..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Denemeler"de gördüğüm şeyi Montaigne'de değil, kendimde buluyorum. -Pascal
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Kemal Yavuz Paracıkoğlu




12 Ocak 2012
Ömür Abla...  
Bizim Köyün Ayıları...1.bölüm

Kemal Yavuz Paracıkoğlu


Öyle kara, kuru Romanlardan göremezdiniz orada. Hemen hemen hepsi sarı saçlı, mavi gözlü; sanırdınız ki, Kuzey Avrupa’dan göç etmiş Finli. Ömür abla ise onların içinde en mavi gözlüsü, en sarı saçlısı…


:AEEF:
   Romanların yaşadığı Kore Mahallesi ilin en şenlikli yeriydi. Ahalinin ekserisi çalgıcı takımındandı; geri kalanların içindeyse hırsızı, uğursuzu, dolandırıcısı, yol bağcısı, kalpazanı, tırnakçısı, dızdızcısı, papelcisi, üçkâğıtçısı, kaldırımcısı, kapkaççısı, yankesicisi, kerhanecisi, telekızcısı, konsomatristi, meyhanecisi, soyguncusu, kerizcisi, beyazcısı, silahcısı, pazarcısı, aklınıza her ne gelirse işte ocusu, ne ararsan vardı.

   Öyle kara, kuru Romanlardan göremezdiniz orada. Hemen hemen hepsi sarı saçlı, mavi gözlü; sanırdınız ki, Kuzey Avrupa’dan göç etmiş Finli. Ömür abla ise onların içinde en mavi gözlüsü, en sarı saçlısı…

   Aynı taşlık üstünde iki ayrı evde oturuyorduk. Ev dediysem, bir sofa ile bir oda. Sofanın bir köşesinde bir kara mozaik setle çeşmeden ve üç dört raflı bir sergenden ibaret mutfak. Helâ, avluda ve müşterek…

   Babam, hafta içlerinde görevli olduğu köy okulunda kalırdı ve hafta tatillerinde eve gelirdi. Bu sıkıntıya katlanmasının yegâne sebebi, ortaokulda okuyan ablamın okuyabilmesi içindi. Trenle gidip gelmekteydi ve bu ev tam da istasyonun yanı başındaydı. Babamın maaş durumu, daha iyi bir yerde, daha büyükçe bir ev tutmaya el vermiyordu.

   O yıllar, yokluk yıllarımızdı. Kahvaltı sofralarında bir zeytini iki sokum ekmeğe katık ettiğimiz yıllardı. Vita Yağ diye bir bitkisel margarin yağı vardı, kehribar gibi, sarı; ondaki lezzeti şimdiki hiçbir margarin yağda bulamazdınız. Ekmeğe sürüp üstüne de toz kırmızı biberi serptik mi, iki diş sarımsakla beraber yemeğe doyamazdık.

   Aslında memleketin genel hali berbattı. Memurların, işçilerin maaşları ödenememekteydi ve maaş yerine “Bono” denilen Hazine Bonoları veriliyordu, kiranızı ödeyeceğiniz maaş veremiyoruz, ama bir sürü kâğıt parçası veriyoruz işte, çorbasını yapıp için deniliyordu memurlara. Memurlar sağda solda türemiş “bono” simsarlarına götürüp paraya çevirtiyorlardı genelde, böylece maaşlarının üçte ikisi onların, üçte biri simsarların cebine giriyordu. Hal böyle olunca sürekli borçlanan babam, gırtlağına kadar batmış haldeydi.

   Biz beş kişilik bir aileydik; ben, benden üç yaş küçük erkek kardeşim Ersin, benden beş yaş büyük ablam Esin, annem, babam.

   ardeşim Ersin’in, aramızda sadece üç yaş olmasına rağmen, vücudu benimkinin yarısı kadar ya var, ya yoktu. Bebekliğinden beri yaşamadığı hastalık kalmamıştı. Mübalağasız söylüyorum, on iki ayın en az ikisini hastane köşelerinde geçiriyordu. Benden çok farklı, değişik bir çocuktu o…

   Her aybaşı, babam, onun için bir kilo bal ile bir kilo halis tereyağı alır getirirdi. Beyefendi cılız kalmış ya, bunlardan yiyip irileşecekmiş… Tereyağı ile balı ekmeklerin üstüne sürüp sürüp yerdi. İki dilim, üç dilim, doymak da bilmezdi deyyus, gene de cılız kalmayı sürdürürdü.
Normal şartlarda olsa benim iki dilim Vita Yağ sürümüş ekmeğimi, onun on dilim ballı ekmeğine değişmezdim ya, karşımda ağzına burnuna bulaştıra bulaştıra bir yiyişi vardı ki, illa ki canım çekerdi.

   “Anne, bir dilim de bana sürsen ya…”

   “Kardeşin hasta, o yesin de iyileşsin. Sen ne olsa yersin…”

   Tabii ki, ısrar edemezdim.

   Arada sırada fırından yeni çıkmış sımsıcak bir ekmek alır gelir, bıçakla ortasını yarar, tereyağı ile balı bir güzel doldururdum içine; sonra da gizli bir köşeye sinip o koca ekmeği bir güzel yerdim.

   Kardeşime ilaç niyetine yedirilen ballı tereyağını bu şekilde aşırarak yemek, vicdanımı zerre kadar rahatsız etmezdi.

   Ömür ablalar ise dört kişilik bir aileydiler. Her yanı sacla kapalı döküntü bir minibüsle pazarlarda kap kacak satan Kenan amcayla karısı Meliha’nın öz çocukları benimle akran bir oğlandı. Ömür abla, Kenan amcanın önceki karısından kalmaydı.

   Kenan amca işinden yorgun ve sinirli geldiği her akşam hıncını Ömür abladan çıkartırdı. İyi adamdı, severdim onu da, bir de bu dayakları olmasa…

   Annem, kadın başına varırdı Kenan amcanın üstüne, kızı alırdı elinden, bizde yatırırdı. Ablam, sofuda yatıp kalkardı ve yatağına biz kardeşleri dahil hiçbir misafiri kabul etmezdi. Erkek kardeşimle benim için yere serilen döşekte, annem kardeşimi kendi yanına alırdı ve biz Ömür ablayla beraber yatardık. O, on beş, on altı yaşlarında, ben de altı yaşındaydım. Gece olup da, annem o meşhur horlamasıyla uykusuna daldığı vakit, Ömür abla dolanırdı boynuma, bacaklarının arasına da bedenimi sokuştururdu, öyle uyurdu. Hele hele uyumadan az önce bir iki de öpücük kondurdu mu yanaklarıma, kuşlar gibi huzurla uyur kalırdım.
Evlerine dönüp de, birkaç gün dayak yemezse, özlerdim onu. Allah’a, Kenan amcanın ona dayak atmasını ve annemin de onu kurtararak bize getirmesi için dua etmeye başlardım.

   Kenan amca, Ömür ablayı, bir pazarcı arkadaşının oğluna vereceğini açıkladığı gün, çektiğim ıstırabı anlatamam…

   Damadı düğün günü gördüğümde ıstırabım daha da arttı. İnceden bir güzelin evlendirildiği oğlan, onun iki bedenine bedel bir ayıydı. İkisi beraber ayıyla yavrusu gibi görünüyorlardı. Çok acımıştım kızcağıza.

   Kızcağızın zifaf gecesinde ayının altından sağ salim kalkıp kalkamayacağını çok merak ediyordum.

   Ertesi gün gelin gittiği evden ziyarete geldiğinde onu enkazın altından ezilmeden kurtulmuş halde gördüğüm için pek sevindim. O da rahatlamış halde, güller açıyordu.
“Nassı gidiyo evlilik Ömür abla?” diyerek sırnaştığımda bana bir sırıtışı vardı ki, evliliğin nasıl gittiği kolayca anlaşılabiliniyordu. “Ağzın kulaklarında olduğuna göre tadından yenilmiyor herhal,” diyerek biraz daha sırnaşmaya kalkışınca;

   “Ne diyon len sen, gel bakayım buraya!” diyerek başladı beni kovalamaya. Ben kıkırdayarak, o sırıtarak avluda koştururken avlu kapısından ayı girdi.

   Suratı bir karış. Karısına, “ne yapıyorsunuz ulan böyle milletin ortasında!” diye bağırdı.

   Ömür abla, “Hi-iç!” dedi. “Şakalaşıyorduk.”

   Ayı, kızcağızın üzerine varıp bir tokat çaktı. “Dün gece canım yanıyor diye benimle cilveleşmeye yanaşmadın da, geldin, bu oğlanla mı cilveleşiyorsun, orospu?”

   Donup kaldım. Ömür abla ağlayarak evin içine kaçtı.

   Ayı bana doğru hareketlenince bir tokat da benim yiyeceğimi anladım, oradan içeri, Ömür ablanın yanına sıvışmaya çalıştım. O hızla bir tekmesi değdi kıçıma.
Arkamdan, “Akranın kızarla oynaşsana lan, deyyus!” diye bağırıyordu. “Bir da karımın etrafında görürsem seni, gebertirim!”

   “İyi be! Karını yimeycez heralde!”

   Ayılar yavrularını çocuklardan da kıskanırlarmış.
*
   Kenan amca oğluyla beraber sabahın köründe işine gittiği için evde yoktu. Ömür abla yediği tokattan sonra üvey annesine sığınmak istemişti, ama güvendiği dağa karlar yağıyordu.

   Ayı aşağıdan, “len Ömür! Yürü len eve!” diye bağırınca kadın, kızı korkutarak evden yollamak istedi. “Allah belasını veresice! Yürü git kocanla!”

   Daha dün evlendiği oğlandan yediği tokat, Ömür ablanın çok ağrına gitmiş, “gitmeyeceğim işte!” diyerek direnmekteydi.

   Üvey anne, “baban her gün ağzına sıçıyordu da gıkın çıkmıyordu; kocanın bir tokatı mı ağrına gitti, şırfıntı?” diye azarladıkça, Ömür abla, inadını arttırıyordu.

   “O babam! Bu ne? Elin adamı! Gitmeyecem işte!”

   “Allah belanı versin! O da kocan! Nikahlın! Kocaların vurduğu yerde gül biter!”

   En sonunda onu yollamaktan umudunu kesen üvey anne odanın penceresini açıp, “Sen yürü git oğlum!” diye damadına dil dökmeye başladı. “Siniri geçince ben yollarım onu sana.”

   Ayı kibrinden de taviz vermek istemeyerek, “istemezse hiç gelmesin!” diye söylenerek avludan çıktı.

   Ben, Ömür ablanın onunla gitmediğini görerek mutluluktan gülücükler saçmaya başlamıştım.

   Eve koşturdum. Anneme heyecanla, “gördün mü anne? Damat, Ömür ablayı tokatladı. Gördün mü? Beni de tutaydı dövecekti ya, ben kaçtım. Gördün değil mi?” diye bağırmaya başladım.

   Annem, “şışt!” diye çıkışarak parmağını dudaklarına tuttu. “Yavaş!”

   Doğru ya, bağırmanın alemi yoktu.

   Annem, “yürü gidip bir bakalım şu kıza,” diye kolumdan çekiştirerek beni kapıdan dışarı götürdü. “Daha birinci günü neymiş dertleri, bi anlayalım…”

   Ömür ablayı bir köşede büzülmüş, içini çeke çeke ağlarken, üvey annesini de tepesinde dırdır ederken bulduk. Kadın, “baban gelip de seni burada görünce, hoş geldin kızım, diyerekten bağrına mı basacak sanırsın? Gör bak, kırılmadık bir kemiğin kalacak mı!” diye söylenmekteydi.
Kenan amca, onu kesinlikle döverdi. Annem de aralarına girer, elinden alır, bize getirirdi. Benim döşeğimde beraber yatardık gene; kuşlar gibi…

   Annem, söylenerek odadaki karyolanın bir kenarına oturup, iyice bir yerleşti. “Otur hele şöyle, varma kızın üstüne o kadar da! Anladın mı, ne derdi var kızın, neden gitmek istememekte? İlahi komşu, azıcık suyunda git hele…”
Kadın, annemin iknasıyla bağırıp çağırmaktan caydı. “Ne derdi olacak, bi tokat atmış diye tafra ediyor işte…” diye söylenerek annemin yanı başına oturdu.

   Annem, Ömür ablaya döndü. “Gitmeyip de ne yapacaksın a kızım? Var mı bir planın, yapacağın?”

   Ömür ablanın bir planı yoktu elbette, öylesine “Boşanacağım o ayıdan!” diye söylendi.

   Üvey anne onu ciddiye alarak yeniden söylenmek istedi. “Boşanacakmış! Sanki babası izin verir de…”
Annem hemen susturdu onu. “Sus bi dakka be komşu!” Yeniden kıza döndü. “Kızım, bu çocuk oyuncağı değil ki, dün evlendiğin adam ilen bugün boşanabilesin… Hem babanın, hem oğlan tarafının namusudur, şerefidir artık bu iş; sen böyle istiyorsun diye, boşan madem ki, demez kimse sana… Herkes namusu, şerefi için yaşıyor. Madem evlendin, çaresi yok sürdüreceksin bu evliliği, yoksa namus meselesi olur, bilesin!”

   “Olursa olsun…”

   “A be kızım iyi dersin de, sen canından olursun, o elini kana bular. Bunca can yakmağa ne gerek?”

   Ömür abla, kan dökülmesi ihtimalinden sonra korktu, çark etti. Annemin uzattıkça uzattığı nasihatlerini sabırla dinledikten sonra, evine dönmeyi kabul etti.

   Hiç değilse bu gece kalsaydı da, yarın gitseydi…
Onunla birlikte, kuşlar gibi uyuyamayacak olmanın hayal kırıklığı ile, o an annemden nefret ettim.

   Ömür ablanın annemi dinler gibi yaparken kafasında bambaşka planlar kurduğunu hiç kimse anlayamadı. Meğer, evine gitmek üzere ayaklandığında, evine dönmek gibi bir niyeti hiç yokmuş…

   Evet, oradan çıkıp gittikten sonra, eve gitmemiş, alıp başını gitmiş Ömür abla.

   İstanbul’a gitmiş, deniliyordu yaygın olarak.
Almanya’ya gittiği bile söyleniyordu.

   Aylarca hiçbir haberi çıkmadı. Onun akıbetini ilk başlarda merak edenler de merak etmez oldular .

   Bir tek ayı, o da nikahından düşürüp yeni bir karı alabilme derdiyle bırakmamıştı peşini. İki de bir gelip, kaynatasına ya da kaynanasına, “kızınızdan bir haber yok mu hala?” diye sorup gidiyordu.

   Bazen de oğlanın anası geliyor, üvey anne ve annemle saatlerce oturup, olayı irdeliyorlardı.

   Böyle buluştukları bir gün, annem nereden duymuşsa, duymuş, “Kuyucu Hoca” namıyla meşhur bir hocanın adresini öğrenmişti. Kızın akıbetini ona gidip sormayı önerdi. Üvey anne de, kaynana da balıklama atladılar bu önerinin üstüne.

   Hocadan günler önce randevu alındı. Bir orman köyünde ki hoca evine akşam üzeri gidilecekti.

   Giderken yanlarına beni de aldılar. Ne de olsa başlarına bir erkek gerek ya…

   Koruluğun aralıksız selvileri akşamı geceye bürümüştü. Her dal bir yılan, her kütük bir ayı kesilmişti. Her ne kadar erkek olsam da netice de bir çocuktum, korkma hakkım vardı. Ben de korkudan annemin eteklerinden dışarı çıkamıyordum.

   Hocanın evine ulaştığımızda, beni o an fark etmemiş olan hoca, “istediğim çocuğu da getirdiniz mi?” diye sordu.
Annem, “Getirdik hocam, işte,” diyerek beni hocanın önüne doğru itti.

   Meğer başlarına bir erkek gerektiği için değil, hoca istediği için getirmişler beni. İyi de, beni niye istemişti bu hoca? Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail yerine beni kurban etmeye kalkışmasın şimdi bunlar? Korkmağa başladığımda, hoca, bir iki lakırdı, dua, filandan sonra bizi alıp, evin avlusundaki bir kuyunun başına götürdü. Kuyu dibindeki suyun şavkında, terk-i diyar edip, kendisinden bir haber alınamayan Ömür ablamın siluetini görürlerse sağ, salim olduğuna karar verilecek; yok, her hangi bir siluet görülmez ise de, ölmüş olduğuna karar verilecekmiş. Hoca efendi, şayet sağ olarak görür iseniz, evde bu sebile tas içine baktıracağım ve de yerini ondan öğreneceğiz, diyerek açıklamalarını tamamladı.

   Annem, kuyunun başına sokulmamamı tembih ederek, beni az geride bıraktı. Kendileri gidip kafalarını kuyunun içine doğru uzattılar.

   Beni diktikleri yerden, avlu duvarlarının hemen dışındaki koruluktan yılanların, ayıların harekete geçerek üzerime üzerime gelmeğe başladıklarını görerek korkuya kapıldım. O korkuyla kuyu başına koşturup iki kadının arasına sığındım. Gözlerim kuyuda değil, ayılar ve yılanlarda. Hayal gücüm bana doğru gelmekte olan yılan ve ayıların önünü kesen Ömür ablanın, elindeki sopayla onları kovaladığını gösteriyordu.

   Kadınlar, kafalarını doğrultarak Ömür ablayı göremediklerini söylediler.

   Onlardan ayrıcalıklı olduğumu haykırırcasına, “ben gördüm Ömür ablamı,” dedim.

   Sözünü dinlemeyip kuyu başına geldiğim için annem haşlamak üzereyken, Hoca efendi, “o görmüştür,” dedi. “Kalp penceresi açık ya sebilin, görmüştür elbet.”

   Günün birinde, babama, "baba, artistler nasıl yaşar?" diye sormuştum. Abartarak, ballandıra ballandıra anlatmıştı.
İş, hoca efendinin tasına bakıp da, penceresi açık kalbimin gördüğü şeyleri anlatmaya gelince, hoca efendiyle üç kadına öyle şeyler anlattım ki, babam duysaydı, ’ben bile bu kadar abartmamıştım be oğlum.’ derdi bana.

   "Ömür ablayı görüyorum. İşte orada. Şimdi gadillaka bincek, subay elbiseli bi herif kapıyı açıp tutmakta. Evinin kapısından gadillakın kapısına kadar bi halı döşeli yola ki, iki yanında iki sıra hizmetçiler el pençe divan durmakta...
Üff. Gökten para yağmakta tepesine tepesine..."

   Benim bu görgü şahitliğim üzerine Ömür ablanın sağ salim olduğuna ve zengin bir herifle yaşadığına karar verildi.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Balkonlu Ev...
Bizim Köyün Ayıları... 2.
Babam…
Madam...
Büyük Öğretmen Boykotu…
Çöpçatan...
Tip Tip Tipsizler…
Anneanne...
Safinaz Abla...
Bohçacı...

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Muhittin Amca...
Hempa...
Kralların Kraliçesi
Hanımeli...
Siktiriboktan…
Basgitar...
Nil Kraliçesi.
Nerede O Eski Öğretmenler…
Kur'an Ayetlerinden
Facebook Tatilcileri

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Part - Time Sevişmeler [Şiir]
Bir "Hiçbir Şey" Olmak [Şiir]
Deliler Bayramı [Şiir]
Nazlı Nazlı Karılar... [Şiir]
Gülbahar'ım; Can Çiçeğim! [Şiir]
İkimiz İçin [Şiir]
Hayatım [Şiir]
Halepçe [Şiir]
Senden Önce, Sensiz [Şiir]
Çapkın Kız... [Şiir]


Kemal Yavuz Paracıkoğlu kimdir?

Okur yazar, okuduğunu anlar, yazdığı okunur, emekli büro memurluğundan devşirerek, kendi kendine oldu yazar. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Hiç kimseden etkilenmemiştir, kendine özgü bir yazı dili kullanır...


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.