Doğaüstü henüz anlayamadığımız doğal şeylerin adı. -Elbert Hubbard |
|
||||||||||
|
Zaman zaman gazetelerde, kadın haklarına yönelik yeni çalışmaların veya yeni düzenlemelerin yapılacağına dair haberler okurum. Ya da televizyonda dinlerim. “ Kadınlara yeni ekonomik ve sosyal haklar verilecektir. Kadın hakları korunacaktır, vs.” Bu konu ile ilgili haberlere hiç ama hiç sevinmem. Hatta bu haberlere sinirlenir, kendi kendime söylenirim. Bu haberler bana havanda su dövmek gibi gelir, ya da su üstüne yazı yazmak. Çünkü bir tasarı halinde olan bu çalışmaların ya kâğıt üzerinde ya da karar aşamasında kalacağını bilirim. Yaşadığım tecrübelerle sabittir bu. Kadın hakları için çalışacaklarını söyleyip, Kadın Haklarından Sorumlu Bakanlık kuranlar, bu bakanlığın başına getirecek bir kadın milletvekili bulamazlar, tutarlar, bir erkek milletvekilini kadın haklarında sorumlu bakan yaparlar. Seçimlerde kadın milletvekili adaylarını seçilemeyecek sıralara koyarlar. Bu durumda siz inanabilir misiniz ilgililerin kadınlara yeni haklar vermekte samimi olduklarına? Bildiğim bir şey daha vardır; o da biz kadınların, bu hakları almaya henüz hazır olmadığımız, çoğumuzun kaderci olduğumuz, kendimizi bildiğimiz andan itibaren erkeklerin gerisinde kalmaya razı olduğumuz gerçeğidir. Biz kadınlar bu hakları almak için çaba sarfetmezsek veya verilmiş olan haklarımızı kullanmayı bilmezsek, başkaları bizim için hiçbir şey yapamaz. Zaten kimsenin de bir şey yaptığı yok. Biz kadınların da aslında hak falan istediğimiz yok. Çoğumuz ezildiğimizin farkında bile değiliz. Törelerimizi, geleneklerimizi sürdürmek adına, hele hele “ Elalem ne der! ” korkusuyla geri planda kalmayı sürdürüp gidiyoruz. Nereden mi bu sonucuna vardım? Anlatayım: Televizyonda izlediğim bir programda bir köylü kadına “ Kocanız sizi döver mi? ” diye sordular. Ne cevap verse beğenirsiniz? Aynen şöyle: “ Kocam değil mi? Döver de, sever de. ..Bir başka kadın da; “ Kocam beni hiç dövmedi. Bir kabahatim olsaydı döverdi.” diye yanıtladı aynı soruyu. Yani bir suç işlemediği için koca dayağı yememiş. Eğer suç işleseymiş, kocası elbette dövermiş. Böyle düşünen bir kadının nesine kadın hakları? Eşinden dayak yemeyi kendisine yakıştırabilen , bundan şikâyeti olmayan bir kadına ne hakkı vereceksiniz ki! O , kendine yapılan haksızlığın farkında bile değil. Çünkü o ailesinden öyle gördü. Babası annesini dövüyordu, onu da kocası dövüyor. Bu duruma yabancı değil. Kendisi ne ilk dayak yiyen kadın, ne de son. Bunu belki de bir gelenek sanıyor, töre sanıyor. Hani derler ya “ Elle gelen düğün bayram.” diye, onun gibi. Kendisi gibi yüzlerce, binlerce kadının dayak yiyor olması; dayak yiyen kadının içine âdeta su serpiyor. Bir yanlışın binlerce kişi tarafından yapılıyor olması, o yanlışı doğru yapabilir mi? Bir şey ya doğrudur, ya da yanlış...Dayağını yediği kocasının onu sevmesi ise, bir lutuf. Karısını severken iyi de, döverken kötü mü? Böyle düşünüyor... Yine aynı programda bir erkeğe sordular, “ Karınızı döver misiniz?” diye. O da; “ Lâftan anlamazsa ne yapılır abi? Arada sırada oluyor.” diye cevapladı gülerek. Programda aynı sorunun yöneltildiği kişilerin büyük bir çoğunluğu; erkek iseler, eşlerini dövdüklerini, kadın iseler kocalarından dayak yediklerini söylediler. Kısacası, erkeklerin ve kadınların çoğu, kadının eşinden dayak yemesini doğal karşılıyor. Hak eden kadın yer dayağı, oturur(!). Eskiden, evlenen kızlarına ana-babalar ne söylerlermiş gelinlikle evden çıkarken? Şunu: “ Gelin gittiğin eve gelinlikle gidiyorsun, kefenle çıkacaksın.” Bunun anlamı şudur: Öyle kocana, kayınvalidene kızıp darılıp gelmek, hele hele boşanmak yani geri dönmek yok. Mutlu bile olmasan kaderine küsüp, çekeceksin çileni. Ölene kadar katlanacaksın. “ Kol kırılır, yen içinde kalır.” , “ Kan kussan bile, kızılcık şerbeti içtim diyeceksin.” falan filân. Oysa ki, yolunda gitmeyen bir evliliği yürütmenin anlamı yok. Evlenmek kadar boşanmak da doğal olmasaydı, Medeni Kanuna hiç gerek kalır mıydı? Sırf başkaları ayıplamasın diye, sırf alışılanların dışına çıkılmasın diye; kızlarımız ve kadınlarımız çile çekmeye razı ediliyor. Ve bunun adına “ kader ” deniliyor. Yurdumuzun birçok yöresinde; düğün gecesi gelinin yatağında erkek çocuğu yuvarlarlar. Gelinin ilk çocuğu oğlan olsun diye. Yine bazı yörelerde gelin eve girerken tavuk kesilir. Gelin tavuğun kanına basar, eve öyle girer. Eğer horoz kesilirse, gelinin evdekilere horoz gibi dikleneceğine inanılır. Yani gelin, daha eşinin evine ilk gelişte, kuzu gibi olmaya, her şeye boyun eğmeye yönlendirilir. Ayrıca, ayağının altına koyun postu serilir, gelin bu posta basar, öyle içeri girer. Amaç, gelinin koyun gibi uysal olması içindir. Kısacası, geleneklerimizin, âdetlerimizin bir çoğu, kadınları baskı altına almaya, onun dik başlı olmasına (kendini savunmanın adı dik başlılık) engel olmaya yöneliktir. İşte toplumumuzun kadına verdiği değer. Çok sık duymuşumdur:,kadınlar eşlerinden bahsederken, memnuniyetle şöyle derler eşleri için: “ Kocam -sağ olsun- önüne ne koysam yer.” ...Şu kocadaki anlayışa, nezakete bakın (!)...Kim olsa yer, önüne konulan hazır yemeği. Karısının , önüne koyduğu yemeği yiyen bir erkek, asla karısına bir lutufta bulunuyor demek değildir. Ama biz kadınlar eşimizin , önüne koyduğumuz yemeği itiraz etmeden yemesinden mutlu oluyoruz. Eşimizin bu davranışı, bize bir meziyetmiş gibi geliyor. Ve de bundan mutlu oluyoruz. “ Gezmeme karışmaz, tozmama karışmaz ” diye , eşimizin kendimize büyük bir iyilik yaptığını sanıyoruz. Bizler böyle düşünmeye devam ettiğimiz müddetçe, ezilmemiz, erkeklerin gerisine itilmemiz kaçınılmaz. Ama biz kadınlar, bu kafa yapımızı ailemizden alıyoruz. Kızlar ailede; ağabey veya erkek kardeşe hizmet etmekle başlatılıyor, erkek egemenliğine boyun eğmeyi kabul etmeye. Sonra erkek kardeşin yerini eş alıyor. Baba evinde erkek kardeş, evlenince de eş, kadının hep önünde oluyor. Değişen bir şey yok velhasıl. Kadın hep ikinci sırada. Toplumuzda, kadının lâyık olduğu değeri görmesi gerektiğini bir yana bırakalım; kadının eşinden değer ve saygı görmesi gerek herşeyden önce. Erkeğin; karısını, ev işlerini yapmaktan , kendisine hizmet etmekten sorumlu olan kişi olarak görmemesi gerek. Bu durum, kadınların öncelikli şikâyeti çünkü. Şimdi size kadınların, bu konuda nasıl yakındıklarından söz edeyim. Arkadaş toplantılarında sık sık duyarım bu yakınmaları: Zaman zaman arkadaşlarla bir araya geldiğimizde, nelerden mi söz ederiz? Rejim veya diyet, ortak konusudur birlikteliklerimizin. Özellikle pastalar yenirken mutlaka rejimden söz edilir. Kimse kilosundan memnun değildir. Hemen hemen hiç birimiz tipimizi beğenmez, kendimizi kilolu bulur, rejim yapmak gerektiğini söyleriz. İkram edilen pastaları yedikten sonra, rejim yapmaya karar veririz. Rejimler hep yarın başlar. Ama her yarının bir yarını vardır. Sonra konu döner dolaşır, eşlerimize gelir. “ Tabak, sevdiği deriyi yerden yere vurur.” Atasözünde olduğu gibi, kadınlar başlarlar eşlerinden şikâyet etmeye. Hemen hepsinin ortak bir derdi vardır. O da erkeklerin evdeki dağınıklıkları ve her şeyi eşlerinden beklemeleridir. İşte bir kadının, hem de çalışan bir kadının eşinden şikâyeti. Çalışan kadınların ortak şikâyeti bu aslında: “ Eşim bana ev işlerinde hiç yardım etmez, ama ortalığı dağıtmak için çok uğraşır. Bu konuda çok ustadır. Sabahleyin giyinirken, üç- beş gömleğin provasını yapar. Sonuçta birini giyer, diğerlerini ortada bırakır. Gömleğe uygun bir kravat bulmak için, üç beş kravatı takar takar, çıkarır. Beğendiğini takar, diğerlerini oraya buraya atar. Sigara elinde evin içinde dolaşır, yerlere sigara külü dökülür. Eve geldiğinde ceketini çıkarır, kendisine en yakın sandalyeye takar. Kravatını da asacak herhangi bir yer bulur. Çoraplarını çıkarır, ortaya atar. Gazeteyi okur, sayfalarını dağıtır, öylece bırakır. Lavaboya gidip yüzünü yıkadığında, içeriye havluya silinerek gelir. İşi bitince havluyu da bir kenara atar. Sonra efendim, “ Soba da söndü mü ne? Bir bak şu sobaya.” Der. Ya da “ İçerisi çok sıcak oldu, sobayı kapat.” emrini verir. Arada bir, “ Bir bardak su ver.” ya da “ Çok hararet bastı. Soğuk bir şey yok mu içecek? Şöyle ayran falan.” der. Beni ayağında döndürür. Aradan biraz zaman geçer; “ Bir çay demle de, içelim.” emrini verir. Ben mutfakta ertesi günün yemeğini hazırlama telâşındayken, içeriden eşimin “ Bir bardak daha çay içeyim.” diyen sesi duyulur. Bu arada çalan kapıya ve telefona bakma görevi yine benimdir. Çünkü eşim televizyon seyrediyordur. İzlediği programı bırakamaz. Ayrıca çocukların dersleriyle ilgilenmek, yine benim görevimdir.” Bir kadın eşinden saygı görmüyorsa, eşi tarafından kendisine değer verilmiyorsa, bu kadın toplumdan ne bekleyebilir? Kendisine en yakın olan kişi, hayat arkadaşı böyle yaparsa, toplum ona ne yapmaz ki! Her şeyden önce erkeklerin, eşlerine gereken saygıyı, sevgiyi, değeri göstermeleri gerekir. İlk eğitimi aileden alan (erkek) çocuk, evde annesine verilen değer kadar kadına değer verecek; ileride eşine, babasının annesine davrandığı gibi davranacak, böylece kadın, ailede gördüğü değer kadar toplumdan değer görecektir. Yıllar önceydi. O zamanlar henüz üç-dört yaşında olan kızımla beraber bir bayram törenine gidiyorduk (19 Mayıs Atatürk’ü Anma Ve Gençlik Ve Spor Bayramı). Kızıma bayrak ve balon almak üzere bir bakkala girdim. Kızımın saçları kısaydı. Üzerinde de şort vardı. İlk bakışta erkek çocuğu görüntüsü veriyor olabilirdi. Bakkalda gördüğüm bir teyze, kızıma bakıp bana sordu: “ Hocanım, oğlan mı? ” Teyzeye “ Hayır teyze, kız.” dedim. Üzgün ifadeyle aklı sıra beni teselli etti: “ Olsun. Ne yapacaksın? Allah’ın verdiği şey.” Yani teyze şunu demek istiyordu: Oğlan olsaydı iyiydi ama, kız olmuş. Elden ne gelir? Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Zaten bu sözlere alışmıştım. Görenler önce çocuğumun kız mı, erkek mi olduğunu soruyorlar; “ kız ” deyince de ,” Olsun, Allah belki bir de oğlan verir.” diyorlardı. (Oradaki “olsun” kelimesi, “üzülme” anlamına geliyor.) Ya da “ İkinciyi düşünmüyor musun? Belki oğlan olur.” diyorlardı. Yıllarca hep başkalarının öğütlerini dinledim. Kızımı görenler, bir çocuk daha düşünmem gerektiğini, belki oğlan olabileceğini söylediler. Ya da kızıma bakıp, sonra bana dönüp, “Oğlan yok mu?” diye sordular hep. İllâ ki bir oğlunuz olmalı... İşte toplumumuzda kız çocuklarına verilen değer. İşin daha da acıklı yanı var: “ Kız ” deyince , insanın içi –cız- edermiş. “Oğlan” deyince de insanın ağzı dolarmış. İnsanın gülesi geliyor. Hatta bazı beddualarımız bile bu konu ile ilgilidir. Bir veya iki kızı olan birine kızan birisi, ona şöyle beddua eder: “Allah oğlan yüzü göstermesin. Oğlan yüzünü ellerde görsün inşallah.”.............. Demek ki bana da bir beddua eden oldu. Çünkü Allah bana oğlan değil, kız evlât verdi. Ve ben oğlan çocuğunu ellerde gördüm(!). Kız çocuğuna bu anlayışla yaklaşan bir toplumdan, kadına değer vermesi beklenebilir mi?.... Toplumumuzda erkek çocuk istenmesinin nedeni, anne- babaların gelecekte kendilerini emniyete almak istemesinden kaynaklanıyor bana göre. Erkek çocuklarını bir hayat sigortası olarak görüyorlar. Çünkü kız çocuğu, zamanı gelince evlenip gidecek, oysa erkek çocuğu evde kalacak, eve bir gelin getirerek, hem kendisi, hem eşi, anne-babanın hizmetinde olacak. Demek ki; toplum olarak bencil davranıyor, kendimizi güvence altına almak için erkek çocuk istiyoruz...........( Bu devirde erkek çocuk da baba evinde kalmıyor artık. ) Erkek çocuklarımızın cinselliğini ön plana çıkarıyoruz. Basit bir sünnet olayını, bir şölene çeviriyoruz. Buna bağlı olarak da, erkek çocuklarımızın,kendilerini kız çocuklarımızdan üstün görmesine, kişilikleriyle değil, cinsiyetleriyle övünmelerine zemin hazırlıyoruz....Oğlanlarımızın kızlarla gezip tozmasını böbürlenerek anlatıyor; ama kızımızın bir erkek arkadaşı varsa, bundan utanıyoruz. Söylemeye çekiniyoruz. Peki, kızların duygularının hiç mi önemi yok?....İşte toplumumuzun kızlarımıza ve kadınlarımıza verdiği değer. Bir de kadınları ve kızları aşağılayıcı sözler vardır: “ Kızını dövmeyen dizini döver. (Oğlanı dövmek için telkin eden bir söz yok.) “ Kadının saçı uzun, aklı kısadır. ( Bu sözü, kadınların erkeklerden daha başarılı olacağından korkan erkeklerin, kadının çalışmasını engellemek amacıyla söylediklerinden eminim. Ayrıca eğer akıl saçla ters orantılı olsaydı, tarama özürlüler dünyanın en akıllı insanları olurlardı.) “Kızı kendi bildiğine bırakırsan, ya davulcuya gider, ya zurnacıya.” ( Demek ki, erkek çocuklarını kendi bildiğine bırakmakta hiç sakınca yok. ) Durun, daha bitmedi: ” Kadın şeytandan üç gün önce dünyaya gelmiştir.” Maazallah , eğer üç gün sonra dünyaya gelseydik, şeytan olacaktık. Kıt kurtarmışız, çok şanslıyız(!). İşte diğerleri: “ Elinin hamuruyla, erkeğin işine karışma.” “ Avratın sözü avrata geçer.” “ Kadına, çocuğa, sarhoşa sırrını açma.” " Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etme." “ Kadının kazdığı kuyudan su çıkmaz.” “ Kadının şerrinden Allah’a sığınmalı.” “ Kadının yüklediği göç, şuraya varmaz.” “ Oğlan doğuran öğünsün, kız doğuran dövünsün.” “ Kadının şamdanı altın olsa, mumu diken erkektir.” “ Kadını sırdaş eden, tellal aramaz.” “ Kızı kız gerek, çenesini kır gerek.” Kadınların nasıl aşağılandığını anlıyorsunuz, değil mi? Çok kişi bu sözlerin atasözü olduğunu sanır. Oysa ki bunlar atasözü falan değildir. Eflatun Cem Güney bu sözleri “ çürük çarık sözler” diye tanımlar, Folklör Ve Halk Edebiyatı adlı kitabında. Bu sözlerin öğüt vermediğini, her birinin kinayeli olduğunu belirtir. Ama bizler, bu sözleri atasözü gibi kullanıyoruz ne yazık.... Birkaç tane çürük çarık söz ( E.C.Güney’in ifadesiyle ) daha söyleyeyim: Sözünde durmayan, döneklik yapan erkeklere de “ Kancıklık etme “ derler. (Yani kadın gibi olma.) Ama bir kadın doğru sözlü ise, “erkek gibi” diyerek onu, -kendilerine göre - onurlandırırlar. Sanki doğru sözlü olmak erkeklere mahsusmuş gibi. Eşini aldatan erkeği kınamazlar. Bu yaptığının; ” Erkek için el kınası ” olduğunu, hatta “ erkekliğin şanından ” olduğunu söylerler. Onun adı kaçamaktır, çapkınlıktır. Sanki küçük çocukların tatlı yaramazlıkları gibi. Eğer kadın yaparsa ona, maalesef yazamayacağım bir argo kelimeyi uygun görürler. Erkek için el kınası olan, kadın için “ Yüz karası ” oluverir. Peki, erkeklerin eşlerini aldatması veya çapkınlığı normal diyelim. Üçüncü bir cinsiyet olmadığına göre , erkek bu çapkınlık macerasını kiminle yaşayacak? Yine bir kadınla. O halde, erkeğin eşini aldatmasını normal görenler, kadının da kocasını aldatmasını normal görecekler. Ya da, kadının yaşamasını normal görmedikleri gönül macerasını, erkeklere de yakıştıramayacaklar. Bunun başka türlü bir açıklaması olamaz. Bir gün otobüsle Bolu’dan Mudurnu’ya geliyorum. Bolu’nun hemen çıkışında bir bebek ağlamaya başladı. Dakikalarca susmak bilmedi. Anne bebeğe su veriyor susmuyor, mama veriyor susmuyor, kucağında sallıyor susmuyor. Yerimden bebekle anneyi izliyorum. Kadıncağız sıkıntıdan terlemiş. Yolcuların, çocuğun ağlamasından rahatsızlık duyup duymadıklarını anlamak için, mahçup bir ifadeyle yolculara bakıyor arada bir. Kadının yanında bir erkek oturuyor. Şöyle arada bir başını çevirip, bebekle anneye bakıyor. Sonra tesbihini çekmeye devam ediyor. Yanımdakilere o erkeğin, kadının eşi olup olmadığını sordum. Eşi olduğunu öğrenince şaşırdım. Çocuğuna ve eşine karşı nasıl böyle kayıtsız kalabildiğine anlam veremedim. Bir erkek olarak çocuğuyla ilgilenmenin, otobüsü dolduran onca insanın içinde karısına yardımcı olmanın ayıp olduğunu düşünüyor demek ki. Öyle ya, çocuğa bakmak kadının işi. Yerimden kalktım. Hiç olmazsa bir eşarba, ne bileyim o anda elime geçirebileceğimiz bir şeyle bebeği sallayalım diye düşündüm. Anneye yardımcı olmak istedim. Yanımdaki arkadaşım kolumdan çekip, yerime oturttu beni. “ Boş ver. Nene gerek?” diyerek. Bu durumlarda her zaman yalnız kalırım zaten. Herkes yaşadığımız olumsuzluklara öyle alışmış veya alıştırılmış ki, kimse bunlardan rahatsızlık duymuyor. Siz rahatsızlık duyduğunuz için, neredeyse kendinizi suçlu bile hissediyorsunuz. Zaten çevrenizdeki birçok kişi sizi ayıplar, yanlışlardan rahatsızlık duyduğunuz için. Hele bir de alışılagelmiş yanlışın doğrusunu yapmaya kalkarsanız, size çıkışırlar. Ya da içlerinden; “Sana kadar kimse yok mu? Eski köye yeni âdet mi getireceksin?” diye homurdanırlar. Çoğumuz , daha iyi olmak, bazı yanlışlıkları düzeltmek için bir arayış içinde bile değiliz. Sadece bekleyiş içindeyiz. Bir gün sihirli bir elin gelip, bu olumsuzluklara dokunuvermesiyle düzeleceği günü bekler gibiyiz. Ama boşuna bekleyecek hiç vaktimiz yok aslında...Velhasıl o bebek dakikalarca ağladı durdu otobüste. Zavallı kadın, neden sonra susturmayı başardı. Kocası ise, tesbihini çekmeye devam etti. Hiç oralı bile olmadı. İşte, erkeğin karısına verdiği değer. Bu ve buna benzer onlarca örnek yaşadım. Biz kadınlar bir teslimiyet içindeyiz. Davul boynumuzda, ama tokmağı hep başkalarının elinde. Kendi başımızı kendimiz başkalarına vermişiz. Ya da başımızı eğmişiz. Biz eğildiğimiz müddetçe, daha çok kişiyi sırtımızda taşımaya devam ederiz. Önce, hiç kimseyi sırtımızda taşımak zorunda olmadığımızı öğrenmemiz gerek.... Bilmem anlatabildim mi, kadınlara verilecek hakların biz kadınlar tarafından alınacağına neden hiç ama hiç inanmadığımı? Kadınların her şeyden önce, haklarını aramayı, var olan haklarını kullanmayı, daha da önemlisi kendilerine saygı duymayı öğrenmeleri gerek. Kendilerine saygı duymayanlar; başkalarından kendilerine saygı duymasını bekleyemezler. Hatta eşlerinden bile. Beklemeye de hakları olamaz. Hak istemeyen kadına , kimse hak falan vermez. Hak verilmez, alınır. Boşuna mı demiş atalarımız “Ağlamayan çocuğa meme vermezler.” diye! ..........Evet! Biz kadınlar önce ağlamayı öğrenmemiz gerek.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kâmuran Esen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |