Sevmek bir başkasının yaşamını yaşamaktır. -Balzac |
|
||||||||||
|
Lemi, bitişiğimizdeki bahçeli evde oturan, sanırım lisanslı bir boksör irisinin kardeşiydi. Abi kardeş her gün bahçede idman yaparlar, ben de balkondan onları seyrederdim. İki kardeşin ellerinde de boks eldiveni, habire bir çuvalı (punchingball) yumruklar dururlardı. Abi, Lemi’ye öğrenebileceği her şeyi öğretiyordu. “Bu direk, bu kroşe… Sağ kroşeyi böyle yumulacaksın…” Sınıf öğretmenim beni sınıf mümessili yapmıştı. Görevim, öğretmenin sınıfa gelmesinden az önceki süreçte, gürültü yapan arkadaşlarımın numaralarını kara tahtaya yazmaktı. (Ülkemizdeki muhbir vatandaş bolluğu okullardaki bu uygulamalardan mı geliyor ki…) Sınıf öğretmenimiz gaddar bir kadındı, numarasını yazdığım çocukların avuç içlerine cetvelin keskin tarafıyla acımasızca vururdu; bu nedenle pek kimseleri yazmak da istemezdim, ama sınıfa gelirken gürültü duyar da, istediğinde gürültü edenlerin numaralarını vermezsem, onların yerine beni döverdi. Ben de gürültücülüğü patentli Lemi’yi yazardım bol miktarda. Neyse! Sınıfın haylazlarını yazarken, elimdeki tebeşir haylaz kızları yazmaya bir türlü yanaşmıyordu. İç güdülerim, “Bir gün bu kızlardan birine aşık olursan, yazdığın kız sana yüz vermez ha…” diyordu. Ben de inanıyordum. Gerçi, aşık olacağım kız, numarasını kara tahtaya yazmadığım halde yüz vermeyecekti ya!... Emine’ydi kızın adı. O da en az benim kadar çalışkandı. Kıza bir mektupla ilan-ı aşk ettim. Oysa bu büyük aşktan anlamayan kız, yazdığım mektubu anne babasına teslim etmiş, anne babası getirip, adını şu an hatırlayamadığım bayan öğretmenime teslim etmiş, bayan öğretmenim de Okulun müdürlüğünü yapan babama şikâyette bulunmuştu... Mektubun içeriğinden bir tek, “senin aşkın uğruna geceleri donsuz yatıyorum,” cümlesini, uzun bir zaman benimle gırgır geçenlerin dillerine dolandığı için hatırlıyorum. On iki yaşındaki bir çocuğun aptalca aşkı öyle abartılmıştı ki, şu an, o abartıcıların hangisi çıksa karşıma, vallahi billahi tokatlarım! Hepsi elbirliği edip rezil olmamı sağlamışlardı. Babam ise, okul müdürü olarak bana bir ceza vermemişti, kızın velisiyle görüşerek işi tatlıya bağlamıştı, ama gece gündüz işini gücünü bırakıp benimle dalga geçmişti. “Senin aşkın uğruna geceleri donsuz yatıyorum… Ha ha ha!...” Emine’ye yazılan ilan-ı aşk mektubu beni sınıf başkanlığından da etmişti. Özellikle kızlar arasında oluşan tavır birlikteliği ile sınıfın itilen, kakılan, dışlanan öğrencisi haline düşürülmüştüm. Erkeklerden ise riyakarlıkla yanıma sokulan bir iki kişi dışında, hepsi, kızlar takımının destekleyicisi durumundaydılar. Benim yerime sınıf başkanlığına getirilen Lemi’yi öğretmenimiz nedense çok sevmeye başlamıştı, aralarından su sızmıyordu ve oğlan adeta bir yarım öğretmen gibiydi. (Birkaç yıl sonra öğretmenimizin Lemi’nin yengesi olduğunu görünce o sıkı fıkı yakınlaşmanın da nedenini öğrenmiş oldum) Öğretmenimiz, onun gürültü yaptılar, diyerek numaralarını verdiği öğrencileri sorgusuz sualsiz karatahta önüne çekip avuçlarına, hem de cetvelin keskin kenarıyla acımasızca vururdu. Bu otorite sınıfı benim dönemimden çok farklı bir hale getirmişti ve öğretmenin gelmesi yaklaştığında sınıfta çıt çıkmıyordu. Lemi, yakınıma gelip, “niye konuşuyorsun sen?” diye çıkıştığında, kesinlikle konuşmuyordum. Ona da, “ne? Ben mi? Ben konuşmuyorum ki…” dedim. “Sen görürsün…” diyerek gitti, kağıda numaramı yazdı. Kağıdı, öğretmen geldiğinde teslim etti. “Nedir bu?” “Yaramazlık eden öğrenci öğretmenim.” Öğretmen, “yediyüzonaltı!” diye seslenince ayağa kalktım. “Efendim, öğretmenim?” Korkudan tirtir titriyordum. “Tahtaya gel sen, bakim!” Gittim. “Uzat elini!” Sağ elimi uzattım, hemen müdahale etti. “Yazı yazmadığın elini!” “Ben solakım öğretmenim.” “Ha…Öyle ya… Parmaklarını birleştir… Birleştir! Bak şöyle,” diyerek yapmam gereken şekli de gösterdi. Onun gibi yaptığımda cetvelin kenarıyla bütün gücünü deniyormuşçasına öyle bir vurdu ki, parmaklarımın ucundan elektriğe tutuldum zannettim. Vururken, “Ahlaksız! Sınıfın yüz karası!” diye söyleniyordu. Okul çıkışında, onun iftirası yüzünden dayak yediğim için Lemi’yi azarlamak istedim, ama niyetim kesinlikle yumruk yumruğa kavga etmek değildi; biraz söylenerek desarj olacaktım. Bunu, Lemi’ye söylemeyi unutmuşum, o yumruklaşacağımı sanarak cevabını sessizce verdi: Bir sağ kroşe, bir sol kroşe, bir direkt, nakavt… Doğrusu, iyi bir dayak yemiştim. O arada bir, iki tane de ben vurabildim mi? I-ıh! Zamanım olmadı ki… Yılbaşı yaklaşmıştı. Sınıf öğretmenimiz hepimizden para toplamış, yılbaşı için milli piyango biletleri almış, bilet numaralarını kara tahtaya bir liste halinde yazmış, biz de onları defterlerimize geçirmiştik. Alınan biletlere bir şey çıkmamıştı tabii ki... Ama o yılbaşı çekilişinde en büyük ikramiyeye ait numara, yılın hemen ilk günü o kara tahtaya yazılan numaraların sonuna eklenmişti. Bu nasıl olmuştu? Sınıfta otuz kadar öğrenci vardı. Teneffüslerde sınıftaki öğrenciler bahçedeyken, bu öğrencilerin hepsinin çantalarını karıştırarak, kara tahtadan numaraları yazdıkları defterleri bulup, yazdıkları numaraların sonuna, büyük ikramiye isabet eden numarayı da, onların yazılarını taklit ederek ilave etmiştim. (Bunun için üç teneffüslük bir mesai yetmişti) Akşam eve döndüğümde, babam ikramiye listesinden kendisi için aldığı bileti kontrol ettikten sonra, onun elinden aldığım listede sınıfın şansına alınan biletlerin numaralarını kontrol ederek, sevinç nidalarıyla en büyük ikramiyenin bizim sınıfın numaralarına isabet ettiğini haykırmaya başlamıştım. Şeytan benimle iş birliği yapıyordu, çünkü büyük ikramiye isabet eden çeyrek biletlerden birisi Eskişehir’de satılmıştı. Babamla birlikte beş-altı veli daha büyük ikramiye isabet eden biletimizin peşine düştüğünde, beni o aşk mektubunu deşifre ederek rezil eden öğretmenden intikamımı beni tatmin edecek kadar almıştım. Çünkü ikramiye mikramiye çıkmadı deyip, kendisine başvuran velileri tersleyen bu öğretmen hakkında, Milli Eğitim Müdürlüğünce soruşturma açılmış, okula müfettiş gelmiş, uzun süren soruşturmalar sonucu, beni, meydana çıkarttığı platonik aşkım yüzünden yıpratmasının misli ile yıpranmıştı. Tabii, büyük ikramiyenin isabet ettiği biletin bizim biletlerin alındığı Milli Piyango bayiinden alınmadığı ve büyük ikramiyenin Eskişehir’deki talihlisinin ikramiyesini aldığı anlaşıldığı için öğretmenin ikramiyeyi iç etmediği kolayca anlaşılmıştı. Bu arada hiç kimse, o büyük ikramiyeye ait numaranın kara tahtadan çektiğimiz numaraların sonuna nasıl ve niçin eklendiğini hiçbir zaman çözümleyememişti... Emine trafik kazası geçirmiş, hastanede yatıyordu. Öğretmenimiz bütün sınıfa, “hazır olun!” dedi; “yarın Emine arkadaşınızı hastaneye, ziyarete gideceğiz.” Evde, anneme, “ben gitmeyeceğim,” diyerek serzenişte bulundum. “Nefret ediyorum o kızdan!” Annem işin dalgasında! “daha düne kadar onun aşkı uğruna donsuz yatıyormuşsun ya atağına, ne oldu da vazgeçtin o büyük aşktan? H a! H a! H a!...” Bakıyor, dalga geçmesinden dolayı bozuluyorum, ciddileşip, “git, git,” diyor;”hasta ziyaretinden kaçılmaz. Çok ayıp olur.” Annemden de nefret ediyorum! Ertesi sabah, sınıftakilerin hepsi birer küçük hediye paketi hazırlayıp öyle gelmişler. Bir hediye götürmek, benim aklımın ucundan bile geçmedi. Okul bahçesinde sıraya girerek bu ziyaret için kiranmış otobüse bindik. Şehrin bir ucundaki okulumuzdan şehrin öbür tarafındaki hastaneye ulaştıktan sonra, otobüsten inip gene sıraya geçtik. Sıkı sıka yapılan tembihlerden sonra hastane içindeki yolculuğa başladık. Emine’nin yattığı odanın bulunduğu koridorda ilerlerken, sıramdan çıkıp öğretmenin yanına sokuldum. “Öğretmenim, benim çok fena küçük suyum geldi. Şuradaki helaya gidebilir miyim?” diye sordum. “Git haydi bakalım.” Emine’nin yattığı odanın kapısını göstererek, “işini bitirdiğin zaman oraya gelirsin sen de!” diyerek sınıfı hasta odasına götürmeye devam etti. Helâya girdim, ama bir şey yapmak için değil. Girer girmez, helânın aralık kapısından hasta odasını gözlemeye başladım. Sınıfın ziyareti tamamlanıncaya kadar en az yarım saat geçti; ben yarım saat, öyle, kapı aralığında bekledim. Sonra, sınıf sıraya girmiş vaziyette helânın önünden geçerken, hemen çıkıp arkalarına takıldım. Öğretmenim, sanırım varlığımın da, yokluğumun da farkında değildi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |