Sanatçının işlevsel tanımı bilinci neşelendirmektir. -Max Eastman |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu “Elinde bavulun hazırlanmışsın, kılık kıyafetin düzgün,eş dostla vedalaşmışsın. Öylece bekliyorsun. Yolculuğa çıkar gibi. Ölüm gelsin seni alsın diye. Ama öyle olmuyor. Ölüm pat diye geliveriyor. Ansızın. Hazırlık yapmaya fırsat olmadan. Film aniden kopuyor. Planın programın, yapmayı düşündüğün bütün işler yarım kalıyor. İşte hayat böyle bir şey. Bu nedenle, “içindeki timsahı” uyandır. Diri tut ki yaşatsın seni. Her anının içini doldurmaya bak.” İzmir Atatürk Kültür Merkezinde salon tıklım tıklım dolu. Nefesimizi tutmuş dinliyoruz. Apansız ölüverme fikri insanı içten içe titretiyor. Salonda adını koyamadığım bir hava var. Tüylerimiz diken diken. Yaşadığımız o büyülü anı hissettiren, fark ettirten bir atmosfer. Zaten tiyatro nedir ki? Farkındalık yaratmaktan başka. Ali Poyrazoğlu sahnede yaşam koçluğu yapıyor. Amaç, salonda bulunanları değiştirmek, dönüştürmek, içlerindeki timsahı uyandırarak, farkındalık yaratmak. İlk önce o özel diliyle salonu selamlıyor. Hafiften sistem eleştirisi yaparak. Muhalif olmak ruhuna işlemiş. İçindeki timsah tam gaz ilerliyor. “A protokoller, götten bacaklılar hoş geldiniz. Oturdukları koltukları hayatta bırakmaz onlar. Yolda yürürken bile koltuklarını yapışarak giderler.” Oy atarken onlara dikkat edin. (aslında çok doğru bir tespit. Aklımızın bir köşesine yazmalı) “Arka tarafta oturanlar. Biletin parasını ödeyip girenler, toplumu omuzlayıp götürenler, faturaları ödeyenler, emekçiler, öğretmenler, işçiler, emekliler siz de hoş geldiniz efendim.” Salon alkıştan yıkılıyor. Söze neden Bodrum’u çok sevdiğini anlatarak giriyor. Böylece neden Bodrum’un dünyanın en özel yeri olduğunu öğreniyoruz. Çünkü çok özel bir antik tiyatrosu var. “ 2500 yıllık mermerlerden yapılmış muhteşem bir açık hava tiyatrosu. Öylesine özel mermerler ki herkes almış götürmüş evinin inşaatında kullanmış. Bir bakıyorsun. Binanın duvarında bir sütun başı. Başka bir duvarda tiyatrodan sökülüp getirilmiş bir süsleme. Bu durumda devlet tiyatroyu koruma altına almış. Çevresini dikenli tellerle çevirmiş. Başına da bir bekçi oturtmuş. Bekçi yaz kış oturduğu kulübenin içinden hiç çıkmıyor. Saat beş oldu mu mesaisi bitince çekip gidiyor. Devlet tiyatroyu ancak saat beşe kadar koruyor. Ondan sonra Allah’a emanet (tıpkı her halimiz gibi). Her akşam bu tiyatroda, eşi benzeri dünya üzerinde görülmeyen bir gösteri düzenleniyor.” “Adı “ayın tek kişilik gösterisi”. Her akşam ay, Bodrum Antik Tiyatrosuna düğün salonuna giren bir gelin gibi süzülür. Salına salına iki sütunun arasından geçip sahneye çıkar. Ve ben her akşam bu büyülü gösteriyi izlemek için tiyatroya giderim. Bu akşamların birinde, ayın ışık seline dönüşmüş suretini siyah kadife pelerine bürünmüş bir kimlik olarak görünce çok şaşırdım. Dayanamadım pelerini şöyle bir çektim içinden 17’lik halim çıktı.” “Antik tiyatronun sahnesinde, 17 yaşımdaki halimle karşılaştım. “Ne habersin moruk?” dedi. “Senin yaşına gelince nasıl olacağım?” Ben de “E biraz göt göbek yapacak, başarılarının tadını çıkartıp, yenilgiler tadacaksın. Sadece “yalnızlık” en zor meslek” dedim.” “Peki moruk sevgiden ne haber? En çok kimi sevdin hayatında?” deyince durdum. Tarihi bir harabede 17’lik haliniz karşınıza çıksa ve “en çok kimi sevdin diye sorsa ne cevap verirdiniz? Sevgi bir sürü insanda biriktirdiklerinizi götürüp birisine vermektir. 17’lik halim “Peki, ya mutluluk?” dedi. Herkesin hedefi farklı. Mutluluk diye bir durak yok. Mutluluk bu yürüyüşün adı. Başlı başına bir macera o. “Taviz verecek miyim?” Bazen aşk için, bazen para, iş için. Çağımız taviz verme çağı. “Çok karışık bir iş moruk, ben ne yapacağım?” 17’lik Ali “çok konuşuyorsun moruk, sevgiye daha çok zaman ayır” dedi. “Ay çarpması” dedikleri bu olsa gerek. Sonra yerde duran eski bir çantaya uzanıyor. Bu aslında “alkış çantası” diyor. “Ben her oyun sonunda sizler ellerinizi çırparken salona yayılan o alkışları, sonsuza uzanan bu kelebekleri, bu alkış çantasına toplarım. Sonra seyirciler gider. Tiyatro o sessiz haline döner. Alkış çantası açılır, binlerce beyaz kelebek çıkar içinden. Onları eski tiyatro ustalarına gönderirim. Haldun Taner, Bedia Muhavvit, Muammer Karaca, Muhsin Ertuğrul, Aziz Nesin, İsmet Ay, Adile Naşit, Selim Naşit, Şükran Güngör, Gazanfer Özcan, Hadi Çaman…” Her isimde salonda binlerce beyaz kelebek uçuyor. Akın akın alkış çantasına, oradan da sonsuzluğa akıyorlar. “Kendi tiyatromu kurmamda bir isim var ki kanıma girdi. Aziz Nesin. Çeşitli tiyatro topluluklarının kadrosunda genç bir oyuncuyum. Her temsilin prömiyerine geliyor beni buluyor “Sen çok yeteneklisin, ne işin var burada, git kendi tiyatronu kur” diyor. Veriyor gazı, veriyor gazı. Ben istifa ediyorum. Param yok. Borç harç bir tiyatro topluluğu kurmak istiyorum. Olmuyor. Yeni iş bulamıyorum. Sürünüyorum, sürünüyorum. Yalvar yakar bir iş buluyorum. Yeni bir oyun sahneye konuyor. İlk gece Azizi Nesin çıka geliyor. Yine beni buluyor. “Sen çok yeteneklisin, burada ne işin var, git kendi tiyatronu kur “diyor. “İlk oyun da benden.” “Aziz Nesin’den söz almışım durur muyum. Gidiyorum annemin altın bileziklerini, evdeki halıları satıyorum. Parayı topluyorum. Devlet tiyatrosundan yıldız isimleri kadroma alıp tiyatromu kuruyorum. Ama oyun yok. Aziz Nesin’e telefon edip verdiği sözü hatırlatıyorum. Telefonda çıt çıkmıyor. Bu arada Aziz Nesin ödül almış. Ödül, okuyucuya Aziz Nesin’den sınırsız eser isteme hakkını veriyor. Bunu hatırlatınca, “gel oyununun bir ay sonra al” diyor. Çat diye telefonu kapatıyor.” Hakikaten bir ay sonra oyun hazır. Tiyatro perdelerini Aziz Nesin’in yazdığı “Hakkımı Ver Hakkı” oyunuyla açıyor. Ali Poyrazoğlu’nun tiyatro macerası böyle başlıyor. Aziz Nesin oyunu yazdı çünkü aldığı ödülün ona bir sorumluluk yüklediğini biliyordu. Poyrazoğlu’na göre, sistem öyle işlemiyor. “Yeni bir şeyler yapmak, bir farkındalık yaratmaya kalktığında, sistem sana saldırmaya başlıyor. İcat çıkarma, farklı olma, sıradan çıkma, yapma, etme. Beyinleri sistem tarafından tahrip edilmiş genç insanlar okullarından mezun olduktan sonra, onlardan “yaratıcı” olmalarını bekliyoruz.” “Bilgiyle iyi geçinmek zorundayız. Kuru bilgiler “yaratıcı bilgiye” dönüşmeden hiçbir şey olamıyorsun. Öğrenmenin can alıcı bir süreç olduğunu anlamadan, bilginin gerçek sahibi olmadan cahil olarak kalıyorsun. İşte her ödül sahibine böyle bir sorumluluk getiriyor. Öğretiyor.”Hakkımı Ver Hakkı” böyle bir sürecin sonucunda ortaya çıkıyor.” “Eskilerin dediği gibi akil adamlar, yani Aziz Nesin gibi akıllı adamlar “ben ne iş yapıyorum diye soruyor” Herkes kendine “ben ne iş yapıyorum?” diye sormalı. Niye öğrenciyim? Niye doktorum? Neden gazeteciyim? Neden oyuncuyum? Herkes yeniden her gün kendini tanımlamalı. Yaşadığımız bu küresel köy, teknolojik faşist bir dünyaya doğru dönüşüyor. Her insan, dünyadan geçiş biçimini iyi tanımlamalı. Değişen dünyayla birlikte, her birey, her gün “kendi duruşumu nasıl koruyacağım?” sorusunun derdine düşmeli.” “Hepimiz her gün sunuculuk yapıyoruz. Kendimizi karşımızdakilere sunuyoruz. Alışkanlıkların getirdiği “ten eskimesi”, “ten çürümesi” denen belayı başımızdan atabilirsek, iyi sunucular olabilirsek, egolarımızı bir tarafa bırakıp, ruhlarımızı temizleyerek, kendimizi karşımızdakilere açık bir biçimde sunmayı becerebilirsek yaşamda başarılı olabiliriz.” Kendimizi karşımızdakilere “net olarak sunabilmek”. İşin sırrı burada. Gecenin sonunda Ali Poyrazoğlu seyircilere “Bu gece işinizi iyi yaptınız. Teşekkür ederim” diyor. “Çocukluğumuzda rengarenk yün çileleri vardı. Büyük annem beni karşısına oturtur, renkli yün çilesini bileklerime takar, çıkan ipi sararak yünden bir top yapardı. Ben bileklerimi her kıvırışımda büyükannem çileden bir parça yünü daha topa ekler, topu büyütür büyütür ta ki bileğimde hiç yün kalamayana kadar bu böyle devam ederdi. İşte biz bu gece kocaman bir yün çilesini yün topuna çevirdik. Ben düşün çilesinden bir ip attım sizlere. Sonra ben çileyi boşalttım, siz sardınız. Her düşünceyi sarışta, renk böcükleri çaktı zihninizde. İçimizdeki timsahı anılarla, bilgi akışıyla besledik.” “Tiyatroya giden, insana bakan, dünyayı yorumlayan, laik, Cumhuriyet Türkiye’sine gönül verenler arasında bir şimşek çakar. Böyle bir şimşek oyuncu ve seyirciler arasında çakınca aşk başlıyor.” “Tiyatroya gitmeyen, kendi içine kapanan bireyler kendi içlerinde iletişimi de koparıyor. Kendi içinde iletişimi yitiren insanlar da ne dünyada ne de yaşadıkları ülkede olup bitenin farkındalar.” “Ruhunu korumak, iletişimi koparmamak adına yaptığın işe sahip çıkacaksın. Yaptığın işe ruhunu koyamayınca yabancılaşma başlıyor. Bu insanı giderek ruhsuzlaştırıyor. Robotlaşan insanın içinde şarkı bitiyor. Otomatiğe bağlamış, “öyleymiş” gibi yapan insanlardan oluşan bir toplum kendi içinde iletişimini yitiriyor. İçimizdeki timsah susuyor.” “Arada bir mektup yaz kendine. Mesela kendine bir kart yolla gittiğin uzak ülkelerden. Barış kendinle. Senin senden başka kimin var ki. Başkalarını daha çok sevebilmek için sev kendini. İçimizdeki timsahı açığa çıkarabilmek için. İçindeki timsahı sev ve koru.” Zihnimizde rengarenk topçuklarıyla çıkıyoruz tiyatrodan. Bu gece Ali Poyrazoğlu düşün çilesinden bir iplik attı sahneye. Düşün zincirini boşalttıkça biz sardık, sonunda rengarenk böcüklerimiz oldu. Onları da içimizdeki timsaha verdik, beslensin, doysun diye. İyi beslensinler ki ruhumuzu ve aklımızı da beslesinler. Benim timsahım hafiften bir şarkı mırıldanmaya başladı gecenin ayazına karışan. Halbuki ben içimdeki şarkı çoktan öldü sanıyordum. Mırıl, mırıl, mırıl…İçimde bir ışıltı, bir ışık. Söz renkli kartlar yollayacağım kendime, gittiğim uzak ülkelerden, içimdeki timsah beslensin ve hiç susmasın diye…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |