Prensiplerden hoşlanmam. Önyargıları yeğlerim. Daha içtenler. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Yukarıda anlattığım şey ilk başta çoğunuza karışık, anlaması güç, itici hatta sıkıcı felsefik bir düşünce gelebilir. Ancak sakin bir kafayla düşündüğünüzde aynı düzlemde buluşacağımızdan eminim… Gelin şimdi yukarıda özet geçmeye çalıştığım şeyi örneklerle açalım. Efendim, daha önce okuduğum öykü ve yazılarından, ilk romanı “Hiçbiryer”den ve ikinci romanı “Fatma Aliye: Uzak Ülke”den hareketle kitabın yazarı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, “yazıya yazılan” bir yazardır. Yazar, biz okuyuculara aslında bir şeyler anlatmak derdinde filan değildir; yaşarken, okuyup yaşarken, kendini kurmak derdindeyken, dile geliyor. Öykülerinde, yazılarında ve romanlarında gördüğüm ve hissettiğim şey, neredeyse yazıcının kendisi olmuş meselelerdir. En soğuk, en nesnel bir şeymiş gibi görünen “Moda ve Zihniyet”te de bu vardı. Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, hastasına yabancılaşarak ‘iş yapan’ bir doktor gibi değil; ‘mesele’yi, kendi içinde aldığı renklerle anlatıyor. Örneğin, “Fatma Aliye: Uzak Ülke” romanı… Bu kitapta bir bütünleşmeden bahsedebiliriz elbette. Bu, benzer isimler taşıyan iki ‘yazar kadın’la sınırlı bir bütünleşme de değil! Sanki Barbarosoğlu kendini kurmaya koyulmuşken, yolculuğu onu Fatma Aliye’ye götürmüş; Fatma Aliye’ye vardığı yerde ise kendi fotoğrafıyla karşılaşmış. Yani Fatma Aliye’yi yazmamış, onu yaşarken kendini yazar bulmuş. Romanın ‘şimdi’ de geçen (ki yazıcı, ‘şimdi’yi ‘kendisi’ olarak okuyor) üçüncü bölümü ise tam olarak bunu gösteriyor. Onu Fatma Aliye’ye götüren okumalarını ve iç heyecanlarını bilmiyorum ama Kadıköy meydanında Fatma Aliye’nin torunu Suna Selen ile karşılaşması, adeta bardağı taşıran son damla olmuş. Bu son damla, o güne kadar yazıcıda yaşanan Fatma Aliye’nin ‘yazı’ya konu olmasına sebep olmuş. Romanın ‘şimdi’de geçen üçüncü bölümünden ise şunu anlıyorum: Yazıcı uzunca bir dönem Fatma Aliye’de yaşayarak o ‘uzak ülke’ye yolculuğa hazırlanmış. Bu bölümü, Barbarosoğlu’nun Fatma Aliye’ye, yani ‘uzak ülke’ye yaptığı yolculuğa hazırlanışı olarak gördüm. Bu sebeple romanı okuyup bitirdiğimde, ‘aslında son bölüm, ilk bölüm olabilirdi’ diye düşündüm. Fatma Aliye’nin Uzak Ülke romanında üç üst bölüm var: “Okumak”, “yazmak” ve “kilitli kalmak…” Bu üç bölümün toplamı olan romanın esas çizgisinde, İslâm medeniyet perspektifine oturan Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşananların bir ‘yazar kadın’ üzerinden okunması vardır. İyi bir tarih yazıcısı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı ve tarih yapıcı / yaşayıcılardan Faik Paşa’nın eşi Fatma Aliye’nin biyografik hayatında görünen hakikatlerde ‘şimdi’yi okuma çabası… Yazıcı ‘şimdi’den ‘uzak ülke’ye, ‘bugün’den ‘dün’e gidiyor oluşu, maksadı sadece ‘uzak ülke’yi, ‘dün’ü göstermek değil, ‘bugün’ün izlerini ‘dün’de aramak veya ‘dün’ün ‘bugün’de aldığı şekli göstermektir diyebilirim. Başka bir ifadeyle denilebilir ki: Yazıcı, ‘yazar kadın’ kimliğinin köklerine giderek kendini bir yere konumlandırmak istiyor. Elbette ki metnin yazardaki yorumu kendinde saklıdır, ancak bu tespitler ise bir okuyucu olarak benim çıkarımlarımdır. Bilindiği gibi her okuyucu herhangi bir metni okuduğunda onu kendine has yorumlar ve zihninde farklı bir şekilde kurar. Bu romanda, Fatma Aliye’nin şahsında temel insanlık meseleleriyle karşılaşıyoruz. Sebep ve sonuç ilişkisiyle iç içe geçmiş bu üç dönemin (Abdülaziz, Abdülhamit ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu) iklimiyle birlikte, ‘yazar kadın’ Fatma Aliye, ‘anne’ Fatma Aliye, ‘Doğu-Batı arasındaki’ Fatma Aliye ve kurulan yeni devlete sığmayan Osmanlı bakiyesi ailelerinden biri olarak Fatma Aliye üzerinde düşündüm. İnsan merak etmeden duramıyor. Şimdi de Fatma Aliyelerin izlerini sürmek gerektiğini düşünüyorum. Evet, İslâm medeniyet perspektifinin ulema geleneğinin son temsilcilerinden biri olan Ahmet Cevdet Paşa’nın evinde tatlı bir heyecan vardır. Adviye hanım hamile olduğu çocuğunu doğurmaktadır. Önceki doğumuna ebelik yapmış ebenin yerine yeni bir ebe işe koyulmuştur. İlk kez ebe olarak geldiği evin sahiplerini öğrenmiş olmanın heyecanı içinde, doğan çocuğun göbek bağını keserken, ‘Sesi de, talihi de güzel olsun’ diyecekken, ‘Aklı güzel olsun’ der. Hiç şüphesiz irrasyonel bir durumdan bahsediyoruz. Kendisine Fatma Aliye ismi verilmiş bebenin sesi ve talihi hikâyesinde saklıdır, ama çok açık ki, aklı açık biri olarak hayatta yerini alır. Hayatı harflerin, kelimelerin, dilin, kitapların sayfasında ve düşüncenin içinde geçer. Yaşıtları gibi oyunların içinde kaybolmaz, kitapların sayfalarında görünür bir hayatın kahramanı olur. Çocukların çok da yaklaşmadığı, kız çocuklarının özellikle uzağında dur(durul)duğu ‘kendince’ bir ‘oyun’a girişir. Harflerle oynar, kelimelerle bir dünya kurar, içine düştüğü ‘dil’ ile durduğu yerle yetinmez, başka yerlere uzanmak ister. Abdülaziz devridir. Evler, imparatorluğun büyüklüğüne yakışır tarzdadır; evler okulda değil, okul evdedir. Kendisine gelen hocalara sorduğu sorulardan edindiği cevaplarla kendi yolunu açmaya çalışır. ‘Aliye sordukça sorar, her sorduğu soruya kendini tatmin eden cevaplar aldıkça, bambaşka diyarlara yürüdüğünü zanneder.’ Annesi ve babası hayretler içindedir; harflere, kelimelere, dile gelen Fatma Aliye herkesi şaşırtmaktadır. O, kitapların sayfalarında başka yerlere kanatlanır. Hem burada hem değil. Rüya gibi yani… Okumak, iradeyle bir düş görmek değil miydi ki zaten. Okurken hem buradasınız, hem değilsiniz; okuduğunuz şey sizi başka yerlere götürmüştür çünkü. Kendisini uzaklara taşıyan okumalar onu yeni bir dille karşılaştırır. Fransızca ile… Gizlice ve kendi başına Fransızca öğrenmeye koyulur. Bunu sonradan öğrenen baba kızını şaşırtır, bu dile giden yolları açar. Bir dil sadece bir dil değildir, yeni bir dünyadır aynı zamanda… Fransızca ile başka bir dünya ile karşılaşır. Bir süre sonra eve gelen hocalardan bir şeyler öğrenme isteği biter. Hocalar artık konağa gelmeyecek, kendisi hocaların kitaplarına gidecektir. Ahmet Mithat Efendi’nin kitaplarıyla buluşur. ‘Hayata karışamayan Aliye, kitaplardaki hayata pek çabuk karışır.’ Okuduğu kitaplar, öğrendiği Fransızca ile karşılaştığı dünyalar, Ahmet Mithat Efendi’nin romanları kendisinde ‘romancı’ hassasiyeti geliştirir. İmparatorluk uzandığı yerlerden geriye doğru çekildikçe o ileriye doğru gelişir. İçine çok şey doluşur, yaşı büyür. On yedi yaşına vardığında babasının münasip gördüğü Abdülhamit’in Kolağası Faik Paşa ile evlenir. Babasına rağmen bir şey yapacak biri değildir o; baba Ahmet Cevdet Paşa, Fatma Aliye için merkezi bir şeydir. O ki, romanlarında bile kahramanlarını babalarıyla karşı karşıya getirmez. Ahmet Mithat Efendi’nin bir talebesi olarak ‘ders’e yatkındır. Yazarak bir ‘vazife’ görmek istemektedir; ‘yazar kadın’ olarak… Ancak Faik Paşa da ‘buraların’ erkeği olarak, okuyan, düşünen ve yazan bir kadını ‘fazla’ görmektedir. Fatma Aliye ise evlilikten bunu beklememektedir. Gizli saklı yazmaya devam eder. Üstelik bunu kâğıda değil, zihnine düşürerek… Ancak bir gün gelir Faik Paşa kararından vazgeçer, ‘yaz!’ der. Bu Fatma Aliye için büyük bir lükstür. Hem evliliği sıkıntı olmaktan çıkmış hem de yeniden diline kavuşmuştur. ‘Buralarda’ ilk kez bir kitabın kapağında ‘Bir Kadın’ imzası görünür. Fatma Aliye çevirdiği Fransızca kitabının kapağına kendi ismiyle değil, ‘Bir Kadın’ imzasıyla yer alır. Verilen tepki şudur: “Bir kadın ne bilsin Fransızca’yı, ne ilgisi var ‘yazı’yla…” Osmanlı erkeği böyle tepki vermişti. “Osmanlı erkekleri, Osmanlı kadınlarına nasıl bakıyor ki! Bakıyor mu?” Baksın veya bakmasın, Fatma Aliye kendinde yaşarken, hurufatla birçok yere gitmiştir. Artık o Osmanlı’nın ilk kadın yazarıdır. Konağında, kitapların sayfasında geçen bir hayata yazılmıştı. Ama hayat yerinde durmuyor, imparatorluk çözülüyor, insanlar başka yerlere savruluyordu. Erkekleri ve kadınlarıyla Osmanlı, rengini kaybediyordu. Yazı yazmak ile hayatı tanzim etmek tercihleri arasında Fatma Aliye ‘yazı’yı seçiyordu. Madam Serandi, “Müslüman kadınlar 20 yıl önce böyle değildi. Artık siz başka türlü yaşıyorsunuz. Oysa biz, yere düşer gibi geçerken yılların üstünden, siz göğe ulaşılacak basamak niyetine geçiyordunuz yılları. Ama görüyorum ki, şimdi siz de artık göklerden düşe düşe yaşıyor ve dahi yaşlanıyorsunuz.” demişti. Hayır, göklerden düşer gibi yaşamayacaklardı. Bunun için yazarak akacaktı hayatın içine. Teselli arayanlara kitaplarıyla teselli olacaktı. Çünkü sadece kendi çocuklarına anne olmakla ‘valide’ olunamıyordu, sadece yakınlarına yakın durarak Allah’a yakın olunamıyordu. Küçülen imparatorlukla beraber evler de küçülmüştü. İlim, evlere sığmaz olmuştu. Çocuklar, erkekler ve kızlar okullarda başka dillere, başka dünyalara, dinlere, tasavvurlara yakalanıyordu. Bir garip ‘özgürlük’ esvapları dalgalandırarak ve değiştirerek yüzlere başka ‘bakış’lar takıştırıyordu. Osmanlı erkeğini ve kadınını savuran bu rüzgâr onları kendilerince olmayan bir toprakta buluşturuyordu. Özgürlük, aşk, evlilik yeniden tanımlanıyordu. Kızların evden kaçtığı bir dönemdi. Annesi ve babasına rağmen kızı Ayşe aşkının peşinden gitmişti. Ahmet Cevdet Paşanın torunu, ilk muharrire Fatma Aliye’nin kızı İsmet Hıristiyan olmuştu. Fatma Aliye kızını arıyor ve soruyordu: “Aşk bizi terbiye ediyordu. Ne oldu da biz aşkı nefsimizi terbiye eden bir basamak olmaktan çıkarttık?” Muhaderat romanında Enin’de durumun dayanılmazlığından ‘yazı’ya kaçıyordu. İmparatorluk topraklarından çekilmiş, kızlar evden kaçıp Hristiyanlığı tercih etmiş, Fatma Aliye de kendi garına çekilmişti. Dönem, ‘hürriyet’ten yararlanmak için ikbal peşinde Ankara’ya hücum vaktiydi. İnsanlar yüzünü Ankara’ya çevirip ona koşarken, Osmanlı bakiyesi Fatma Aliye, kendini ‘dün’e ve İstanbul’a hapsetmeye razı olmuştu. Ona göre: “Yol belliydi. Maziyi yıkmadan istikbali hazırlamak… İnkar değil, ikmaldi. Padişahı yıkmak ile maziyi yıkmak arasındaki farkı keşke bilebilmiş olsalardı. ‘Geçmiş ile ilişkinin her zaman gelecek ile ilişki kurmak olduğunu’ keşke kabullenebilmiş olsalardı.” Kızlar evden kaçıp Hıristiyanlığı tercih ederek annelerini, tarihlerini de inkâr ediyorlardı. Geçmiş ile kurulan mevcut ilişki de evden kaçan kızlar gibiydi. “Neden hurufat(yazıları)ı oğullara ve kızlara benzetmişti!? Hurufat üzerinden dünyaya değip dokunulduğu için mi? Yazı yoluyla istif edilen düşünce, geriye kalan olduğu için mi? Hayırlı yazı, amel defterini açık bırakan. Hayırlı yazı!” Ama yeni dönemle birlikte yazılar da değişmiş, artık Latin harflerine geçilmişti. “Bu hurufat başka düşüncelerin gemisiydi. Kendi düşüncelerini bu gemiye yüklemeye kalkınca düşünce küsüyordu.” Fatma Aliye evden kaçan kızıyla geçmişle kurulan ilişki arasında sürekli muhasebe yapıyordu. Romanlarında anlattığı ve kışkırttığı kadının aldığı hal üzerinde kendi sorumluluklarını düşünüyordu. Yaşadığı bir hayal kırıklığıydı. Böyle bir kadın mı arzuluyordu, kitaplarında açtığı yoldan giden kızlar din mi değiştirmeliydi? Çekildiği garında, Hıristiyanlığı tercih eden kızı İsmet’i arayan dedektifin parasını temin için babası Ahmet Cevdet Paşa’dan kalma malları satıyordu. Eşi Faik Paşa’nın, yani babasının ölümüne bile gelmeyen İsmet’ten yakıcı mektuplar alıyordu. ‘Dün’ün bakiyesi olan Fatma Aliye ‘bugün’e eklenemiyor, kendine tutunarak yaşıyordu. Kendisini anlamayacak gibi görünen genç adam soruyordu: “Yaşarken unutulmak çok elem veriyor olmalı.” Fatma Aliye’nin cevabı şu oluyordu: “Ben trenden indim. Aynı yerde ve aynı zamanda olanlar birbirlerini hatırlayabilir ya da unutabilir. Ben sizin zamanınızda değilim. Zalim ile mazlumun yan yana durduğu, iyi ile kötünün aralarında hiç fark yokmuş gibi idrak edilmeye çalışıldığı zamanlara ait değilim. Unutulmadım. Sizin dünyanıza hiç girmedim diyelim.” Kurulmakta olan yeni dünyada kendisine yer olmadığını iyice kavramıştı. İki tür insan ortaya çıkmıştı. Geçmişe bütünüyle sırt dönüp bugünkülere yarananlar, bugünküleri bütünüyle kötüleyip geçmişte takılı kalanlar… O ikisinden de değildi. Kendisini unutturmuştu. Yazıları okunmayan yazar olmaktansa artık yazmayan ‘eski zaman muharriresi’ olmak daha iyiydi. Haksız da değildi! Dün, memleket olarak gittiği yerlere bugün artık pasaportla gidiliyordu. İstanbul’un eski aileleri Türkiye’ye sığamıyordu. Fatma Aliye, çoktan bir ‘uzak ülke’ olmuştu. Fatma Barbarosoğlu’nun tekrar okuduğum romanlarında özellikle ‘uzak ülke’ Fatma Aliye’ye gidip onu bize ‘yakın’ kılmış. Romanın ilk iki bölümü olan ‘okumak’ ve ‘yazmak’ bu ‘uzak ülke’den haber veriyor. ‘Kilitli kalmak’ isimli son bölüm ise ‘şimdi’den bahisler açıyor. Daha önce de söylendiği gibi, yazıcı, Fatma Aliye’yi yaşarken, yani bu romanı yazmaya koyulurken hayatına vuran Fatma Aliye’yi ‘kilitli kalmak’la tanımlıyor. Evet, ‘Uzak nasıl yakın kılınır?’ sorusunun cevabı, ‘yazıya yazılarak’ desek ziyadesiyle realiste bir tespitte bulunmuş oluruz. Yazdığınız şeye dönüşmüşseniz, o şey ne kadar uzakta olursa olsun, artık yakınınıza kadar gelmiş demektir. Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |