Gerçek sanat, gizlenmesini bilen sanattır. -Anatole France |
|
||||||||||
|
Elindeki tatlı dolu tabağı masamıza bıraktı. Annem, “zahmet etmeseydiniz keşke,” dedi. “Zahmeti mi olurmuş efendim? Yeni taşındılar, iyi kötü bir şeyler hazırlayıp yemişlerdir, ağızlarının tadını da ben ikram edeyim, dedim…” Annem bir tek çorba pişirmişti, onu da ortadaki tencerenin içinden kaşıklıyorduk. Bu durum annemin sıkılmasına yol açıyordu. “Çorba tabaklarını henüz çıkartamadım da, böyle tencereden...” Komşu kadın onun lafını ağzına tıkadı. “Çorbanın tadı böyle çıkar ayol! Eskiden çorba tabağı mı vardı?” Konuşmasını sürdürerek, “ımh!... Un çorbası! Bir de severim ki,” deyip kendisini zorla sofraya davet ettirdi. Annem, mesajı aldıktan sonra, “eh, buyurun, birlikte yiyelim madem!” diyerek onu sofraya davet etti. Masanın başında oturan babamın iki yanında annemle ben oturuyorduk; kadın teklifi ikiletmeden, masayı dolanıp gelerek benim yanıma oturdu. Annem bir kaşık getirip önüne bıraktığında eline aldığı kaşığı ardı ardına üç kere çorbaya daldırıp, çorbaları ‘höpürdeterek’ ağzına akıttı. Kaşığı elinden bırakırken, “çok nefis olmuş komşu,” dedi. Koparttığı kocamanca bir ekmek parçasıyla dudaklarına bulaştığını düşündüğü çorba ıslaklıklarını kuruladıktan sonra, o ekmeği ağzına sokuşturup çiğnemeye başladı. “Allah bin bereket versin!” Annemden önce davranarak, “Bu kadarcık mıydı? Yiyin Allah aşkına!” diyerek laf attım. O da tiz bir kahkaha attı. “Allah anana babana bağışlasın yavrum, pek de yakışıklısın!” dedi bana. Annem, yaptığım ukalalığa bozulduğunu gizlemeden, “çocuk doğru söylüyor, yiyin Allah aşkına!” diye ısrar etti. “Daha yahni de var; sağolsun üst kat komşumuz getirdi onu da.” Kadın, “Madam mı? Onun keçi etiyle yahnisi pek güzel olur. Yerim komşu. Siz devam edin,” diyerek yemeği sürdürdü. Kadının, yüzsüz biri olduğunu düşündüm. En azından yahninin domuz etinden yapılmamış olduğunu onun sayesinde öğrenmiş oldum. Keçi etindenmiş! O da ekşi ekşi kokar ya… Yesem mi acaba? Tatlılara gözünü diken babamın, “tatlılar çok güzel görünüyor,” diyerek laf atması üzerine; Safinaz abla onlarla olan ilişkisini anlattı. “Kendim yapıyorum imalatını. Her gün bir tepsi yapıp, götürüyorum çarşıya pazara, satıyorum. Benim de ekmek param bu…” Bu itirafı hepimizi şaşırttı. Şambaba satarak rızkını çıkartan bir kadın ilginç göründü gözümüze. Sofra başındaki muhabbet uzadıkça o anlatıyor, biz dinliyorduk. Bize, bu işe nasıl başladığından başlayarak oturduğu evi bu işten kazandığı parayla nasıl aldığına varıncaya kadar, hayat hikâyesini merakla dinletti. Ona karşı hissettiğim soğukluğun yerini, aileden birine duyulan yakınlık alıverdi. * Taşındıktan sonra sanırım vasatın altında bir öğrenci haline gelmiştim. Köyden gelen alt yapım yetersizdi. Tembeldim. Gayret etmek de pek umurumda değildi. Okuldan gelir gelmez önlüğümü çıkartıyor, kitaplarla birlikte rastgele bir kenara bırakarak evden dışarıya koşturuyordum. Mahalledeki tatar çocuklarının okulumuzun önündeki arsada yaptıkları futbol maçlarına beni iştirak ettirmemeleri en önemli sorunumdu. Bu yüzden onlarla savaşa başlamıştım. Enteresan olan şey ise, dayak yiye yiye dayak atmayı da onlardan öğrenmiştim. Ben teker teker yakaladıkça onları dövüyordum, onlar da toplaşıp beni dövüyorlardı. Öyle ki, beni dövebilmek için yaşları benden bir hayli fazla abilerini de devreye sokmaya başlamışlardı. Onların abisi varsa, benim de teyzemin oğlu Yılmaz var, diyerek o dönemde kabadayı takılan onsekiz-ondokuz yaşlarındaki teyze oğluna durumumu anlatarak yardımını istemiştim. Teyze oğlu ise, yardım etmek bahanesiyle dolaştığımızda, ıssız bir yerde bana tecavüz etmeye kalkışmıştı. Evet! Ne yazık ki, birinci dereceden akrabam olan bu sapık herif bana tecavüz etmeye kalkışmıştı… Kaçarak kurtulmuştum onun elinden. Kaçarak, onun bende yarattığı sarsıntıdan ise hiçbir zaman kurtulamayacaktım. Kaçarak geldiğim yer oturduğumuz apartmandı, ama girdiğim ev kendimizinki olmadı. Merdivenlerden koşarak evimize doğru çıkarken, alt katımızda oturan Safiye ablanın kapısı açılıp, dışarı çıktı. “Ne bu telaşın yakışıklı? Gel… Gel hele, gir içeriye!” diyerek beni evinden içeri soktu. Hala, tir tir titriyordum. Olanları niçin, nasıl anlattığımı bilemiyorum, ama anlattığım için pişman olmayacaktım; çünkü, bundan sonraki dönemlerde her şeyimi, ama her şeyimi, tereddütsüz anlatabileceğim sırdaşımı böyle edinmiştim. “Sen, onüç yaşında olduğun için kaçıp kurtulabildin…” Ona, yaşımı sorduğu zaman kendimi büyük gösterme güdüyle on iki yaşımda olduğumu gizleyip onüç yaşımdayım, demiştim; ─ne fark ediyorsa─ “ya altı yedi yaşındayken bu tip sapıkların sıkıştırdığı, cinsel kimliği oturmamış çocuklar ne yapsın? Piyasada ki homoseksüellerin çoğu bu sapıkların eseri değil mi?” Çok doğruydu dedikleri. Onun söylediği her şeyin üzerimde garip bir etkisi oluyordu. Bana, “sen kendi vicdanını huzurlu hissettiğin zaman, huzurlu olursun,” diyerek anlattıklarını hala kulağımda küpe olarak taşırım. “Her gece yattığında, önce kendi nefsini bir sorgula. Asıl olan bu dünyada yaşamaya ne kadar layık olduğundur. Bunun için, o gün ne kadar çalıştığını tart. Ogün neler yaşadıysan, hepsini teker eker gözlerinin önüne getir. Kime iyilik yaptın, kime kötü davrandın, hatırla. Bu şekilde, tespit ettiğin kötü davranışları hayatından kov gitsin ve ertesi gün daha iyi bir insan olmaya karar ver.” “Meğer ne iyi kadınmışsın sen be Safinaz abla!” “Doğru söyle!” “Vallahi!” * Sabah karanlığından akşam karanlığına kadar evinde olmuyordu. Annemle de kafaları barışmıştı, genelde akşamları annemle oturmaya geliyordu. Bu sohbetlerde yukarı kattaki Madam da oluyordu bazen; üç komşu adeta kırk yıllık ahbap gibiydiler. Annem, defalarca yanlarında durmamamı, odaya gidip derslerime çalışmamı ikaz etmesine karşın, yanlarından ayrılmıyor, onlara laf yetiştirmeye çalışıyordum. Bazen de çatma bacaklı bir sehpanın üstündeki işlemeli bakır tepsisinde “şambaba” tatlılarını satarken Köprübaşı’nda, ya da Adalar’da rastlaşıyorduk. “Şam işi, şamdan işi, bunu yapan iki kişi, biri erkek, biri dişi…” diye seslendirdiği tekerlemelerle satış yapıyordu. Yanına giderek, “Safinaz abla, şambaba kaç para?” diye sorarak laf atıyordum. O da bana, hoşuma gittiğini bildiği için mutlaka, “sen parlak çocuk, istemez para!” diyerek karşılık veriyordu. Sonra da gerçekten de parasız olarak bir şambaba tatlısını, hindistan cevizi tozuna bulayarak elime tutuşturuyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |