..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Avukatlar da bir zamanlar çocuktular herhalde. -Charles Lamb
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Sürrealizm > Mehmet Ulaş ORAL




17 Şubat 2007
Sigara - 2  
Mehmet Ulaş ORAL
Gülümsüyor. Deli, dolu, oylumlu, düş – gerçek seyrimiz işte yeniden başlıyor. Bu seyrin geçmişi de geleceğini mi yansıtıyor? Yine yollar beni kendine mi çekiyor? Birdenbire hayatımın en olmadık zamanlarında karşıma çıkan bu düşe çok alıştım. O benim düşüm. Kimselerin değil. “Düşün” değil mesela. “Düşü” hiç değil. Bir usul düşünüş ve karşımda düşselansları! Galata köprüsünden Sirkeci’ye seyirtiyoruz. Düşüm, düşmeden ve kuvvetlice sarılıyor koluma. Bir daha düşmemek istiyor belli. Ayarlı ve kendini bilen herşeyi seviyorum. Ayarlı ve kendini bilen bu şeyi ben düşlüyor bile olsam seviyorum.


:BHDB:
Sigara İki




………..Yıllar yıllar var… en son ne zaman gördüm onu? En son ne zaman fısıldaştık, ne zaman dokunmaya çalıştık gerçek olmayan herşeye, hatırlamıyorum tam olarak. Belki beni hatırlamayı unutmuştur o da. Aptal bir şehri terketmeye niyetlendiğim bir gece tanışmıştık; benim gerçeğimdi, anlamıştım tam da şehir çizgisinden geçerken. Koşa koşa geri dönmüştüm, gerçeğim olduğunu söylemiştim. Demiştim ki “düş, düş içime, sarıl bana, dokun ve birlikte nefes alıp verelim. Dudakların dudaklarıma yamansın, nefesin bütünleşsin nefesimle.” Küçük bir düş, ben bir adam: içinde binbir düşüş, iki hamlesinden biri yalan… Dokunmuştum eline, tutabilmiştim ve “yok”a dönüşmüştü ertesi sabah. Şeytan alıp götürmüştü, şeytanla randevum vardı, biletlerimi birileri çaldı ve ben de “düş”ü aklımın orta yerinde gümüş bir tabakaya hapsettim.O gün bugündür çıkamam “düş”tüğüm şehirden…………

*               *               *
     
Vakitlerden öğlenin demiri, aylardan haziran, temmuza ramak var, saçları belinde arkasına düşmüş çantası bir kadın seyrediyor önümde. Sakin ve kendinden emin adımlar atarak geliyor otobüs durağının önüne. Bir otobüs beklemeye koyuluş konumunda kalakalıyor kadın. Kadın çok güzel. Bekleyecek oluyorum, otobüse nasıl binildiğini unutmuşum, parmak aram kanadığı zamanlarda binerdim en son, sırtımdan bir kuvvet “ bin” diyor, unut “düş”ü, “unuttum” diyorum, yalan söylüyorum: “gerçeğe dönüşmüş bir düş nasıl unutulur?” Bu hergün olan sıradan birşey değil ki!

     Yürüyerek dönüyorum artık eve, düşten arındım, gerçeğin içindeyim, ama adımın baş harfinde bir oynama var akıl sır ermez! Adımın baş harfindeki kıvrımların gölgesinde zahiri çocukları saklıyorum. Onların kendi resimlerini adadıkları kültürsüz, yobaz oyunları oynamalarını engelliyorum durmadan. Sırtımdan ittiren, avcuma bile sığmayacak adamın ters dönüşleriyle dürtüyorum içimdeki hayvansal ritmi. Karanlık bir odada, bir gecenin günle öpüştüğü vakit gelen Seher’in (düşüm düşe döndükten sonra ona bu adı verdim) parmağındaki düşyüzüğüyle uğraşıyorum. Ayaklarımın altından geriye doğru gidiyor ahşap döşemeler; ama ben sürekli bağırıyorum:
-     İLERİ!!!

Her seferinde yeniden başlayabileceğim bir oyunum olduğunu biliyorum. İstersem silerim ve baştan yazarım tüm oyunlarımı.Yeniden başlanabilecek olan her şarkıyı “kendi şarkım” ilan ederek, adımın baş harfindeki kıvrımların gölgesinde sakladığım zahiri çocuklara bıkasıya kadar dinletiyorum.

Saat sabahın (ya da gecenin) beşi. Kuzguncuk limanından demir alan gemileri sayıyorum Seher’in yüzüğündeki yansımadan. Kendi düşlerimi, gümüşten bir tabakanın içine sıkıştırıp tütünlüyorum üzerlerini. Gözde bir şarkıyla, yeni bir filmi satın alıyorum: “Tüm Hakları Saklıdır!”

Anouar Brahem: Battements fon müziği, Lost Highway: David Lynch görüntü… Geceyi aklımın ucundan bir kayıp yelkenli gibi geçirip sokağa fırlıyorum. Taksim Meydanı’nın en tenha vakitlerinden birini seçmişim. Aklımda adımın baş harfindeki kıvrımların gölgesinde sakladığım, zahiri parmak çocuklar... Sıraselviler caddesinin ortasından yol çizgilerini arkadaşça yürüyorum. Firuzağa’ya kadar geldim… Birden karşımda bir silüet duruyor: Biryerlerden tanıyorum onu, acaba bir zaman sevişmişliğimiz mi var, yoksa çok sevişmek istemiş de sevişememiş miyiz? Gövdemi geriye doğru ittiriyor, bunu hatırlıyorum... O benim düşümdü. Benim düşlediğim bir masal ve bir gece tam gerçekliğine inandığımda kaybetmiştim onu:

-     Döndün demek, diyorum.
-     Evet; uzun zaman oldu aslında, ama seni arayacak vakti bir türlü bulamadım. Olsun. Yine de ben, hep seni bekledim burada. Yeniden, birlikte ren(gar)enk yolculuk öyküleri yazalım diye bekledim. Ama sen... Sanki beni gördüğüne sevinmedin hiç.
-     Bilmiyorum. Kafam biraz karışık... Seni bir gerçek sandım önce, sonra gittin. Ve ben seni tam gümüşten bir tabakanın içine hapsettiğimi düşlemiştim, benim hatamdı senin kaybolman diye kurgulamıştım ki şimdi çıkageldin.
-     Üzerimi bir koklasana.
-     ...
-     ...
-     Evet, doğru. Tütün kokuyor üzerin; hem de halis tütün... Yani ben gerçekten hapsettim seni tabakaya öyle mi!!! Ama sen nasıl kaçtın oradan?
-     Düşlerinin yanında olma özgürlüğü vardır, unuttun mu?
-     Evet; haklısın galiba. Ne yaparsam yapayım, seni yanımdan ayıramam. Çünkü sen bir düşsün ve en önemlisi bu düşün sahibi benim. Ama yine de kafam çok karışık… Sen eskiden bir düş değildin, gerçektin de şu an mı düşlüyorum acaba seni!!! Off… Kafam çok karışık…
-     Ne farkeder ki, daha once düşlemediysen de şimdi düşlüyorsun. Sonuçta senin düş’ünüm.
-     Ama aynı şey değil, bir yerlerde görüp düşlemiş olmamalıyım seni, özgün olmalısın. Biryerlerde görmüşsem hem seni gören herkes düşleyebilir, oysa ben düşlerimden yaratmalıyım kendi düşümü.
-     Sorgulama lütfen, ben bir düşüm, senin düşünüm, birilerine benzetmeye çalışma artık beni, özgünüm, hem biryerlerde görülmüş de olsam kimse senin gibi düşleyemez.
-     Gururumu okşuyorsun.
-     Kişilikli bir düşüm sadece, sana bir iyilik yapmaya çalıştığımdan değil, bir kukla da değilim, kendini geppetto gibi hissetme!
-     …
-     …
-     Senin bir adın yok mu?
-     Düşünün adını kendin koysana.
-     Ben düşsel özgür düşünceye inanırım. Kendi adını kendin koy!
-     O zaman... Evet, buldum: “Seher” olsun! Nasıl, beğendin mi?
-     Evet, evet! Aslında hayır ama sanırım bir düş için çok uygun.
-     Güzel tabii, sen düşlüyorsun, adımı da sen koyuyorsun aslında, özgür irademdesin, istersen adımı koyarsın, istersen sevişirsin.

Beraber uzunca vakit geçiriyoruz yine. İnceden bir alaylı gülümseme patlatıveriyor, ben tam “Sahile doğru inelim mi?” diye soracakken. Parmağında yaralı bir çocukla yürüyor o da benim adımın baş harfi gibi. Dilimde isyankar bir şarkıyla iniyorum şehrin sırtlarına doğru:

-     I have often told you stories...
-     Görmeyeli “Morlar”ı dinlemeye başlamışsın, ne güzel!
-     Bir filmi satın aldım, oradan kalmış olmalı dudağımda. Yoksa Deep Purple dinleyen biriyle öpüşmüş değilim.
-     ...
-     Seher...
-     Efendim?
-     Parmağındaki çocuk kan kaybediyor galiba, ne dersin?
-     Galiba evet.
-     Benim çocuklarım gibi gizlesene onları.
-     Ne gereği var? Onları ortaya çıkarmalısın ki yaran çabucak kapansın. Dünya üzerinde seni sıkan, yoran herşeyi gözönüne vurmalısın.

Kendimi çok tutmuş bir filmin devamını çevirmiş gibi hissediyorum. O bir düş, benim düşüm, düşlediğim ve düşleyenle sevişen de o! Çok güzel, saçları nasıl kızıl – ateş gibi -, gözleri de alabildiğine ve dokuz kez lacivert, tırnaklarında ve parmak aralarında sürekli kan kaybeden çocuklar... İşte ben düşledim mi böyle düşlerim... Kendimle övünebilirim. Sonuçta düş düşleyenin aynasıdır.

-     Beni yalnızca sen görebildiğin için mi böylesine güzel düşlüyorsun? Başkaları görse kimbilir neler düşünür oysa!
-     Başkalarının önemi yok! Yalnızca ben sevişebileyim diye düşledim seni...
-     Belki de.
-     Belki de “belki” en sevdiğimiz sözcük!


Gülümsüyor. Deli, dolu, oylumlu, düş – gerçek seyrimiz işte yeniden başlıyor. Bu seyrin geçmişi de geleceğini mi yansıtıyor? Yine yollar beni kendine mi çekiyor? Birdenbire hayatımın en olmadık zamanlarında karşıma çıkan bu düşe çok alıştım. O benim düşüm. Kimselerin değil. “Düşün” değil mesela. “Düşü” hiç değil. Bir usul düşünüş ve karşımda düşselansları! Galata köprüsünden Sirkeci’ye seyirtiyoruz. Düşüm, düşmeden ve kuvvetlice sarılıyor koluma. Bir daha düşmemek istiyor belli. Ayarlı ve kendini bilen herşeyi seviyorum. Ayarlı ve kendini bilen bu şeyi ben düşlüyor bile olsam seviyorum.

-     Tutunuyorsun, diyorum. Sıkıca ve hiç bırakmadan kollarımı... Alabildiğine bir kuvvetle tutunuyorsun düşünceme. Ayarlı bir düşsün, düşmüyorsun, ne güzel!

Şehrin kıvamı eskisi gibi, tüm çakallar saklandıkları yerlerden çıkmaya hazırlanıyorlar, tüm sarhoşlar suareye dair biletlerini bir-beş ortaya çıkartmaktalar. Hayatın alaycı bir tavrı var sanırım, geçirdiğin yere göre öyle çok fazla değişmeyen ve yine kimselerin kabullenemediği yaratıcıları var. Tanrısal bir boyuttan söz etmiyorum tabii ki, tanrı inancım sıfırın altında, “bir” olan ise “herkesin kendi hayatına dair tanrılaştığı…” Hayatın ardından birçoklarına göre bir ters soru işareti geliyor. Oysa karmaşıklık ve dengesizlik bütünüyle bizden kaynaklanıyor; yaşayan insan figüründen. Yaşayan insan her zaman neredeyse hakkı olduğu kadar bencil oluyor, bütün kurguları kendi çerçevesinden yapıyor, kendi hayallerini “gerçek” diye nitelendirip başka “hayal”leri yalan sayabiliyor. Aslında sokağa çıkıp ortalama bir gözlem yaptığımızda ortaya çıkıyor ki, herkes hayattan şikayet ediyor. Bu kadar şikayeti hayat ne yapsın, kaldırıp çöpe atıyor tabii. Çünkü hayatı yaşayanlar yazıyor, onlar değerlendiriyor, bütünleştiriyor ve biçimlendiriyor. Hayattan şikayet, tamamıyla başka hayatların çatışması… Hekes kendi çerçevesinden haklı olduğu bir hayatın yansımalarını yaşıyor ve haklı olarak kimse kimsenin hayatına aldırış etmiyor. Hayatın ardından böylece ters soru işareti geliyor. Benim yaptığım biraz kolaya kaçmak, biraz akılcılık… “Made in Ulaş” bir düşü bütünüyle kendi hayatıma adapte ediyorum ve sorun çözülüyor. Beynimin ortasında bir tablaya hapsediyorum gerekirse. Niye hapsetmiyeyim, benim düşüm, tüm yorum ve çıkarımlarında hakkım var! Sonuna kadar onunla ilgili herşeyden sorumluyum.

-     Yoldaki birine tokat atabilirim istersen, ya da sağdaki midye dolmacıyı öldürebilirim, diyor düşüm.
-     Gerek yok, diyorum. Düşlerin cinayet işlediği filmler vizyona girdi artık. O kadar uzun zaman ortadan kayboldun ki, zaman senin ortadan kaybolduğun günden bu yana epey değişti.
-     Dünyanı kendin yaratıyorsun, ama akıp gidenleri kontrol edemiyorsun. Senin “hayat” diye bas bas bağırdığın bu mu? Görmeyeli iyimser bir adam olmuşsun, sarhoşluktan nasibini almıyorsun, sigarayı bırakmışsın ve beni bir tablanın içine hapsetmişsin. Senin ruhun senden bağımsız ilerliyor.
-     Bir düş olarak ileri gidiyorsun. Benim düşümsün, oturman lazım, konuşmaman lazım yeri geldiğinde, haddini aşan bir düş olmayı hep sürdürmek zorunda mısın? Bir yuların yok mu senin, hani atların var ya!!!
-     Beni bir atla kıyaslayacak konumdasın yani şimdi; tanınmaz halde olduğunu daha önce de söyleyen oldu mu? Senin ruhun daha karmaşık, daha çalkalntılı ve bütün ruhunu bana da böyle yansıttın. Ben bir düşüm evet, daha önce de söyledim sanırım bunları ve en önemlisi senin gibi lanet bir herifin düşüyüm. Ama beni baştan böyle düşlemedin. Haksızlık yapmanın alemi yok; beni asi ve saldırgan bir düş olarak düşledin. Sen söylemediğin zaman ikinci aklınım ben, bilinçaltınım. Unutma bunu, bir düşsem, misyonsuz değilim, çarpıcı ve akıl vericiyim ben.

Bazı şeyleri kendime söylemek istemem. Bunu da kendime söylemek istemiyorum ama o sonuna kadar haklı yine. Düşümün benden daha haklı olmasını çoğu zaman kaldıramıyorum. Hayat diye nitelendirdiğim şeyi anlamak için onu hapsettiğimden bu yana çok fazla çalıştım, uğraştım didindim ve kendi çapımda anlamlandırdım hayatı. Ama şimdi bir düş, düşüşünden ders çıkarmamış bir şekilde gelip bana kendimi öğretiyor. Bu kadar düşeceğimi hiç sanmazdım.

-     Kimim ben o zaman, diyorum düşüme.
-     Soru bu olmamalı, diye afallatıyor beni küstahça; kim olduğunu iyi biliyorsun ama nerdesin? İşte asıl soru bu!

Şehrin çakalları saklandıkları yerden çıktılar, buralarda daha fazla kalamam. Oysa adaptasyonumu gerçekleştirmiştim. Bir şehir canavarı gibi davranmaya başlamıştım, gerçek bir şehirci gibi ama şu anda geldiğim yerde koca bir boşluk olduğunu görüyorum. Bir aptal pişmanlığın içindeyim, gereksiz, kahırvari bir efkar oluştu içimde, Galata köprüsünün dibine çökesim geldi eskiden olduğu gibi… Şarap şişem, eski şarkılarım ve ben… Uzun zamandır böyle bir istek birikintisi oluşmamıştı içimde. Serseri olarak eğitilmiş bir ruhun evcilleşmesi ne kadar da imkânsızmış meğer! Şimdi, yanımda düşüm, eskiden olduğum kadar serseri bir gönülle, cebimdeki son meteliğe kadar herşeyimi alkole dönüştürerek köprünün dibine oturmalıyım. Orayı seviyorum, hemen gitmeliyim, özledim, kucaklaşmalıyım.
-     Şurada bir tekel bayii var, hemen başlayalım istersen kendimiz gibi olmaya, diyor düşüm.
-     Başladık bile, diyorum. Senin gelişin yine bende birşeyleri harekete geçirdi, hep böyle etkiler bırakan bir düşsün, dostsun, düşümsün, kibirlisin ama paylaşımcısın, sorunlusun, başına buyruksun, benim gibisin işte kısaca, insane düşüne başka özellikler yükleyemiyor, ne tuhaf.
-     Evet, işte söyledin, aynen eskiden olduğu gibi, “ne tuhaf” dedin, aynı tonda, aynı kıvamda, aynı yerde, geri döndün!
-     İstersen al sen de söyle…
-     Boşver senin ağzına daha çok yakıştı!!!
-     Ben bu repliği bir yerlerden anımsıyorum.
          Gülümsüyor, ben de gülümsüyorum tabii… Bunları ben mi düşlüyorum      acaba? Hep ben mi düşlüyordum? Bütün bu olanları yani… Benim gibi      karamsar bir delinin bunları düşlemesine olanak yok bence ama eğer olanlar      benim marifetimse inanılmaz yetenekli bir deliyim ben!!!
-     Yeteneklisin diyor Tekel Bayii’nin acayip ışıltılı kapısından içeri girerken düşüm.
-     Buyrun abi, melodisiyle araya girecek oluyor sayın Tekel Bayii. Ben yüzüne bile bakmıyorum, aklım düşte.
-     Öyle bakma, diyor düşüm. Şaşırmana gerek yok, gerçekten yeteneklisin hayata karşı. Sorumluluklarının bilincindesin, hayatta yapman gereken şeyleri biliyorsun, bir misyonun var, belli ediyorsun, hataların herkes kadar ki bu ender görülen bir durum senin gibilerde.
-     Neden ender görülsün, bir düş için büyük cümleler sarfedeyim derken düşürme elindeki şişeleri, tezgâha koy, şu adam da sarsın onları.
-     Ben bir düşüm, güçlüyüm, çünkü sen de öylesin, sen düşlüyorsun beni. Güçlüler genelde büyük hatalar yaparlar, bu yüzden herkes kadar hata yapman ender görülen bir vaka.

          Tezgâhın üzerindeki şişeler hesaplanıyor, cüzdandaki belirli ve bayağı sağlam bir miktar uzatıyorum Tekel Bayii’ye. “Abla hanım mı”laşıyor tezgâhtar, tezgâhtar da görüyor düşümü, demek ki gerçek benim düşüm!!! “Haşırt!” efektli bir ses yine aklımı yerinden oynatıyor. Düş mü, gerçeğe mi döndü? Hayır, yapmayacağım artık, şu an mutluyum, uzun zamandır olmadığım kadar hem de! Hayat rutinim haline getirdiğim bu hatayı yeniden yapmayacağım: İRDELEMİYORUM!!! İster düş olsun, ister gerçek farketmez! Beni mutlu ediyor ya, işte bu GERÇEK!!! BÜYÜK HARFLERLE YAZIYORUM: “GERÇEK” BU! Direncimi kazandım, isyan noktasına geldim, dolmuşum, dışavuruma başladım. Bu adam benim!
          
          Bu düşünce yumağının içinden düşe bir göz kırparak benim düşünce saniyelerim arasından sorusuna cevap çıkartmak isteyen sayın tekel bayii’ne sinsice gülümseyerek:
-     Hayır, diyorum, yeni tanıştık, yalnızca bu gece yatağa atmak için söylediği şeylere katlanıyorum!

          Devasa bir kahkaha patlatıyor düşüm, paranın üstünü dahi almadan çıkıyoruz dükkandan. Sayın tekel bayii garip garip bize bakıyor, bizse köprüye doğru seyiriyoruz. Harika! Tam olmak istediğim gibiyim, “ben”im işte bu! Köprüye oturuyoruz, şişeler açılıyor:
-     Burada da var bir tren garı, diyor düşüm.
-     Devrik cümle kuruyorsun, diyorum. Ne gerek var? Yalın, basit ve ne demek istediğini kapalı anlatımların arkasına atmadan da konuşabilirsin aslında.
-     Beni sen düşlüyorsun, çıkartma şu ihtimali kafandan. Ne olursa olsun tüm konuşma baloncuklarımın içini sen dolduruyorsun. Zamanı parçalayıp içine baksan görürdün bunu. Örneğin en son şu anda söylediğim cümleyi yazdın. Şimdi bu söylediğimi… Benim söylediğimle senin yazdığın eşzamanlı olan şeyler. Bir şekilde cümlemin söyleniş süresini de sen ayarlıyorsun. Yazarken bir an duralıyorsun, sigarandan bir nefes alıyorsun, birandan iki yudum çekiyorsun ve yazıyorsun yine…
-     Yazdığımı, ben yazarken söylüyorsun, silerken siliyorsun… Mesela, bu “mesela”yı yazdıktan sonra biraz ara verdim, gittim yeni bir bira açtım, sigaramdan bir fırt çektim, döndüm ve şu an konuştuklarımı yazdım. Ne tuhaf…
-     Bir sigara versene…
-     Bu da “yaksana” demek herhalde… Eğer ben yazıyorsam seni ve şu an burada tek başınaysam ve aslında sen yoksan en normal olan gerçek şu: seni kendi isteklerimin bir aynası olarak düşlüyorum şu an. İçimde bana beni itiraf edemeyen bir ben daha var ve bazı şeyleri kendime söyleyebilmek için seni düşledim. Canım sigara istiyor, uzun zamandır içmiyordum, içmek için seni kalkan yapıyorum. Oysa ne kadar masum isteklerim vardı ve bu masum istekler için düşlediğimi düşlüyordum seni! Düşlerini bile gönül rahatlığıyla düşleyemiyorsun! Ne tuhaf…

          İnsan bazı gerçekleri asla kabullenmek istemez, bu da onlardan biri. Bugüne kadar deliler gibi düş mü gerçek mi diye hayıflandığım şey aslında beynimin diğer yarısında delice gizlediklerim!!! Düş’üm meğer ben’miş!

-     Niye bu kadar şaşırıyorsun ki? Diyor. Düş dediğin zaten her daim kendi yarattığın bir yanılsamadır. Sana doğruyu ya da yanlışı göstermez o, kendindendir. Amerikanca bir senaryo gibi dramatikleştirme beni, son günlerde çokça örneğim vizyonda var.
-     Oyalama beni, diyorum. Zorlama ve benim dışıma çıkartma beni. Senin gerçekliğini irdelemeye çalışırken kendi gerçekliğimde kaybolup gidiyorum yine…
-     Geri döndün, yetmez mi? Ben gelmeden once gündelik iş – güç fikrinin rutinine kaptırmış gidiyordun kendini. Bana ihtiyaç duydun çünkü ikimiz bütünüz.
          
          Yorumsuz… Bunu istiyor muyum? Bir yanda çokça paralar kazanıp, dolu dolu istediğim şeye istediğim anda sahip olma fikrim, diğer tarafta çok eğlendiğim şeylerin bileşkesi bir hayat! Düş’le birlikte yine eskisi gibi bir taksiye atlayıp köprünün diğer yakasına geçiyoruz, yolda cesetler, ölüler mevsimindeyiz, O’nu seviyorum. Bir kapı var, orda, çok da uzak değil; bir tane kapının da yanındayım. Hangisinden içeri girmeliyim. Neler var kural diye koyduğum? Sağlığıma dikkat etmeliyim, çok içki içip kendimi öldürmemeliyim, sigara – bu arada sevgili düş, sana inat bir sigara daha yakıyorum – içmemeliyim, yemek yememeliyim, çok çalışmalıyım çünkü doluca sorumluluğum var benim! Zengin olmalıyım ve çok uzun yaşayıp kazık kakmalıyım dünyaya. Bunları istiyor muyum? Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum. Serserice köprü altlarında sürtüp meteliğe kurşun atan adamlara bira ısmarlamak, gecenin sonuna doğru doluca sigara içip doluca muhabbet ve sıfır parayla önümdeki çokça günü riske atmak daha mı değerli acaba? Yolumu ilerlettim. Tabelamı buldum, yıllar yıllar öncesindeki gibi gecemin son tabelasında “Haydarpaşa” yazıyor. Hayatın tadını dibine kadar çıkartıp dolu dolu yaşanmış bir hayatın ölüm zamanına pek takmadan yürümek daha mantıklı değil mi? Sonuçta hepimiz bir gün öleceğiz! Kimsenin moralini bozmak gibi bir niyetim yok, kendi içimle münakaşadayım; bu münakaşadan herkes istediği sonucu çıkartabilir…

-     Gidiyorum, diyorum düşe.
-     Geri döneceksin, diyor. Daha önce de döndün, benim gerçekliğimi Kabul edip geri döneceksin!
-     Sen bir düşsün, diyorum. Benim düşümsün, bana akıl verme, senin aklını sana veren benim. Öbür yarımsın, baskısal kıvamda sözcükler söyleyen bir düş nerede görülmüş?
-     Kes sesini, seni özleyeceğim.
-     Bir yere kaybolmuyorsun, benimle olmak zorundasın, aklımın içindensin, daima yanımda olacaksın.
-     Artık bana ihtiyacın yok, yolunu buldun.
-     Ama kaybolamazsın, istediğim an düşleyebilirim seni.
-     Artık düşlemene gerek yok, kendinle barıştın, yolun belli. Kimbilir, belki de bir düşün değil, gerçekten seni sevebilecek gerçek bir kadının kollarında uyanacaksın bir sabah.
-     Seni istediğim zaman düşleyebilmeliyim ama. İstediğimde gelmelisin, böyle ayrılmalıyız seninle. Düşüme bile güvenemeyecek miyim?
-     Beni istediğin zaman düşleyemezsin artık. Bu düşünceyle yine kendi içinde bir çatışma başlatırsın, benim artık hiç olmayacağımı bilmen daha iyi.

          Trene biniyorum, sitemle bakıyorum yüzüne, sok kez, son bakış, son temas… Bana beni öğretti, ondan ayrılmalı mıyım? Ayrılmalıyım sanırım, o da bunu istiyor, gidip bir başkası tarafından düşlenmek, onun da hayatını değiştirmek istiyor. Ne yararlı bir düşüm var diyorum kendime. Trendeyim, düşüm bir iyilik meleği:
-     Seni özleyeceğim, diyorum.
-     Bir sigara versene…, diyor.
-     Çok sigara içiyorsun.
-     Bunu hep ben söylerdim ama???
-     Al, yine söyle o zaman.
-     Beraber söyleyelim hep; bizim ağzımıza yakıştığı kadar kimseye yakışmıyor.





Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
kardiyoloji
Ağır Roman(tik) – 2001
(Gar)dolap
Şifreli Konuşkan
Yalnızlığın Aleni Tarihi
Uzun İnce Bir Yol Gibi
Aziz
Ölümsek
Zamansız Pencereler
Sigara

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Yalnızlık Resimleri [Şiir]
Orta Kat - Peri Masaları [Şiir]
Peri II [Şiir]
Şehirlik Rubai [Şiir]
"Peri" [Şiir]
Mabrahar -IV- [Şiir]
l y d i a [Şiir]
Dantes [Şiir]
Ara Nağmeler Çarşısı [Şiir]
Mabrahar -II- [Şiir]


Mehmet Ulaş ORAL kimdir?

garip bir adamdır. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Cemal Süreya, Küçük İskender, Murathan Mungan, Edip Cansever, Can Yücel, Ferhan Şensoy, Ece Ayhan vs vs vs...


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Mehmet Ulaş ORAL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.