Matematiğe, yalnızca yaratıcı bir sanat olduğu sürece ilgi duyarım. -Godfrey Hardy |
|
||||||||||
|
Aslında bendeniz felsefe ve mantık alanını pek sevmeyen bir yapıya sahibim. Bu biraz gönül ehli olduğumdan, biraz da iki alanın İslam dini ile çakışmasından felsefenin geneline, mantığın ise bazı kaidelerini anlamaya çalışmaktan hep uzak durdum, iç içe olmak istemedim. Bunun bende bıraktığı boşluğu da gözlemleyebiliyordum. Yani felsefesiz ve mantıksız bir hayatın aslında olmazsa olmazımız olduğunu biliyordum. Zira bu iki mefhumun nimet olduğunu hatta bazı insani melekelerin çalışmasına ki özellikle vicdan gibi önemli bir santralin çalışmasına zemin hazırladığına birçok kez şahit oldum. Bugün felsefe ve mantık alanında okumalar yapmaya beni iten iki faktör var. Bunlardan biri, bir arkadaşın hayata, dünyaya, aileye, insana bakışındaki düşüncelerini mantık çerçevesinde usulüne uygun bir şekilde değerlendirip bana anlatması, sunması diğeri de dünyadaki aydınların fikirlerini siyasetçilere ve politikacılara kabul ettiremeyişindeki gizemdir diyebilirim. Bu alana olan ilgimden değil, sadece bana boş gelen bu düşüncelerin zeminindeki kaypaklığı beton gibi sağlamlaştırma gayretinde bulunamadığım için çok üzgünüm. Ancak zararın neresinden dönülürse kardır deyu ilk okumamı Sokrat üzerine yaptım. Evet, birçok filozofun hayatı, fikirleri, yaşadıkları, dünya görüşlerinde herkesin alacağı bir takım dersler olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Eflatunun bu güzel eserinden sadece benim değil her insanın alacağı bir çok ders var. Sokrates, bundan takribi olarak 2500 yıl önce devletin tanrılarını inkar etmek ve memleketin gençlerini yanlış yollara sürüklemekle suçlanmış daha sonra da ölüme mahkum edilmiş önemli bir düşünce insanıdır. Hem Sokrates; çarşıda, pazarda, toplantılarda, gittiği ve uğradığı her yerde, her görüşten insana, topluluğa; örf, adet gelenek, görenek, inanç ve ön yargılar üzerine sorular soruyor, sorduğu sorular kendilerini bilgili sananların bilgisizliklerini ortaya çıkarıyor, çeliştikleri noktalara temas ediyor, akıl temeline dayanmayan her şeyi çürütüyordu. Sokrates, insan alışkanlıklarının yine insanın iradesini adeta bir sünger gibi emdiğini görüyor bu kişilere acıyor, o güne kadar alışılagelmiş her şeyi yeni baştan düşünmeye ve doğruyu akıl yoluyla bulmaya zorluyordu. Egemenliklerini ve çıkarlarını halkın bilgisizliği ve kör alışkanlığı üzerine kuranlara, karşın ahlakın ve inançların “akli” kaynaklarını araştırıp bulmaya çalışan ve her şeyi akıl temeli üzerine kurmaya çalışan Sokrates’in bu tutumundan halk tedirgin oluyor, onu, ahlakı ve dini inkar etmekle suçluyorlardı. Sokrates’i yargılamakla görevli 281 kişilik jürinin verdiği ölüm kararı açıklandığı zaman, Sokrates en küçük bir sarsıntı geçirmemiş, yüreklilikle öbür dünyaya gitmekten korkmadığını söylemiş ve hepsini yerin dibine sokan alaycı üslubuyla: “Orada hiç şüphesiz sormak yüzünden ölüme mahkum edilme durumu yoktur” diyerek hem cesaretini hem de hakikat ve bilgiye ne kadar aç olduğunu bilvesile paylaşmıştır. Günümüz Türkiye’sinde Ahval ve Abilerin abisi: Sokrates Abi Buraya kadar: “abi seni anlamakta zorlanıyoruz” diyenleriniz çıkabilir.. Hatta bu konuyu nereye bağlayacağımı merak edip düşünenler de olabilir. Hiç merak etmeyin konuyu öyle yerlere bağlayacağım ki “iyi ki bu yazıyı okudum” diyeniniz de olacaktır, “ne diyor la bu düdük makarnası” diyenleriniz de olacaktır illaki. Ben her iki düşünce sahibine de şimdiden okuma zahmetine girdikleri için teşekkürümü peşin peşin söylemiş olayım. Mühim olan burada bir fikir teatisi yapabilmek. Belki düşüncelerinize başka kanallar, başka damarlar sunup oradan beslenmenizi sağlamaktır. Evet, herkesin nasibi anlayabildiği kadardır diyerek esas konumuza giriş yapmaya çalışayım… Efendim, yapmış olduğum bu okumalarda o günden bu güne aslında çok şey değişmediğini gördüm. Yani o gün de bugünde gerçek aydın zümresini politikacılar, politikacıları ise aydınlar bir şekilde kırıma uğratmayı başarmıştır. Bugün memleketimizde ikide bir patlak veren bazı olaylar, halkın aydınlanmasını, öğrenmesini, düşünmesini kendi çıkarlarına aykırı gören politik veya siyasi kişilerin, ya da toplulukların tutumunda inanın zerre kadar değişim yaşanmamış. Sadece fiziksel olarak bazı değişimler gözümüze çarpıyor.. Evet, kim olursa olsun bir insan düşüncesi fiiliyata geçmeden, düşüncesi ile bir aksiyon sahnelemeden sırf fikirlerinden dolayı o kişiye karşı yumruk sıkmak, onu ademe mahkum etmek büyük bir yanlışlıktır diyorum. Yani düşünceleri yüzünden mahkûm edilenlerin adını bildiğimiz en eski kahraman filozoflardan biri Sokrates’e karşı 2000 küsur yıl önce yöneltilen suçlamalarında ne yaşandıysa günümüz Türkiye’sinde de hala Lâiklik, İslamcılık, Devrimcilik, Sosyalizm, Akılcılık, Sosyal Adalet v.b. gibi konu ve kavramlar üzerine herkes birbirine diş bilemekten çekinmiyor. Yani Sokrates’ten 12 (ya da 16) yıl önce başka bir filozofun gelenek, ahlak, din ve kanun kavramları üzerinde düşünmeler yapmaya kalkışan Leukippos’un öğrencisi Protagoras’ın eserlerinin Roma dönemi Atina’sının pazar meydanlarında resmi emirle yakılması, dinsizlikle suçlanarak kaçmak zorunda kalması, kaçarken boğularak öldürülmesi ile bu gün Türkiye’de kimi yayınların yasaklanması, toplatılması, yok edilmesi, fikirleri yüzünden cezaevlerinde ölenler arasındaki bu benzerliğe insan gerçekten hayret ediyor… Şimdi adını hatırlayamadığım Batılı bir düşünürün dediği gibi, “İnsanlık hakları saldırıya uğradığı zaman, ilk kurbanları verenler hep aydınlar olmuştur.” sözü hem mantıklı hem felsefi hem de bir hakikat olarak karşımıza çıkıyor. Evet, geçen 2000 yılı bir kenara bırakıp daha yakın tarihe şöyle bir göz atalım… İşte insanlık tarihindeki büyük bir devrimin hazırlayıcıları: Voltaire ile Rousseau. Bu iki düşünür av köpekleri önünde nefes nefese koşan tavşanlar gibi, yıllar yılı oradan oraya kaçmadılar mı? Her zorba yönetimin katlanamadığı tek varlık anladığım kadarıyla; gören, anlayan, düşünen kişilerdir ve nedense ilk onlar “temizlenmeye” kalkışılır. Avrupa’da bunun örneklerini saymakla bitiremeyiz… Şimdi Avrupalıları da bir kenara bırakıp Türkiye’deki duruma şöyle bir göz atalım.. Düşüncenin Kel Kahyaları Ünlü bir düşünür olduğu kadar bir eylem adamı da olan Simav Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin’i saymazsak, Osmanlı Devletinde düşüncelerinden ötürü kovuşturmaya uğrayan ilk önemli bilgin Molla Lütfidir. Fatih’in kitaplık memuru olan ve patavatsızlığından dolayı halk arasında “Deli Lütfi” diye anılan bu matematik ve astronomi bilgini, akli bilimlere önem veriyor, her fırsatta kendi çağının bilim adamlarını eleştiriyor ve daha tehlikelisi, şakacı mizacının dürtülerine kapılarak, onları ikide bir iğneliyordu. I. Beyazıt devrinde Fatih medresesine tayin edilmesi ile rakiplerinin kıskançlığını büsbütün kışkırtan ve derslerinde dinin biçimsel yönünden çok vicdan ve ruhla ilgili yönü üzerinde duran Molla Lütfi’nin bu tutumu fırsat bilinerek dinsizliği ileriye sürülmüş; çağının en uyanık bilgini büyük bir kurul önünde yargılanıp 200 tanık dinlendikten sonra 1494 yılında Fatih ilçemizin meşhur At Meydanı denilen yerde kafası kesilerek idam edilmiştir. Kendi devrinde yaşayan Muhyiddin-i Foçavi gibi aydınlar, Lütfi’nin iyi niyetli olduğunu, zamanın ileri gelen şairleri, Molla Lütfi’nin idamına haksız yere, haset yüzünden öldürüldüğünü, bu sebeple de şehit olduğunu söylemiş olsalar da iş işten geçmiştir… Bilim ve düşünceye karşı işlenen ve birçok yönleriyle Sokrates faciasına benzeyen bu cinayet, bizim bir Eflâtunumuz olmadığı için, zamanla unutulmuş, tarih sayfalarının tozlu raflarında maalesef üzeri örtülü bir şekilde kalakalmıştır. Dünkü “dinsizlik” suçlamasının yanına bugün başka türlü suçlamalar da katıldı güzel ülkemde. Anayasa, yurttaşlara düşünce, söz ve yazı özgürlüğü tanımış olsa da, politikacılarımızın düşünceleriyle çatışan aydınlardan dün de bugün de hoşlanmadı, hoşlanmayacaklarda. Çünkü toplumla ilgili her konuda kendilerinden “düşünme izni” alınmasını pek seven ve isteyen siyasetçi ve politikacılar bir bakıma, vatandaşların kel kâhyasıdır; “şunu düşün”, “şunu düşünme” diye iki de bir emir vermeye, buyruk buyurmaya pek teşnedirler. Bu konuda yüreği yanan ateist yazarımız Tevfik Fikret: Vatanı, kurumuş ulu bir çınara benzetmiş, ağacın tepesinde uçup duran kargaları göstererek; “Şu dönen kargalar başında senin, Söyle bunlar mıdır zehirleyenin?” diye sorar. Fakat her devirde ihtiyar çınarı, kendi hayatları pahasına da olsa zehirlenmekten kurtarmaya çalışan düşünce yiğitleri de çıkmış hakkı savunmuştur kuşkusuz. Çöküş Devri Aydınları Molla Lütfi örneğinde olduğu gibi, imparatorluğun parlak çağlarında dahi görülen aydın kırımı, çöküş devrinde artık alabildiğine hızlanmış düşünen kişileri yurttan sürmek, hapsetmek veya rastgele bir yerde kündeye getirerek öldürmek bir gelenek haline gelmiştir. Yukarıda; “temizlenmek” dedim. Türk aydınının yüzyıllardan beri alın yazısı budur diyebilirim. Hem de her inanç ve görüşten… İslamcısı, Sosyalisti, Alevisi, Kürdü, Türkü toptan düşünce dünyasında ne kadar fikir beyan eden kişi varsa sonları hep ya hücre cezası, ya sürgün ya da yağlı urgan olmuştur… Bütün ömrünü Abdülhamit ve onun şakşakçılarını bertaraf edip fişlemekle geçiren şair Eşref, bir yergisinde: “Haps ile neyf ile işkence ile ömrü geçer, İşte Türkiye’de şair olanın hâli budur.” der. I. Mahmut devrinin en uyanık, sözünü saklamayan bir devlet adamı ve şairi olan Keçecizade İzzet Molla’da devlet ileri gelenlerini eleştirdiği için, önce Edirne / Keşan’a, sonra da Sivas’a sürülmüş ve 1829 yılında birileri tarafından öldürülmüştür. Abdülaziz devrinde Namık Kemal, Ziya Paşa ve arkadaşlarının, Abdülhamit devrinde Jön Türkler’in yurt dışına kaçmak zorunda kalışlarının nedenleri üzerinde de şöyle bir durup düşününce acaba bunlar niçin hapsedilmek, sürülmek ya da öldürülmek isteniyor diye sorası geliyor insanın… Hepsinin gazeteleri, dergileri, kitapları niçin yasak ediliyor, kapatılıyor, toplatılıyor, yakılıyordu. O günlerde bir kimsenin üzerinde bulundurması bile ağır suç sayılan yasak yayınları bugün okuduğumuzda padişah da dahil hepsinin derdinin özgürlükler, eşitlik ve adaletten başka bir şey olmadığına şahit oluyoruz… Hal böyle iken bu aydın kıyımları neden olmuş? Neden kovulmuş, neden öldürülmüşlerdir? Sanıyorum bu sorunun cevabı: “kraldan çok kralcıların varlığı”ndan veya baştakilerin keyfine bağlı olan baskılı bir yönetim anlayışından diyebiliriz… Bilirsiniz okumuş, hayat ve dünya hakkında fikirleri olan hiç bir gerçek aydını bir şey söylettirmeye ikna edemez, zorlayamazsınız. Bu tarz aydınlar içinde yaşadıkları dönemlerde Millet Meclisi’nin kurulmasını, devlet yönetiminde ulusun söz sahibi olmasını, vatandaşlara vicdan, yazı, söz ve toplanma özgürlüğü tanınmasını, halkın sırtından geçinmenin ve devlet hazinesini yağma etmenin önüne geçilmesini, halkın hayat şartlarının yükseltilmesini, yabancı devletlerin iktisadi ve siyasi boyunduruğundan kurtulma yollarına başvurulmasını istemelerinden dolayı bu duruma duçar olmuşlardır. Yine o dönemin sanatçılarına bakacak olursak: şiir, roman ve oyunlarında, hatta yazdıkları makalelerinde yurt ve ulus sevgisini işlediklerini görür, o günlerin iktidar mevkinde bulunanlara göre bu yayınlar “evrak-ı muzirre” (zararlı kâğıtlar) sayılmış olması üzerinde düşünülmesi gerektiğini söyleyebilirim. Abdülhamit’i indirip 1908 Meşrutiyetini kuran İttihat ve Terakki devrinde de değişen bir şey olmamış? Hem de hiç bir şey olmamış! Eskiden kanunsuz yapılan işler Kemalist zihniyetler tarafından kanunların arka sokaklarında gizlenilerek yapılıyor ve Tevfik Fikret’in deyişiyle; “Kanun diye, kanun diye kanun tepeleniyor”; Bu tutuma karşı direnen yolsuzlukları yazmak cesaretini gösteren gazetecilerse sokak ortalarında hiç acımadan öldürülmüşlerdir. Hem de genç yaşta öldürülen Ahmet Samim ile Hasan Fehmi yurtsever gibi milliyetçi, ülkücü, namuslu kişiler bile… (D. P. döneminde sokakta başına sopayla vurulan gazeteciyi hatırlatmak isterim). Abdülhamit’in baskılı yönetiminin birçok siyasi ve politik nedeni olabilir. Onu bu tutumundan dolayı haklı gören ben de dahil milyonlarca insan vardır elbette. Yani neden bu şekilde davrandığını, neden şairleri ve yazarları böyle sus pus haline getirmeye çalıştığını, içinde bulunduğu toprakları korumak için aydınların hep bir ağızdan ülkenin selametine yönelik çalışmalar yaptırmak isteyişini de anlıyorum. Fakat ne olursa olsun, bir aydının düşüncesine, fikrine değer verilmesi gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Evet beğenmeyebiliriz o kişiyi. Huyu, suyu, yaşamı, bize benzemese de aydın kişilerin fikirlerine değer vermek zorundayız. Hatta bugün İslamcı düşünceye sahip kişilerin bir dönem fikirlerine değer verdiği bugün ise gündemlerine bile sokmadıkları Dücane, İsmet Özel, Murat Menteş, İhsan Eliaçık, gibi bir çok kişiye fikirlerinden dolayı, sözlerinden dolayı küfürler savurup onları dinlemeden kestirip atmak, fikirleri karşısına başka bir fikirle çıkmadan salvo yapmak bence ne halka, ne siyasetçilere yakışmıyor… Atatürk Devri Ve Sonrasında Aydınlar Türk aydını işte yukarıda saydığımız birçok sebeplerden dolayı hep yalnız kalmıştır. Hatta bu yalnızlığı Gazi Mustafa Kemal Atatürk devrinde de görebiliriz. Sadece yeni başlattıkları fikirleri kabul edenlere nefes veren Kemalist yönetim, dindar gördüğü her fikre karşı kılıcı çekip direk kafasını kesmiştir. Düşünün ki şapka giymedi diye öldürülenler, evinde Kur’an okuyor diye fişlenenler, memurlar, idareciler, patronlar vs.. saymakla bitiremeyeceğimiz haksız, hukuksuz yargısız infazların bu dönemde de gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Evet, dünyanın sanıyorum hiçbir ülkesinde aydın ile politikacıların arası düzelmeyecektir. Bu ülkede de düzelmedi düzelmeyecek… Çünkü aydınların politikacıların kafası ile dünyaya baktıklarını düşünmüyorum. Aydınların dünya ahvaline bireysel planda ve daha hümanist, yani insancıl baktıklarını, umuma bakan yönünü ise politika ve siyasetçilerin fikirlerinin doğru olduğunu söylemiş olalım.. Politikacı veya siyasetçilerin herhangi bir meseleye bireysel bakmadıklarına defaatle şahit olduk. Onlar ulusun tamamına, bir anne veya baba gibi bakıyorlar. Aydınlar ise daha hümanist ve bireysel… İşte bu yüzden politikacılarla aydınlar arasında kıyasıya bir savaş, iş başındakilerin kendi kişisel çıkarlarını devlet çıkarı diye göstermeye çalıştıkları düşüncesi yüzünden yürüyüp giden “kutsal savaş”ta kırıma uğrayan aydınların yerlerine dün de yenisi geldi, bugün de yenisi gelecek, her konuyu bireysele indirgeyip sadece insani bakan aydınların karşısına da mutlaka daha geniş bakacak ve tüm ülkenin durumunu göz önüne getirerek geniş bakabilecek politika ve siyasetçiler hep var olacaktır. Şair Eşref, bir başka şiirinde: “Tanrım! gidenler öbür dünyada cezasız kalmasın, bu dünyadaki hainlere ben yeterim.” demişti! Şair Eşref’e bu sözü söyleten şeyin ne olduğunu tahmin edebiliyorsunuzdur. Dün Şair Eşref bugün onun yerini başka yazarlarımız almadı mı? Dünya Kıyamete Kadar Dönecek ve Dönüyor… Politikacılarla aydınlar arasındaki çatışmaların tarihini incelediğimizde, her zaman ve her yerde aydınların haklı, politikacıların ise boyalı basında hep haksız olduklarını okuyoruz. Bunun tersini gösteren bir tek örnek ben şimdiye kadar taradığım evraklarda görmedim. Dünyanın dönmediğini söyletmek için Galile’ye işkence ile gözdağı verenlerin torunları, Galilenin buluşunu bugün kendi okullarında okutuyorlar. Bunun yalnız biz farkında değiliz. Köylülerimiz arasında açılan bir ankette: “Dünya dönüyor diyorlar ya, doğru mu?” sorusuna, genç bir köylü: “Dünyanın döndüğünden hiç haberim yok.” diyerek karşılık vermiş. Yalnız bazı köylülerimiz mi? İş başındaki siyasetçilerimiz de olayı sadece bireyselleştiren aydınlarımız da aslında dünyanın döndüğünden bihaber ya da bunun farkında değil… Oysa dünya dönüyor ve kıyamete kadar da dönmeye de devam edecektir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |