karanlıkta atlanmazdı. ‘İnsan bir aydınlıtka aşağı atlamaz bi’ kere.’ gülümsedi. Bunları sadece onu biraz daha hayatta tutmak için söylediğini sanıyor olmalıydı şu çocuk. Konu ne olursa olsun, gülmek sitiyordu canı. Kendini doya sıya bir kahkaha atmamak için zor tutuyordu. Ama yine de... Merak ettiği bir şeyler yok da değildi. ‘Niye üzgünsün ?‘ diye yazdı. Çocuğun uzun bir süre boyunca düşünmesini izledi, sonra da defterine bir şeyler çiziktirmesini, ‘1 DK’ yazdığı kağıdı penceresine tutmasını, sonra masanın üstündeki bir kağıda uzun uzun bir şeyler yazmasını, odadan çıkmasını ve elinde çift taraflı bantla geri dönmesini. Kendini tutamadan güldü, birinin neden üzgün olduğunu merak ederken, onu avutmak için... ya da ne bileyim? Onu mutlu etmek, hiç değilse dertlerini unutmasını sağlamak için aklından geçen kelimelerden ona söyleyeceklerini bulmak için hepsini ince ince elerken kahkahalarla gülmek saçma bir şeydi doğrusu... Çocuk üstüne uzun uzun yazdığı kağıdı buruşturmuş, bir top haline getirmişti. Çevresine küçük küçük parçalar halinde bantlar yapıştırmıştı. Onun penceresini açtığını farketti. Aralarında zaten az bir mesafe vardı. Kolunu uzattığı anda açık pencereden uzanan o kola dokunabileceğini, elindeki o kağıdı alabileceğini biliyordu. Ama bekledi. Konuşmamıştı, ona seslenmemişti. En başta ona bakmamıştı bile. Şimdi de ona dokunmayacaktı işte. Niye mi? Niye olduğunu kendisi de bilmiyordu doğrusu. Çocuk uzandı ve kağıdı kendi camına doğru attı. Kağıdın cama yapıştığını farkedince irkildi, böyle bir durumda hemen burnunun dibine uçan bir şey o kadar da bekleyeceği bir şey değildi. Çocuk tekrar camının arkasına geçti ve camını kapattı. Kendi camını açtı, kağıdı aldı ve penceresini kapattı. Kağıtta yazanları okudu. Evet, cidden daha iyi günler de görmüş olmalıydı o. Ama kendisi de daha iyi günler görmüş olmalıydı. Masasının üstünden bir kalem aldı ve kağıdın arkasını okunabileceğini umduğu bir yazıyla doldurmaya başladı. Ahmet’ten bahsetti, ayrılıklarından, okula gelirken bir biblosunun kırıldığından, buraya ilk taşındığı zaman hissettiği duygulardan. Ama bir hafta sonra alıştığını, onun geldiği şu gün içersinde hayatının çeşitli açılardan çok değiştiğini de söyledi. Artık istese de taşınamayacağı üç oda bir salonluk kocaman ve güzel manzaralı evi anlattı. Oraya taşınamamasının nedenini söylemedi ama, Ahmet’in tavırların anlattı biraz daha sadece. Aklına ne geldiyse, iyisiyle kötüsüyle her şeyi yazdı. Sadece karanlıktaki aydınlığından sözetmedi. Onu biriyle paylaşmak istediğinden emin değili henüz. Penceresini açtı, kağıdı karşı pencereye doğru attı ve penceresini kapatıp tekrar masasına oturdu. Çocuğun kağıdı okumasını izledi, gülümsediğini gördü. Sonra kendi defterine bir şeyler yazdığın.. ‘Neden bu karanlık yerde kaldın?’ diye sormuştu çocuk. Aklından bir an için karşısındakinin Ahmet’e ne kadar benzediği düşüncesi geçti. Sonra kafasını hızla iki yana salladı şöyle bir iki kez, uyanmaya çalışıyordu. Kendisine kızmıştı onu Ahmet’e benzettiği için. Oysa bu çocuk ona sitem ettiği veya sinirini bozmak istediği için sormamıştı bu soruyu. Sonra çocuğa döndü. Tam defterine bu soruya cevap veremeyeceğini yazacaktı ki, kapısı çaldı. Perdesini hızla kapadı. Gelen Tuğba’ydı, kapıyı rüzgar gibi açışından anlamıştı bunu. Ve rüzgar gibi açılan kapıyla birlikte içeri giren rüzgar da doğal olarak bütün mumları söndürmüştü. ‘Kızım hazırlan!’ dedi içeri girer girmez. ‘Unuttun herhalde, yarım saat sonra öbürküler ile buluşuyoruz!’ ‘Öbürküler?’ dedi soru sorarcasına. Tuğba’nın penceresinden neye baktığını görmesini istemiyordu doğrusu. Kesinlikle berbat ederdi havayı. ‘Ya Cihan, Derya falan varmış yanlarında.’ diye mırıldandı Tuğba. ‘Bizim tayfa işte, sen de çık artık şu Ahmet bunalımından yani!’ ‘Ahmet bunalımına girmedim, girseydim de daha kimsenin anlamasına olanak tanımamış olurdum, çünkü herifle sabah ayrıldık!’ diye konuşmaya başladı. Sonra Tuğba’ya baktı. Sanki onun açıklamaları umrundaydı. Hım.. Böyle güzel bir havada odasına tıkılıp kalmak da pek eğlenceli olmazdı aslında. En azından o an için öyle gözükmüştü. Tuğba cep telefonuyla konuşuyordu. Derken yüksek sesli bir kahkaha attı. Tanrım, bu kız cidden çok yapaydı. Nasıl olmuş da onunla arkadaşlık etmeye başlamıştı, artık kendisi de anlamıyordu. Odasının köşesinde duran ortasından çatlamış, ikiye ayrılmış aynaya doğru gitti ve saçını düzeltmeye başladı. Üstündeki kazakla pantolon idare ederdi. Hemen yüzünü gözünü şöyle bir boyamaya başladı. Bir kaç tane daha bileklik taktı ve aynanın önünde kendisine son bir kez baktı. ‘Tamam,’ diye mırıldandı Tuğba’ya bakarak. Tuğba yatağına bağdaş kurmuş birine mesaj çekiyordu. Sırt çantasını yatağının dibinden aldı. Tam odasının kapısın kilitliyordu ki, aklına çocuğa bir şey demediği geldi. ‘Tuğba, sen çık. Ben odada bir şey unuttum, geliyorum şimdi.’ diye mırıldandı. Kapısını çekti ve penceresini açtı. Kötü. Çok kötü. Cama doğru bir adım attı. Perdeyi çekip karşısındaki odaya gülümserken gördüğü tek şey sinirli bir elin hızla kapadığı kapının yarattığı rüzgâr yüzünden duvardan düşen bir fotoğraftı. Gözlerini yere dikti. Niye burada kalıyordu hala? Niye cevabı söyleyememişti? Cevabı neydi ki? Aslında cevabı açıktı, karanlıktakı aydınlığı bilen, bilebilen tek kişi olduğu için kalıyordu burada. Kapıya doğru giderken masasının üstündeki kırık biblosundan arta kalan parçaya gözü takıldı. Mor şapkalı kadının son derece sevimli gözüken yüzüne. *** ‘Selin !’ diye bağırıyordu Tuğba. ‘Kızım treni kaçırıyoruz, farkındasın değil mi ?’ ‘Geliyorum !’ çantası yere düşmüştü. Çok sevgili biblosu kırılmıştı. Yeri geldiğinde onu hayata bağlayan, yeri geldiğinde içini umutla dolduran o biblosunun kafası boynundan itibaren kopmuş, bedeninden ayrılmıştı. Aceleyle iki parçayı da bütün hayatını içine sığdırdığı kutusuna atmıştı, en azından o an öyle yaptığını sanmıştı. Daha sonra Tuğba ve Derya’nın ardından trene binerken içlerindeki yeni şehre gitme heyecanını yaşayamamıştı. Erkenden taşındıkları o odalarını okuldan önceki üç boş haftada ne hale getirecekleri konuunda hayal kuramamıştı. Çünkü tam trenden dışarı, sevgili şehrine son bir kez bakacakken biblosunun boynundan aşağısının boylu boyunca yerde, insanların ayakları arasında yattığını farketmişti. Tren hareket etmişti. Aman, ne güzel bir başlangıç. *** Telefonu çalıyordu. Çaldıranın adını bile bilmediği şu çocuk olduğunu düşündü bir süre için, bomboş bir umutla. Ama Tuğba çaldırıyordu, penceresine baktı, biblosunun başına. Mor şapkasını okşadı hafifçe parmağıyla. ‘Hiç olmazsa birazcığın duruyor hala bende.’ diye mırıldandı. Odasından çıktı. IV. Bölüm O gün. 4:50 Aydınlıktaki Karanlık Elinde yükler vardı. Sırtında bir çanta, bir elinde arkadaşının bavulu, öbür elinde de ufak karton bir kutu. Kutu çok büyük değildi ve içi tıka basa doluydu. Bütün gücüyle çektiği ve arkadaşına ait olan şu devaba bavulun yanında komik kaçacak ölçüde ufaktı. ‘Hadi!’ diye seslenmişti Barış. Evet, adı Barış’tı. Şu adı bir türlü aklında tutamıyordu doğrusu, belki de onunla sadece kendine oda ararken bir emlakçıda karşılaştığı içindi bu. Elinde dolu bir poşet vardı Barış’ın. Garın büfesini sadece yedi saat süren şu yolculuk için yanına almış gibi gözüküyordu. İki gün sonra okulu başlıyordu. Görmeden kiraladığı odası konusunda sahibi olduğu eski evin odalarını öğrencilere kiralayan yaşlı ev sahibinin dediği tek şey biraz küçük olduğuydu. Odanın nereye baktığı konusunda sorduğu soruyaysa cevap alamamıştı. Ama o fiyata başka kimse oda vermediği için de bunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Barış’ın bavulunun ve içinde yüzdüğü karanlığın ağırlığı altında ezilir ve terlerken düşüncelerinde yoğunlaşmış, yürüyüş temposunu yavaşlatmıştı. Kalkmak üzere olan trenin artık kesinlikle kalkacağını belirten bir düdük sesi duyuluyordu. Barış ona bakıp yarı endişe yarı öfkeyle yanına çağırıyordu. Bavulun kayışına biraz daha asılı, gözlerini yere dikti ve adımlarını hızlandırdı. Çarptığı insanları umursamıyordu. Tıpkı ona çarpan insanların onu umursamadığı gibi. Ama durdu. Önünden insanların farklı yönlere giden nehirler gibi aktığı şu yolda, peron numarasının yazdığı sütunun yanında bir şey vardı. Ufak bir süs. Boynundan yukarsı kırılmış bir kadın heykeli. Zayıf ama kendinden emin olan ve dimdir duran bedinini kaplayan mor bir elbisesi vardı. Bir kolunun altında büyükçe bir çiçek demeti tutuyordu, birini bekliyordu sanki. ‘Hadisene!’ diyordu yanına gelmiş olan Barış. ‘Napıyorsun yerde öyle?!’ Kutusunun kapağındaki bantı tekrar yapıştırmaya uğraşıyordu. ‘Bir -bir şey düşürmüşüm de... Onu aldım.’ ‘Tren kalkıyor dostum! Okula gitmeden önce odana yerleşmek istemiyor musun?’ ‘Hayır.’ deyip trene bindi. Barış’ın arkasından gözlerini devirdiğini farketmişti ama ses çıkarmadı. Koltuklarına oturduklarında kutusu açtı ve içine, kazaklarından birinin arkasına özenle koyduğu heykele baktı. Heykelin yüzünün nasıl gönürdüğünü çok merak ediyordu doğrusu. Tren hareket etti. Hoşçakal şehir. Olabilecek en uzak zamanda, beni beklediklerinden emin olamadığım insanları görmek zorunda kahana dek hoşçakal. *** Gözlerini açtı ve geçmişi düşünmeyi bırakıp merdivende yanında duran şişeden bir yudum daha aldı. Geçmişi hatırlamak veya üzülmek, sarhoş olmak veya cıvıtmak, herhangi bir şey istemiyordu bu şeyi içerken. Sadece düşünmek için bir grup arkadaşını sattığını ona unuttursundu yeter. Apartmanın merdiveninden kalktı. Gerindi. Uzun süredir oturuyordu burada, kafasını dizlerine dayayarak, saatlerden beri. Önünden bir grup geçmişti az önce, sokağın sonuna kadar devam etmişlerdi, sonra iki köpek gelip onun yanında oyalanmışlardı bir süre. Gökyüzündeki karanlığı yavaş yavaş silen güneş yavaş yavaş çıkıyordu görünmeyen bir ufkun ardından. Bu saate kadar zaten sokaklarda dolaşacaktıysa, oyalanacaktıysa niye arkadaşlarına takılmamıştı ki? Sorusunun mantıksızlığına güldü, cevabı bira şişesinin içindeki kabarcıklar kadar ortadaydı aslında. Düşünmüştü bu saate kadar. Kızın ona niye cevap vermediğini, biri ona bu soruyu sorarsa cevap veremeyeceğini. Bu soruyu sormasının saçmalığını, kızın cevap vermemesinin aslında normal bir şey olduğunu. Fazla özel bir soruydu bu sonuçta, belki de kızın parası yoktu, ya da belki de... Belki de ne bileyim? Kız karanlıkta oturmayı seviyordu! Kafasından türlü türlü ve hiç birinin doğru olmadığına inandığı nedenler sırayla geçiyordu hiç durmadan. Bira şişesini merdivende unuttuğunu daha sonra anımsamıştı, ama şimdi çoktan ikinci kata varmıştı bile. Hımm... Demek ki odasına dönüyordu. Bir kat daha... Ağır aksak adımlarla bir kat daha çıktı. Normalin tam tersine kapalı bir ortamın, bu apartmanın içinin sıcak havası onu kendine getirmişti. Sonra paltosunun cebinden çıkardığı anahtar destesindeki anahtarların her zamanki gibi en sonuncusunu kapısının kilidine uydurmayı başardı. Kapısını açtı ve şu miniminnacık mağaraya baktı. Gözlerini kırpışrıta kırpıştıra uzun süredir doğru düzgün havalandırmamış olduğunu yeni farkettiği odasına girdi. Paltosunu ve anahtarlığını kapının arkasındaki askıya astı. Tam artık havanın aydınlandığını umursamadan yatağına yatıyordu ki, pencereye baktı. Kız penceresinin pervazında oturmuş ona bakıyordu. Karanlıktaki Aydınlık: Onunla beraber binaya girenlenlere selam verdikten sonra giriş katıntaki eski tarz dolapları olan mutfaktan antreye doğru yürüdü ve merdivenleri gıcırdatmamaya çalışarak binanın üçüncü katındaki odasına çıktı. Odanın kapısını ağır ağır kapatmak gibi bir incelik yapmaya niyeti yoktu çünkü onunla aynı katta oturan herkesin şu anda mutfakta kahkahalarla güldüğünü biliyordu. Kapısını sertçe kapattı ve daha doğru düzgün penceresinden dışarı, karşıdaki pencereye bile bakmamışken kendini yatağa attı. Dönüp duran dünya... Aslında dönüp durması normal bir şey, değil mi? O zaman dönüp duran başı... Bir şeyler fazladan turlar atıyordu kendi etrafında dönerken. Saçma, ama doğru geliyordu bu düşünce ona. En azından sızmadan önce aklına gelen en mantıklı düşüncelerden biriydi bu. Arkadaşlarıyla ilk buluştuğu sırada aklı hep çocuktaydı. Kapısını hızla çarparak gitmesi, duvardan o fotoğrafın düşmesi ve özellikle de son sorduğu soruyu yazdığı kağıdı cama tutması gözünün önünden gitmemişti bir türlü. Daha sonra bara geldiklerinde de aklı hep çocuktaydı. Ona niye cevap vermediğini düşünmüş durmuştu. Cevap vermemesi kendisine saçma gelmeye başlamıştı, cevap vermediği için, kalma sebebinin karanlığındaki aydınlık olduğunu söylemediği için bencilce davrandığını düşünmeye başlamıştı. Daha sonra arkadaşlarının ona verdiği içkileri karşı çıkmadan içmeye başlamıştı. Sonuç... Gözünü kapadığında saat üçe geliyordu. Gözünü daha sonra bir kez açmış, sonra bir daha kapamıştı. Tekrar açtığında ise saat beşe on vardı. Gerindi ve kalkıp aynadan yüzüne baktı. Makyajı hala silinmemişti, garip, bu sefer onu bar sandalyesinden kaldırmak için yüzünü yıkamalarına gerek olmamıştı demek ki. Güldü. Termosundaki sıcak sudan masanın dağınıklığının iyice diplerinde kalmış olan kupasına döktü biraz. Kupayı çalkaladı ve içindeki kahve karışmış suyu penceresini açıp apartman boşluğuna döktü. Henüz uyanmamşıtı, muhtemelen bütün dünya, en azından ufak bir kısmı. Şu durumda uykusu kaçmış olan şahıslardan biri olarak daha günün ilk kahvesini bile içmemişken nasıl davrandığı konusunda ne kendisinin ne de bir başkasının kendisini eleştirmesini istemiyordu doğrusu. Teorik olarak temizlenmemiş olsa da hiç olmazsa içinde sadece ince bir kahve tortusu kalmış olan bardağı sıcak suyla doldurdu ve çekmecesinin içindeki poşet kahvelerden birini bardağın içine döktü. Bulduğu ilk uzun çubukla (ki bu daha sonradan saçını toplamak üzere kullanmayı planladığı kalemden başka bir şey değildi) kahvesini karıştırdı ve elindekini aynasının yanına koydu. Esnedi. Kahvesini içer içmez dışarı çıkmak istiyordu, gökyüzünü görmek... Şöyle birazcık aydınlığı izleyip ona ait olan gökyüzünün tadını çıkarmak... En azından günün şu saatinde oturduğu şu semtte sadece onun olan gökyüzünün. Kahvesinden bir yudum aldı ve bir sigara yaktı. Penceresinden karşı tarafa baktı. Çocuk hala gelmemiş gibi gözüküyordu, ya da uyuyor olmalıydı. Zaten ufacık olan odada bir yatak, bir masa ve ufak bir boş alandan başka hiç bir şey yoktu sonuçta. Ve çocuk ne masanın başındaydı, ne de daracık boş alanda kendi etrafında dönerek karanlığa bakan şu ufacık odalara özgü bir biçimde volta atıyordu. Gülümsedi odaya bakarak. Duvardaki manzara fotoğrafları nereden çıkmıştı acaba? Pencere pervazına çıktı. Kül tablasını masanın üstüne koydu ve kahvesini dizlerinin arasına sıkıştırdı. Kafasını kaldırdı. Merhaba gökyüzü. Henüz buradan gözükmeyen güneşin aydınlattığı kızılımsı, pembemsi parlayan bulutlar kadar taze bir hava vardı daracık apartman boşluğunda. Henüz apartmana bakan odalardaki sigara dumanları dışarı çıkmaya başlamamıştı, en alt katta oturan ailenin pencerelerinden iştah açıcı ama bir o kadar da ağır yemek kokuları yükselmiyordu... Dünya güzel bir yerdi ya. Güldü. Karşı pencerenin oradan bir gürültü duyuldu. Gözlerini çok sevgili bulutlarından ayırıp neler olup bittiğini anlamak için çocuğun odasına baktı. Odasına girmişti. Şimdi paltosunu asıyordu askısına, anahtarlarını da öbür çiviye takmıştı. Biraz kötü gözüküyor, gözlerinin altı uykusuzluktan mosmor olmuş. Sanki kendisininkiler daha farklı ya, neyse. Çocuk hemen yatağına yatacakmış gibi gözüküyordu. Son ana kadar. Tam yatağına yönelmişti ki pencereden dışarı, kendisine doğru baktı. Kız gülümsedi. V. Bölüm O günün yeni sabahı 05:05 Aydınlıktaki Karanlık ve Karanlıktaki Aydınlık Penceresiz Odadaki Gün Işığı Uzun bir süre boyunca baktılar birbirlerine. Ne kız kıpırdıyordu, ne de çocuk. En sonunda çocuk yatağı ile masasının arasındaki küçük dar geçitten pencereye doğru bir adım attı. Bu hareketi hemen pencerenin yanına gelmesine yetmişti bile. Camı açmak için elini kaldırdı, küçük bir zorlama ve büyük bir gacırtıyla açıldı pencere. Kız hala kıpırdamıyordu. Elindeki sigara neredeyse filtresine kadar yanmış, sönmeye yüz tutmuştu. İki ayağını da pencere pervazında koymuştu, sırtı tahta pencere çerçevesine dayalıydı, kıpırdamıyordu, hatta aynı anda çeşitli anlatımları taşıyabilen gözlerini bile susturmuş, bekliyordu. Çocuk pencere pervazına çıktı ve iki ayağını da apartman boşluğuna sallandırdı. Kıza bakmaya başladı. ‘Merhaba,’ dedi kız. ‘Merhaba,’ ‘Dün akşam nereye gittin?’ ‘Dışarı... Bütün gece dolaştım etrafta tek başına... Dolaştım ve düşündüm.’ ‘Neyi?’ ‘Sana sorduğum soruyu.’ dedi çocuk. Allak bullak olmuş bir yüzle kıza bakıyordu. Kafasını öne eğdi. Kendini kızın yüzüne bakamayacak kadar utangaç hissediyordu. ‘Sen ne yaptın?’ diye sordu. ‘Kız arkadaşın geldi.. ?’ ‘Sonra çıktık onunla, arkadaşlarla buluştuk. Şu şeyin konser verdiği bara gittik... aman, adını unuttum şimdi, ama ben de ortamın çok içinde değildim yani.’ Kız gözlerini yere indirdi. ‘Niye?’ 'E kafama takıldı işte,' çocuk soru sormadan öylece baktı. Kız konuşmayı sürdürdü. ‘Sorduğun soruya neden cevap vermediğimi... Bencilceydi yaptığım.’ ‘Niye?’ Kız cevap vermedi, dudaklarını ısırıp aşağı bakmayı sürdürdü. Bir süre daha sustu. Çocuk hala kızın bencilliğinin nedenini anlamak üzere cevabı bekliyordu. Sonunda bu cevabı verebileceğine karar verdi kız, çok şeyler anlatabilen gözlerini karşı penceredekine dikti. Sanki karşısındakini bile bile sinir etmek istiyormuşçasına sigarasından bir nefes alıp dumanını yukarı doğru üfledi. ‘Sana aydınlığımı göstermek istemedim.’ ‘Neyini? Burası zaten aydınlık, adı üstüne, görebiliyorum bunu...’ çocuk ne yapacağını şaşırmıştı, ona söyleye söyleye bunu mu söylemişti yani kız? ‘Burası bir aydınlık, kabul ediyorum bunu. Ama senin göremediğin bir şey var. Burası aynı zamanda aydınlık bir aydınlık.’ Son kelimeyi üzerine basa basa söylemişti. ‘Bence burası karanlık. Şu an senin yüzünü bile göremiyorum doğru düzgün.’ Kendini garipsedi, bir kaç dakika öncesine kadar ağzından çıkan tek bir kelimeyi bile duymamış olduğu şu kızla konuştuğu konuya inanamıyordu. Dahası, bu olayın ardında mutlaka bir şeylerin döndüğünün farkındaydı, ama olanları anlayamıyordu. Kız pervazdan kalkmadan ayağındaki terliklerden birini çıkardı ve odasının duvarına doğru attı. Çocuk ne yapacağını bilemez bir yüzle, kafasını kaldırmadan, göz ucuyla bakıyordu kıza. Hiç bir şey olmadı, kız sessizce bir küfür savurdu. Sonra öbür terliğini aldı ve yine odasının köşesine doğru fırlattı. Tavanındaki flüoresanın titrek ışığı biriki tekledikten sonra odayı doldurmuştu. ‘İşe yaradı mı?’ diye sordu kız. ‘Yani... Biraz... Ama ışık arkandan geldiği için henüz çok net göremiyorum.’ eğleniyordu bu kız onunla. ’Ama o ışık buranın karanlık olmasını değiştirmedi ki..?’ ‘Ya, tamam, güneşi getiremem sana! Ama seni güneşe götürebilirim. Günün belli saatlerinde hiç olmazsa, sadece tepedeyken gözüküyor çünkü!’ dedi kız. Neden bahsediyordu bu? ‘Burdan görün...’ derken başını yukarı kaldırdı çocuk. Gözlerini yavaş yavaş flüoresan yüzünden aslında gayet de net gözüken kızın yüzüne götürdü. Sivri çenesine, gülümseyen ağzına, kemerli burnuna ve mutlulukla parlayan yeşil gözlerine... Biraz daha yukarı baktı... Bütün bunları belki bir saniye içersinde yapıp bitirmişti. Ama o bir saniye bir anda hayatını öyle değiştirmişti ki, saatler sürmüştü sanki. Kız gülümsüyordu yukarı bakarak. Ayaklarında çizgili çoraplar vardı, üstünde gevşek bir hırka, bileklerinde bir kaç deri ip. Uykusuz bakıyordu, yorgun ama mutlu gözüküyordu. Saçı dağılmıştı, yine bir kalemle topuz yapmıştı. Pencere pervazı koyu kırmızı boyalıydı, yer yer boya sökülüyordu, pencerenin çerçevesi yer yer çatlamıştı. Apartman boşluğunun duvarında kahverengi, fakat yeşil gibi parlayan kabuklu bir böcek dolaşıyordu, bir üst kattaki, daha üst kattaki, ve daha da üst kattaki bütün pencerelerin perdeleri çekiliydi. Girebilecek, her hangi bir yerden gelebilecek bir parçacık güneşe, bir parçacık ışık huzmesine bile pas vermeyen pencerelerdi bunlar. Ve üstte... Gökyüzü vardı. Sadece ona, bu apartman boşluğunda sadece çocuğa ait. Hayır, ona ve kıza ait olan bir gökyüzüydü bu. Akşam saatlerinde maviden kızıla geçen gökyüzünü ders çalışmaya çalışan insanların arasında sadece o ikisi görebilecekti. Uzun uzun gökyünüze baktı. Büyülenmiş bir şekilde, şu odadan bile gökyüzündeki bulutları, küçücük apartman boşluğunun tepesindeki aralıktan da olsa görebildiğini, görebileceğini bilmek düşüncesi onun karanlığını dağıtmaya, karanlığını aydınlatmaya yetmişti işte. Kıza bakmak için başını aşağı indirdi. Kolunu uzatmıştı kız. Elini. Uzatabildiği kadar. O da uzattı kendi kolunu. Sıkıca tuttu kızın elini. Gülümsüyordu kız... O da gülümsedi. *** Şimdi bir heykel duruyor... Bir masanın kenarında. Dimdik duran, mor elbiseli ve elinde bir demet çiçek tutan bir kadın heykeli. Ayakta bekliyor birilerini, kendinden emin bir şekilde. Kararlı bir şekilde bakıyor mor elbisesiyle aynı renk olan şapkasının altında pırıl pırıl parlayan gözleri. Yüzünde hiç bir zaman silinemeyecek bir tebessüm var. Sakin ve durgun olan yüzündeki grurulu ifade bütün bedeniyle uyum içinde... İnce boynu omuzlarının üstünde, dimdik duruyor. Aradaki kırık çok yakından bakılmadığı sürece anlaşılmıyor bile.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Esin Yardımlı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |