"İnsanların bazen neye güldüklerini anlamak güçtür." -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Gece olmak bilmedi. Biz de, “6.Filo Defol!” diye sloganlar atarak, Amerikalı askerleri denize döken üniversiteli abilerimiz gibi bir eylem düzenlemiştik işte: “İŞÇİ MEMUR ELELE, GENEL GREVDE!” Adrenalim en üst seviyedeydi ve müthiş bir huzursuzluk çekiyordum; ama, erkekliğe de bok sürecek değildim. Gece yarısına kadar o kadar çok şey konuşuldu, o kadar çok isim anıldı ki, ben onları dinlerken, sadece bu kadar boş kafalı bir genç oluşum nedeniyle kendi kendime hayıflanmaktaydım. Gece yarısı olduğunda organizasyon da tamamlanmıştı. Yaşları bizden epeyi büyük, tecrübeli arkadaşlarımızdan beşi damperin açılması ile birlikte yol kenarında afişin iplerini bağlayacakları direklere ve damperin üstüne tırmanarak, el çabukluğu marifet, afişi ve sahte bomba düzeneğini asarak oradan hızla kaçıp uzaklaşacaklardı. Biz de çevrede şüphe uyandırmadan dolaşarak afişi asanlara sivil vatandaşlardan ya da diğer dernekli gençlerden müdahale etmek isteyenler olursa, onları engelleyecektik. Damperli kamyon, oradan az uzakta terk edilecekti; o zaten cadde kenarında park halindeyken düz kontakla çalınarak elde edilmişti. Sırf ara sokaklardan giderek, bankalar caddesine ulaştık. Damper içinden hızla yola atlayarak caddenin iki yanında gizlenerek ve dikkat çekmeden gezinerek gözcülük yapmaya başladık. Ben Saide’den ayrılmıyordum, Namık da bizden… Her şey gözümü açıp kapayıncaya kadar, hızla gerçekleştirildi. Bez afiş caddenin iki yanındaki direkler arasında, dalgalanarak arz-ı endam etmeye başlamıştı. Kamyon hareket ettirilirken damperi de indiriliyordu, o da az ileride terk edilecek ve içindekiler onu süratle terk edeceklerdi. Saide ve Namık ile beraber, bu kadar kolay bir işin başarılmasının mutluluğu içinde, birbirimizle cilveleşerek uzaklaşmaya başladık. O sükunet birden bire bozuldu. Yerini polis araçlarının sirenlerine ve koşuşturan insanlara bıraktı. Biz üçümüz ne yapacağımızı bilemeden binaların gölgelerinde sinmeye, görünmemeye çalışıyor, bulduğumuz bir boşluk anında başka bir gölgeliğe kadar koşturup siniyorduk ki, tam da caddeden çıktık, kurtulacağız derken bir polis minibüsü hızla gelip keskin bir fren yaparak tam da önümüzde durdu. Minibüsten inmek için davranan polisleri fark eder etmez, hızla koşmaya başladık. Minibüsten inen polisler de kovalamaya… Sanırım ilk evvela Saide yakalandı, çünkü bize ayak uydurarak koşamıyordu. Onun, “Kaçın, yakalanmayın!” diye haykırırken polis minibüsünün içine sokulduğunu fark ettim. Namık’a, “koş!” diye haykırıyordum. Arada bir duraklayıp yanıma yetişmesini bekliyordum. “Haydi gayret! Biraz daha hızlı koş Namık!” Çokça gayret etmesine rağmen daha hızlı koşamıyordu ki! Nefesi kontrolünden çıkmış, konuşmak için bile kullanabileceği bir nefesi kalmamıştı. “Geri zekalı herif!” diye azarladı beni. “Neden beni bekliyorsun mütemadiyen, salak! Uzaklaş şuradan! Defol!” Onu öylece geride bırakıp uzaklaşmanın, arkadaşlığımıza ihanet olacağına inanıyordum. “Ancada beraber! Kancada beraber! Haydi! Gayret!” Olmadı. Ne kadar gayret ettiyse de, genç bir polis memuru, son bir hamleyle, adeta havada uçarak, onu yakaladı, etkisiz hale getirdi. Aynı polis memuru az sonra ona yetişen diğer arkadaşlarına bıraktı Namık’ı. “Siz şunu alın! Ben ötekini yakalamağa gidiyorum!” diyerek benim peşimden ayaklandı. Ya yirmi adım, ya otuz adım vardı aramızda. Beni de yakalaması işten bile değildi. Yapabileceğim tek şey, olanca gücümle kaçmak olacaktı. Öyle de yaptım. Ne var ki, peşimdeki ayı öyle hızlıydı ki, aramızı açmam mümkün olmuyordu. O da, ne kadar hızlı koşsa da aramızı kapatmaya muvaffak olamıyordu. Benim akciğerlerimin onunkilerden çok daha genç olması tek avantajımdı. Öyle ki, onun kesik kesik nefes aldığını hisseder olmuştum. Ha şimdi, ha birazdan koşmaktan vaz geçecek, ben de kurtulmuş olacaktım. Yakalanmamalıydım. Gerekirse ölmeliydim, ama yakalanmamalıydım. Babam için yakalanmamalıydım. Ona, “ben seni öğretmen ol diye yolladım oraya, anarşist ol diye değil,” dedirtmemek için yakalanmamalıydım. Annemin, uğrayacağı hayal kırıklığının kabusuyla uykular uyumaması için yakalanmamalıydım. Karıncaezmez’in, “bak oğlum, seni sana emanet ediyorum ve meslektaşlarıma destek olmaya gidiyorum. Sana olan güvenime ihanet etme!” diyerek çıktığı öğretmen boykotundan döndüğünde, “sana güvenilmezmiş. Babanın oğlu değilmişsin,” dememesi için yakalanmamalıydım. Tahir amcama, “bizim Ali’nin oğlu Ali’ye çekmemiş. Armut dibine düşmemiş,” dememesi için yakalanmamalıydım. Yakalanmamam gerektiğini her düşündüğümde daha hızlı koştuğumu hissediyordum. Gerçekten de polis ile aramdaki mesafe elli, altmış adıma kadar çıkmıştı. Sokak aralarındaki koşunun önünü kesen bir caddeye fırlamıştım ki, Namık ile Saide’nin içinde olduğu minibüs, tam da önümde, yolun karşı kıyısında durdu. Hemen minibüsün geliş yönüne döndüm, o tarafa doğru koşmaya başladım. Beni kovalayan polis caddeye çıkar çıkmaz önüne gelen minibüse binerek beni koşarak kovalamaktan vaz geçti. Hem kaçıyor, hem haykırıyordum. “Kurtuldum!” Çünkü, minibüsle beni yakalamalarının imkanı yoktu. Nitekim hemen karanlık, dar bir sokağa daldım, oradan merdivenli bir yolu tırmandım ve gördüm ki, birkaç dakika içinde gerçekten kurtulmuştum. Peşimde de, görünürlerde de bir polis minibüsü kalmamıştı. Boş bir arsa buldum. Bakındım. Beğenmedim. Aşağı doğru bir yolu indikten sonra ulaştığım yerdeki yıkık dökük bir bahçe duvarını aşıp girdiğim bahçede sere serpe yayılarak dakikalarca kendime gelmek için nefeslendim. Terimi öylece kurutup nefesimi toparladıktan sonra, çorabımın içinden sigara paketimi ve kibritimi çıkartıp bir sigara yaktım. Sigarayı çektikçe aklımı da toparlamaya başlamıştım. Saide ile Namık’ın, ya da diğerlerinin sorgulamalarında kimliğimi tespit etmeleri öylesine kolay olacaktı ki, “kurtuldum,” diyerek bu kadar erken sevinmemin çok aptalca olduğuna karar verdim. “Salak! Kurtulmuşmuş!… Nah kurtulursun!” Okula dönmemeliydim. Beni orada, mutlaka bekliyor olacaklardı. Ya dernek lokali? Asıl orası riskliydi. Orası polis kaynıyor olmalıydı şimdi. Karıncaezmez’in evine gitsem? Hiç gitmemiştim, ama çok iyi tarif etmişti orayı, kolayca bulabilirdim. Saçmalıyordum. Ne diyerek gidecektim onun yanına, nasıl izah edecektim durumumu. İmkanı yok, gidemezdim ona. İyi ama, nereye gidebilir, ne yapabilirdim? Gidebileceğim hiçbir yer yoktu. Vardı! Eskişehir… Okullarda dört gün boyunca ders görülmeyecekti. Bu boşluğu değerlendirip geldim işte, derdim anneme babama. Evet, evet, en mantıklı çare bu olmalıydı. Gizlendiğim bahçeden çıktım. Ara sokaklardan yürümeye devam ederek tren garına yöneldim. Tren garıyla okulum arasındaki mesafe beş dakika ya çekler, ya çekmezdi. Okuluma da, gizlenerek şöyle bir bakabilirdim hem… Ulustan aşağı doğru yöneldim. Emniyet Amirliğinin ışıkları dikkatimi çekti, duraladım. Uzaktan orayı gözleyerek, oranın önünden geçmeden, dolanarak gidebileceğim bir güzergah belirlemeye çalıştım. En mantıklısı Gençlik Parkından dolanmak olacaktı. Yürümeğe başladım. Emniyet Amirliğinin civarında bir grup toplanmış, sloganlar atarak polislerin eylemlerden toparlayıp getirdiği insanları protesto ediyorlardı: “TİP TİP TİPSİZLER!... ALLAHSIZ KOMÜNİSTLER!...”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |