"Çok söz hamal yüküdür." -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Yeni yılda, ablamın tayini Eskişehir’e kırk kilometre mesafedeki Seyitgazi ilçesine çıktı. Aile büyükleri tarafından, Seyitgazi içinde küçük bir ev tutulmasına, ablamın hafta içinde orada kalmasına, hafta sonu izninde de Eskişehir’e gelebileceğine karar verildi. Ablam, alışıncaya kadar annemin de onunla birlikte kalması için ısrar ettiyse de, babamı razı edemedi. Benim okuldaki huzursuzlarımı da göz önünde tutan babam, ikinci yarıyılımı Seyitgazi’de okumama karar vererek ablamla birlikte beni yolladı. Eskişehir’deki arkadaşsızlıktan uzaklaşmak hoşuma gitti. Annem de arada sırada, hafta içlerinde gelecekti. Neresinden baksan bir saat bile çekmeyen bir mesafedeydik birbirimize. Seyitgazi’de ablama tutulan iki odalı eve taksitle yeni eşyalar alındı. Bahçe içinde tek katlı üç ayrı ev vardı. Evlerden birinde ev sahibesi oturuyordu. Onun sol yanındaki tek odalı küçük evde benim kayıt edildiğim okulun öğretmenlerinden genç bir bayan oturuyordu. Ev sahibesi güleç yüzlü, konuşkan bir kadındı. Altmışı yaşlara yakın bir yaşı vardı, ama öyle deforme olmuş bir vücudu yoktu, boylu posluydu. Mahalle baskısını umursamadan dekolte kılıklar giyiniyor, istediği gibi gezip tozuyordu. Onu dillere düşürecek herhangi bir ilişkisi yoktu… İlk kocası öldükten sonra aşık olduğu bir adamla da nikahsız yaşamış. Nikahlı kocasından bir oğlu var, astsubay olmuş. Nikahsız yaşadığı adamdan da iki oğlu daha olmuş. Nikahsız yaşadığı adam, bir türlü nikah kıymaya yanaşmadığından, en sonunda aşkını yüreğinden silip atarak, adamı ve çocukları Bursa’da bırakıp gelmiş, ilk kocasından kalma bu eve yerleşmiş. Kadın, kiraya verdiği iki evin kirası, sahibi olduğu tarlalarda yetiştirdiklerinin getirisi ve evin bahçesinde yetişen meyveleri ve kendi yetiştirdiği sebzeleri satarak geçiniyordu. Kırk yılda bir astsubay oğlu da üç, beş, yardımcı oluyordu. Evimizin bahçesinde ev sahibi kadının ölen ilk kocasının hevesle dikmiş olduğu fidanlardan meydana gelmiş çeşitli meyve ağaçları vardı; adamcağıza hiç birinin meyvesini yemek nasip olmamış. Özellikle dutu çok seven adam, ölümünden az önce, “mezarımın başı ucuna bir dut fidanı dik ki, üstüne konan kuşlar meyvelerini bol bol yesinler,” diyerek vasiyet etmiş. Kadın bu vasiyeti, nikahsız kocasından kaçıp geldikten sonra yerine getirebilmiş… Evimiz oldukça geniş ve rahat, zaten kirası da öğretmeninkinden fazla. Genç öğretmenle, taşındığımızın daha haftası dolmamışken dostluk kuran ablam, öğretmenin benim derslerime de yardımcı olmasını sağlıyordu. Burada da kısa sürede çalışkanlığı ele almıştım ve bu defa akıllanmıştım, sınıftaki kızların hiç birisine aşık olmuyordum. Ya kızlar? Şehirden gelen oğlan, kızların cazibe merkezi olmuştu ve işleri güçleri oğlanın dikkatini çekmek için cilveler yapmak olmuştu. Seyitgazi’de ki sınıf arkadaşlarımdan kızların ilgileri, erkeklerin kıskançlığına ve benden uzaklaşmalarına neden oluyordu. Oysa benim istediğim erkeklerle arkadaş olabilmekti. * Ablamın mesleği çok meşakkatli bir işti. Kızcağızın doğru dürüst mesai saati yoktu, gündüzünü geceye katarak çalışıyordu. Hafta tatillerinde de ya iş için çağrılıyordu, ya da bir haftalık yorgunluğun bitkinliği ile sere serpe yatıyordu. Bu karmaşa içinde hiçbir hafta sonunda Eskişehir’e de gidememişti. Pazartesi günü başlayacak Kurban Bayramı nedeniyle okullar dokuz gün tatilde olacaktı. Sıkılıp da annemi, babamı özledim diye mızmızlanmaya başladığımda Cuma gününden, “bunlar bu yılın ilk mahsulleri, götür anneme, babama,” diyerek elime bir çanta dolusu da yeşil erik tutuşturarak, Eskişehir’e yolladı. Tam çıkıp gideceğim anda dörde katlanmış bir mektup kağıdı aldı eline. “Bunu da Şaban’a verir misin? Lütfen!” “Şaban kim yav?” “Tanıyorsun ya…” “Ha, şu emekli imamın oğlu?” “Evet, ona…” Bana yaptırmak istediği şeyin hoş bir şey olmadığını hissediyordum. Bozularak, “Beni, aranızda çöpçatan mı yapmaya çalışıyorsun? Bana ne, git postaneden yolla!” diye söylendim. “Kötü bir şey yok. Boş bir mektup kağıdı yolluyorum sadece, al, bak,” diyerek katlı kağıdı açtı. Gerçekten de üstünde hiçbir yazı olmayan bomboş bir dosya kâğıdıydı. Niçin böyle bir şey yaptığını aklım almıyordu. “Bir şey yazmıyorsan, niye yolluyorsun ki, bu kâğıdı?” diye sordum. “Var elbet bir anlamı.” . “Neymiş o anlam?” “Şaban anlar.” “Bana da anlat, yoksa götürmem…” “Anlatırsam götürecek misin?” “Eh, kötü bir şey değilse…” “Tamam! Tayin olup, buraya gelirken ufak bir münakaşa geçmişti aramızda. Bu beyaz kağıdı yollamakla ona, ben münakaşamızı unuttum, temiz bir sayfa açtım aramızda, demek istiyorum.” Bu muymuş anlamı? Amma da aptalca… “Demek istediğin şeyi iki satırla yazıp belirtmek varken, böyle anlatmaya çalışman…” Çok aptalca bir şey, diyecektim, demedim, sustum. Ablam anladı demek istediğimi, cilvelenerek, “romantiklik olsun diye böyle anlatmak istiyorum…” dedi. Aldım mektup kağıdını, ceketimin cebine sokuşturdum. “İyi madem, götüreyim.” * Evden çıkıp, Eskişehir minibüslerinin durağına giderken, yolun sağ yanı boyunca yer alan alanda mahallenin çocuklarını maç yapmaya hazırlanırken gördüm. İçlerinde sınıf arkadaşlarımdan da vardı. Minibüsün kalkma saatine daha vardı. Biraz dikilip onları seyredebilirimdim. Yok, yok… Ben de oynamalıydım onlarla. Minibüs kaçarsa kaçsın, akşama kadar daha on tane minibüs vardır gidecek; birine binemezsem ötekine binerdim. Çocukların yanına sokuldum. İçlerinden ikisi ayaklarını birbirinin ucuna ekleyerek, “aldım, verdim, ben seni yendim,” diye diye birbirlerine doğru ilerliyorlardı. İkisinden ayaklarının buluştuğu anda son adımı atmış olan ilk önce bir oyuncu seçti, sonra öteki… Etraflarındaki oyuncuları böyle böyle paylaşmaya başladılar. Beni de seçseler ya! Çantanın içinden bir avuç erik aldım, iki elebaşına uzattım. “Erik yer misiniz?” Alıp yemeğe başladılar. Çevredekiler, onlara da ikram etmemi beklediklerini beli ederek, gözlerini bana dikmiştiler. Onlara da üçer, beşer tane dağıttım. Tamam işte, rüşveti verdim; beni de seçerler artık! Oyuncu seçimi tamamlandı, ama beni seçmediler. Yüzsüzlüğü ele alıp, “ben de oynasam ya!” diye laf attım. Elebaşlılardan birisi, “bu gün takımları kurduk artık, inşallah başka zaman,” diyerek çantama eğildi. “Erikler de çok güzeldi. Versen ya biraz daha!” Çantaya daldırdım elimi, yeniden başladım dağıtmaya. Belki bu defa, “hadi madem, oyna sen de,” deyiverirler. Dağıttığım eriklerden bir tane bile almamış olan bir çocuk vardı; giyim kuşamı ötekilere göre oldukça yeni biri. Yanıma sokulup kulağıma, “sen enayi misin?” diye fısıldadı; “Ne diye erik verip duruyorsun bunlara?” “Olsun,” dedim. Oğlan “o erikleri evinize götürmüyor musun? Büyüklerin ne der sana sonra?” diye devam etti. Erikleri Eskişehir’e götürmesem ne olur ki? Annemin, ablamın erik yolladığından haberi mi vardı sanki? Kimbilir ne zaman görüşürler, o zamana kadar da erik bollaşmış olurdu çarşıda pazarda, lafı bile edilmezdi. Şimdi, önemli olan bu çocuklarla arkadaş olmak, oynamaktı… Herkes çevremi sarmış, ne güzel, verdiğim erikleri bana gülücükler yollayarak yiyorlardı. Dostluklar böyle kurulur! Değil mi, ama? İyi giyimli oğlan da geveze bir şey galiba, susmak bilmiyordu. “Bunlara ağaçlarda ki bütün erikleri dağıtsan yaranamazsın aslanım!” diye söylenerek yanımdan ayrıldı. Ayrılmamış olsaydı sabrım tükenecek, ben def edecektim yanımdan. Çocukların çoğu verdiğim erikleri yiyip bitirdiler. Onlara, “biraz daha yer misiniz?” diye sorarak yeniden erik veriyordum. Eriği biten avucunu uzatıyordu. Ben avuçlara çantadan çıkarttığım erikleri dolduruyordum. Erikler kapanın elinde kalmış, böylece son erikler de bitmişti. Eriklerle birlikte, bana yoğunlaşmış ilgi de bitiverdi. “Hadi!... Herkes yerini alsın! Maç başlıyor!” Taraflar başladılar maça… Ben bir kenarda kabak gibi kalakaldım. * İyi giyimli oğlan yanıma geldi. “Adın ne senin?” diye sordu. Ben, sinirli, “seninki ne?” diye karşılık verdim. O, “benim ki, Mesut,” dedi. “Ya senin ki?” “Benim ki de Kemal,” dedim mecburen. Mesut, “üzülme Kemal,” dedi, kolumdan tutup çekiştirerek, “bunlarla arkadaşlık yapmaya bile değmez.” “Oynatmadılar beni. Erikleri boşu boşuna vermiş olduk.” “Boş ver eriğe… Şurada Şefika teyzenin bahçesi var Şimdi dalarız bahçeye, dağıttığın erikleri gene doldururuz çantaya, evinize onları götürürsün.” Şefika teyze dediği ablamın ev sahibesi. “Orası bizim ev,” dedim. “Biz Şefika teyzenin kiracısıyız. O erikleri de Şefika teyzenin bahçesinden toplamıştık zaten.” Gülmeye başladı. Ben de gülüyordum onunla. Karşılıklı gülüşmelerimiz artarak sürdü. Seyitgazi’deki tek arkadaşımı böylece edindim. Beni, evlerine davet etti. “Biraz, bizde oturalım mı? Seni dedemle tanıştırmak istiyorum.” Bu öneri çok hoşuma gitti. “Tamam,” diyerek peşine takılıp gittim. Ev, bulunduğumuz yolun üzerinde, bir köşe başında yer alıyordu. Küçük bir avlusu olan, müstakil bir gecekonduydu. “Burada mı oturuyorsun?” “Dedemle babaannem burada oturuyor. Ben babam, annem, kardeşlerim Eskişehir’de oturuyoruz.” Eskişehir’de oturduğunu öğrenmekten memnun, “Ya, öyle mi?” dedim. “Ne güzel… Ben, Eskişehir’e geldikçe görüşürüz. Eviniz Eskişehir’in neresinde?” “Bahçelievler Mahallesinde. Bilir misin?” Bilmiyordum. “Ben, Sütlüce Mahallesini biliyorum bir tek… Evimiz orada ya, ondan…” “Tamam işte,” dedi; “Bahçelievler de sizin bir berinizdeki mahalle. Komşuyuz yani…” “Yakınmışız,” diyerek sevindim. “Hangi okula gidiyorsun orada?” “Ben, Demir yollarının çırak okulunda okuyorum,” dedi. “Bu sene ilk senem…” Bir şey anlamadığımı belli ederek, “çırak okulu?” diye sordum. “Orta okul gibi… Meslek öğreniyoruz orada, yani…” O da okulunun nemenem bir şey olduğunu tam bilmiyordu, galiba… Eve girdiğimizde tanıştırıldığım dede ve babaanne çok sıcakkanlı insanlardı. Biraz hoş sohbet sonrasında Mesut’un odasına geçtik. Babaannenin peşimizden getirdiği börekleri, çörekleri yemeye koyulduk. Mesut, “erikleri Eskişehir’e götürmediğin için kızmasınlar,” dedi. “Eskişehir’dekilerin erik getireceğimden haberleri yok ya, bişey olmaz,” dedim. Gülüştük. Ceketimi cebindeki mektubu çıkartıp ona gösterdim. “Ablam sevdiği oğlana bu boş kağıdı yolladı, ver diye… Ne salak yaa… Vermeyeceğim, yırtıp atacağım tabii ki…” “Ver bakayım,” diyerek kağıdı elimden aldı. Pencerenin ışığına tuttu, burnuna dayayıp kokladı. Sonra, “Boş değil …” diyerek iade etti bana. Şaşırarak, kağıdı ona gösterdim. “İşte boş ya!” “Gizli mürekkeple yazılmış.” “Nasıl yani?” Anlatmaya başladı. “Bazı beyaz renkli sıvılar, ateşe tutulup ısıtılınca renkleri koyulaşır. Ablan da bu hileyi yapmış işte; yani, beyaz kağıtla aynı renkteki yazıyı böyle bakınca okuyamıyorsun, ama ısıtırsan okursun…” Anladım. Anladığım hile beni salak yerine koymak için uygulandığından öfkeleniyorum da… Ben, “Vay şerefsizler, vay!” diye söylenirken, Mesut gülmeye başladı. “Kızma onlara… Maksatları seni aptal yerine koymak değildir. Aleni yazamayacakları bir sırları var ki, bu yolu denemişler.” Kağıdı Mesut’a uzatarak, “Şu yazıyı okunabilir hale getirsen ya… Neymiş şu mühim sırları öğrenelim,” dedim. Mesut, yadırgayarak, “olmaz,” diye itiraz etti. “Başkalarına ait sırları öğrenmeye kalkışmamız olmaz.” “Niye olmasın yav! Olur bal gibi…” diye çıkışınca; Mesut, “sen de öğrendin işte nasıl okunabilir yapıldığını. O kadar merak ediyorsan kendin yap,” diye söylendi. “Ama, başkalarına ait mektupları okumak kadar ayıp bir Şey olamaz…” Yeni edindiğim arkadaşımın kabullenemediği bir şeyi yapmakta ısrar etmek istemedim. Nasıl olsa öğrendim, Eskişehir’de hallederim. “Yabancıların mektuplarını okumak elbet ayıptır da, bu ablam olduğu için, kötü bir şeyler çeviriyorsa engel olayım, dediydim. Ama madem böyle de ayıp oluyor, tamam… Okumayalım…” diyerek mektubu tekrar katlayarak cebime sokuşturdum. Beni Eskişehir’e o yolcu etti. *
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |