"Kirazlar ve dutların tadını çocuklar ve serçelerden sor." -Goethe |
|
||||||||||
|
Tarih derslerinden de hatırlanacağı gibi Orta Çağ dönemi M.Ö. 500 yıllarından itibaren başlayıp, miladi 1500 ile 1700’lere kadar devam etmiştir. İfade edilen tarihlerden sonra dünyanın birçok ülke ve toplumlarında Orta Çağ yaşamı yavaş yavaş son bulurken, özellikle Asya, Afrika ve Ortadoğu’da yer alan Müslüman ülkelerde ise, Ortan Çağ yaşamı ve anlayışının hâlâ devam ettiğini görmekteyiz. Belirtilen bölge ve ülkelerde, devlet ve toplumsal yönetime damgasını vuran siyasi düşüncelerden, “Tek Tanrılı Dinler ile Helen Uygarlığına dayanan Demokrasi Düşüncesi”, toplumların yaşam kaderlerini belirlemişlerdir. Bu yüzden her iki düşüncenin toplumlar üzerindeki olumlu ve olumsuz tüm yönlerini net olarak anlayabilmek için, iki yapıyı ayrı şekilde ele almak gerekiyor. Ve bu bölümde Orta Çağ’da en çok etkisi görülen tek tanrılı dinlerin toplumlar üzerindeki kanlı yönetimlerinin özetini kısaca vermeye çalışacağız. Özellikle Orta Çağda, tek tanrılı dinlerin hüküm sürdüğü dönemlerin bilançosunu tarafsız şekilde inceleyecek bir kurum olsa, bu dini yapıların tarihte yaşanan tüm savaş, katliam ve çatışmaların bir numaralı organizatörleri oldukları çok net bir şekilde anlaşılacaktır. Bu düşüncemizi doğrulayan tarihsel kaynaklar ise, Allah ve din için insanları katleden dinci ve dindar devlet yönetimlerinin her gün büyüterek devam ettirdikleri savaş ve çatışmalar en büyük örnek niteliğindedir. Yine Arapların; İbrani ve Asuri halklarıyla kardeş olmalarına rağmen, miladi 700 yıllarından itibaren Emevi Sünni ve Abbasi Şii İslam Hanedanlıkları tarafından, her iki halk üzerinde kanlı katliamlar uygulayarak topraklarından sürgün edilmeleri. Ve aradan uzun zaman geçtikten sonra, 1949’lardan itibaren İbraniler (Yahudiler) dağılmış oldukları dünya ülkelerinden toplanarak, yeniden İsrail devletini kurup, bu defa Yahudiler bazı Araplar üzerinde katliam ve sürgün uygulamaya devam etmesi. Osmanlı İmparatorluğunun İslam Şeriatına göre kurulup, tüm uygulamalarını yine İslam’ın kitabı Kuran-ı Kerim’den ilham alarak yaptığını, şu uygulamalarından biliyoruz. Her şeyi İslam için yaptıklarını ve bunun uygulamasını ise Kuran’dan Ayetler okuyup, Allah Allah Bismillah ve Allahu Ekber nidalarıyla, savaş talan, tecavüz, ganimet, cariye ve erkek köle ticaretini gerçekleştirdiklerini kendileri de artık gizleme ihtiyacı bile duymamaktadırlar. Hıristiyanlık dini ise, özellikle ifade edilen dönemin ortalarına doğru, Haçlı seferleri adıyla yapmış olduğu savaş, katliam ve sürgünlerle, diğer dinleri aratmayacak niteliktedir. Tüm bu vb. örnekler tek tanrılı dinlerin toplumların yaşamına nasıl bir cehennem ateşini koyduklarını göstermeye yetmektedir. Orta Çağa damgasını vuran her üç dini anlayışın gerçek icraatlarını kısaca bu şekilde belirttikten sonra, nasıl var olduklarını ve daha sonra hangi dinin, reformları kabul ederek kendi toplumlarını huzura kavuşturduklarının tarihçesini incelemeyi sürdürelim. İlk tek tanrılı din olan Yahudilik, Hz. Musa’nın kendisini Mısır’da peygamber ilan etmesiyle başlamış oldu. Ancak Hz. Musa Mısır ve çevresinde peygamberliğini kabul ettiremediği için, buradan Filistin’e (Kudüs) sürgün edilmiştir. Filistin’de peygamberliğini kabul ettiren Hz. Musa, etkinlik sürdürmüş olduğu tüm bölgelerde tek tanrı din anlayışına göre toplulukları yönetmiştir. Ve Hz. Musa, iktidarını sağlamlaştırana kadar gayet mütevazi bir şekilde, insanlığın mutluluk ve huzuru için ortaya çıktığını iddia ederek toplumun güvenini kazanmıştır. Daha sonra iktidarını güçlendiren Yahudilik, çok kısa süre içerisinde despotlaşıp otoriterleşerek, insanlığın yaşamına ateş ve zehir ekmiştir. Çünkü Yahudilik başta olmak üzere tek tanrılı dinlerin ifade etmiş oldukları kutsal düşünceler, insanın gerçek yaşamında hiçbir zaman doğru düzgün örtüşmemektedir. Bu yüzden ya iktidar egolarından vaz geçip mütevazi yaşamak durumunda idiler veya otoritesini sürdürmek için gaddarlaşmaları gerekiyordu. Ve her üç din de otoriter egoist bencil iktidar hastalığını tercih ederek büyümüşlerdir. Bunun birinci sebebi, insanların Sümer Uygarlığı ile erkek egemen anlayışın toplumların tüm hücrelerine kadar yerleşmiş olmasıdır. İkinci nokra ise, insanın doğasında var olan “Egoizmin”, Tanrı Krallıklar yaşam anlayışı ile şaha kalkarak, doğal özelliğini yitirip, güdümlü ve sınır tanımaz hayvani bir yapıya dönüşmesidir. Böylece tek tanrılı din felsefesiyle ortaya çıkan kişiler, doyumsuz egolarına esir düşerek, elde etmiş oldukları makam, mevki, yetki ve zenginliği kullanıp, insanları kendilerine kul yapmışlardır. Savaşarak elde etmiş oldukları servet ve makamları aralarında paylaşamayan tek tanrılı dini yapılar, bu defa kendi içlerinde birbirlerine düşüp, yeniden farklı din ve siyasi anlayışlar şeklinde bölünmeye başlamıştır. Yahudiliğin içerisinden ayrılarak çıkan Hz. İsa en açık örnektir. M.S.50 yıllarında Hz. İsa’da küçük bir dini tarikat şeklinde ortaya çıkıp, daha sonra Filistin- Kenan ülkesinde ikinci bir tek tanrılı din adıyla Hıristiyanlığı ilan etmeye çalışmıştır. Bunu duyan Yahudiler, Hz. İsa’yı Roma İmparatorluğunun Vali ve diğer yetkililerine şikâyet ederek cezalandırılmasını istemişlerdir. Böylece Hz. İsa’da, Hz. Musa’nın Mısır’da yaşadığının benzerini yaşayarak Anadolu’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Anadolu’ya geçen Hz. İsa, burada Hıristiyanlığı kabul ettirdikten sonra, çok kısa zaman içerisinde Romalılar tarafından yakalanıp, Anadolu’nun Antakya Kasabasında çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Hz. İsa’nın ölümünden sonra, Havarilerinden Aziz Paulus, Hıristiyanlığın Avrupa’nın genelinde yayılmasını sağlamıştır. Miladi 1500 yıllarına kadar dünyanın birçok ülke ve toplumunu kendi kontrol ve yönetimi altında bulunduran Yahudilik ve Hıristiyanlık, Kral Tanrıların yaptıklarına benzer şekilde, gidebildikleri yerlere kadar uzanıp savaş, talan, işkence, zulüm ve akla gelebilecek tüm haksızlıkları uygulamışlardır. Yahudilik ve Hıristiyanlığın bu uygulamalarından en iğrençleri, egemenliğine almış olduğu halkları köleleştirip din ve Allah uğruna özel hizmet ve çıkarlarında kullanmak için, tüm kadınlar sosyal hayattan koparılıp eve kapatılarak Rahibe ve hizmetçi yapılmışlardır. Diğer bir uygulamaları ise, bilimsel çalışmaları geliştiren felsefeci, filozof ve bilim insanlarını, Allah ve dine aykırı işlerle uğraşıyorlar diye, tel bağlarıyla (Giyotin) boğdurularak öldürmeleri. Bunlardan İtalyan fizikçi, matematikçi ve filozof Galileo Galilei’in dünya yuvarlaktır ve hem güneş etrafında hem de kendi ekseninde dönüyor demesiyle ölüme mahkûm edilmesi. Daha sonra bu söylemini değiştirmesi istenerek idam edilmekten son anda kurtulması sağlanmıştır. Yahudilik ve Hıristiyanlık din Hanedanlıkları bu şekilde devam ederken, yeniden kendi içlerinde bölünüp, muhalefet adıyla Katolik, Ortodoks ve Protestanlık başta olmak üzere daha birçok mezhep ve tarikatlar şeklinde siyasi bölünmeleri yaşamışlardır. İfade edilen bu dini mezhep ve tarikatlar, dönemin siyasi muhalif partileri niteliğinde olup, ancak bunlarda iktidarı ele geçirdikleri her yerde aynı diktatörlük ve katliamlarına devam etmişlerdir. Her iki dini anlayışın bu uygulamalarına karşı, sözde muhalefet amacıyla, Hz. Muhammed tarafından M.S. 610 yılından itibaren Ortadoğu’da İslam adıyla yeni bir tek tanrılı din ilan edilmiş oldu. Hz. Muhammed, Allah’ın kendisine peygamberlik gönderdiğini ileri sürerek, iki Hıristiyan Araba ya da İbrani’ye çeşitli Ayetler yazdırıp, bunları topladığı kitabın adına da Kur’an-ı Kerim deyip peygamberliğini kabul ettirmeye çalışmıştır. Ancak Araplar başta olmak üzere Yahudi ve Hıristiyan İbraniler, Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddedip Medine’ye sürgün etmişlerdir. Birkaç grup insanla Medine’ye giden Hz. Muhammed burada İslam dinini yayıp, iyice güçlendikten sonra tekrar savaşarak Mekke’ye geri gelmiştir. Arabistan ve çevresindeki birçok kitleyi Müslümanlaştırdıktan sonra, bu defa Mezopotamya ve Afrika başta olmak üzere farklı dini kültürle yaşayan toplulukların İslamlaşması için savaşlar ilan etmiştir. İslamiyet’i kabul edenlerin mallarına el konulduktan sonra yaşamasına müsaade edilirken, kabul etmeyenlerden erkekler öldürüp mal ve mülkleri ganimet adıyla talan edilip, kadınlar ise cariye yapılmıştır. İslam dini de diğer her iki din gibi güçlenip iktidarını sağlamlaştırdıkça, erkeklerin bir kısmını asker şeklinde çalıştırıp, diğerlerini ise günlük hizmetlerinde köle olarak kullanmayı sürdürmüştür. İslam’ın egemen olduğu bu dönemlerde kadınların durumuna gelince her geçen gün daha da içler acısı bir konuma getirilmişlerdir. Savaşlarda esir alınan kadınlar köle pazarlarında Cariye olarak alınıp satılırken, diğer kadınlar da tamamen eve hapsedilip, erkeğin cinsel ve sosyal hizmetinde kullanılmaya mahkûm edilmişlerdir. Eve kapatılan bu zavallı kadınlar, erkek olmadan dışarıya çıkmaları dahi şeriat gereği yasaktır. (Haram) İslam Şeriatına göre ekonomik gücü yerinde olan her erkeğin, istediği kadar cariye alıp, ev işlerinde ve cinsel ihtiyaçlarında kullanabileceklerini, Kuran’ı Kerim’in Ahzap Süresi 50, 51, 52, 53. Ayetleri başta olmak üzere daha birçok farklı Sure Ayetlerinde Allah’ın bir emri olarak yazılması. Böyle bir din ve inanç anlayışı olan İslam, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra daha da ileri giderek, Mezhepler ve Tarikatlar adıyla iyice bölünüp hem kendi içlerinde hem de diğer din ve topluluklara karşı, Allah adına savaşarak talan ve ganimetle servetler elde etmelerini, Allah’ın nasibi ve lütfu şeklinde mübarek gazalar olarak görmeleri. Talan ve ganimetin vermiş olduğu zenginliğin cazibesine kapılan İslam Mezheplerinden Hanefi, Şafi, Maliki, Hambeli ve Şiilik, gün geçtikçe toplum üzerinde akla gelmeyecek katliam ve zulümler uygulamışlardır. Bu uygulamalardan en çok bilinenler ise, her üç Halifenin suikastla öldürülmesi. Aynı şekilde Hz. Ali’nin oğlu ve sülalesinden olan yetmiş kişinin Arabistan’dan sürgün edilip Kerbela’da (Eşek Belası) katledilmesi. Yine Mezhep çatışmaları adıyla yapılan katliamları saymaya sayfalar yetmemektedir. Dünyanın büyük bir bölümünde etkisini bu şekilde sürdüren Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’a bağlı olan devletler ve yöneticileri, bu dinlerin yaptıklarına eleştiriler yönelteceklerine, sürekli çok güzel bir din ve düşünceymiş gibi methiyeler düzmeleri, düşündürücü değil midir? Bunu da kendi egolarını tatmin etmek için direkt ve dolaylı olarak sürdürmüş oldukları savaş ve talanlarda en iyi malzeme olarak kullanmayı sürdürmeleri, dünyanın ve insanlığın her geçen gün ne kadar çirkefleştiğini göstermektedir. Tek tanrılı dinlerin gerçek düşünce ve öz geçmişleri kısaca bu şekilde iken, özellikle 1789’dan itibaren Helen Demokrasi düşüncesine dayanan Yeni Çağın, Avrupa toplulukları başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde tek tanrılı dinlerin diktatörlük ve hanedanlıklarına nasıl son verdikleri incelemeye değer çok önemli bir konudur. Gelecek ve son bölüm olan Yeni Çağda, (Modern Zaman) demokrasi vaadiyle ortaya çıkan siyasi partilerin hangi din ve devlet yapılarını nasıl etkilendiklerini inceleyip sonlandırmaya çalışacağız. Cemal Zöngür
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cemal Zöngür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |