"İçtenlik bütün dehanın kaynağıdır." -Boerne |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu ‘Mor mor gömlek giyerdi. Gümüş köstek takardı. Hafif şehla bakardı. Yaktı mı kalpten yakardı.’ Aaaah, ah, işte böyle bir adamdı, baktı mı canlar yakan Sineklidağ’ın efsanesi, destanına adını veren Keşanlı Ali. İnsanın burnunun direğini sızlatan bu müziği duyup da şarkıya katılmamak ne mümkün. Ya da Sineklidağ sakinlerinin bir tepeden şehre özlemle bakarak söyledikleri şarkının sözlerindeki hüznü paylaşmamak. ‘Sineklidağ burası. Şehre tepeden bakar ama şehir çok uzakta masallardaki kadar. Her cins insan var burada, çalışkanı, tembeli. Dört bucaktan gelmiş, hırlı hırsız serseri.’ Bu yıl 20. yaşını kutlayan Uluslara arası İzmir Festivali kapsamında, İzmir Fuar Açık Hava Tiyatrosu’nda sahne alan İzmir Devlet Tiyatrosu oyuncularının sahnelediği Keşanlı Ali Destanı, izleyiciden büyük ilgi gördü. Ekim ayından itibaren İzmir Devlet Tiyatroları sahnesinde tekrar sahnelenemeye başlanacak olan oyun, ilk sınavını İzmir Festivali kapsamında verdi. Büyük alkış alan, başarılı ve zengin oyuncu kadrosuyla olduğu kadar, Cem İdiz yönetimindeki orkestranın seslendirdiği müzikleriyle, dekoru, kostümü, dansları ve Haluk Işık’ın yaptığı dramaturgisiyle de büyük beğeni toplayan ‘Keşanlı Ali Destanı’nı oyunun yönetmeni Bülent Arın’la konuştuk. Zilha, destana adını veren Keşanlı Ali, oyunun unutulmaz müzikleri, oyunun maalesef hala güncelliğini koruyor olması, Brecht tiyatrosundan esintiler derken büyük usta Haldun Taner’i sevgi, saygıyla ve özlemle bir kez daha andık. SDK – Keşanlı Ali Destanını sahneye koyma fikri nasıl oluştu? Bülent Arın – İzmir Devlet Tiyatrosu, bu sene 50. kuruluş yıl dönümünü kutluyor. İzmir Devlet Tiyatrosu bu projeyi ilk önce Engin Cezzar’a, sonra Yücel Erten’e götürmüş ama sonuçta Keşanlı Ali Destanı’nı sahneye koymak bana kısmet oldu. Bundan birkaç yıl önce, İzmir Makine Mühendisleri Odası Tiyatro Topluluğu için Keşanlı Ali Destanı’nı sahneye koymuştum. Bu çalışmayı da sayarsak, Keşanlı Ali Destanı’nı ikinci kez sahneye koyuşum oluyor. SDK – Keşanlı Ali Destanı bize neler anlatır? Bülent Arın – Oooo neler anlatmaz ki? Neler söylemez ki? 1963- 64 sezonunda oynanmış bir oyun. Aşağı yukarı Cumhuriyetin 40 yıllık dönemine karşılık gelen bir süreci anlatıyor. Türkiye’nin Cumhuriyet’ten bu yana hangi siyaset anlayışlarıyla, Türk halkının o kendi mozaiği içinde hangi çelişkilerle, hangi açmazlarla bu güne kadar geldiğini anlatan, genel bir perspektifi olan, sözü ve esprisi çok güçlü olan bir oyun. Biz bu oyunu, yazıldığından 40 yıl sonra oynuyoruz. Ne değişti, ne değişmedi, artık seyirci kendisi takdir edecek. SDK – Oyunun müzikal olma özelliği de var. Büğlent Arın- Evet, Keşanlı Ali Destanı, Türk Tiyatro tarihine bir müzikal olarak geçti ama müzikal daha farklı bir şey olsa gerek. Biz Keşanlı Ali Destanı için çok iyi müziklendirilmiş bir oyun diyelim. SDK – Müziklerden söz edince, Türk Tiyatrosu’nun en iyi müzik yazarlarından biri olan Cem İdiz’den bahsetmemek olmaz. Bülen Arın – Evet, Cem İdiz benim çok sevdiğim bir dostum. İzmir Makine Mühendisleri Odası Tiyatro Topluluğu ile yapmış olduğumuz ilk çalışmamızda, Cem İdiz müzikleri yeni baştan bestelemişti. Çünkü Yalçın Turan’ın müziklerini çalabilmek için fagot, saksafon ve kontrubas gibi profesyonel müzisyenlerin çalabileceği enstrümanlardan oluşan 11 kişilik bir orkestraya ihtiyaç vardı. Amatör bir tiyatro topluluğu ile bu orkestrayı kurabilmek mümkün değildi. Ama şimdi İzmir Devlet Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu Keşanlı Ali Destanı oyununda, 11 kişilik bir orkestramız var. Orkestrayı, koroyu ve oyuncu arkadaşlarımızı Cem İdiz çalıştırdı ve yönetiyor. Onları müzikli oyunun bütün gerekleri ile donattı ve oyuna çok emeği geçti. SDK – Oyunun baş rol kişilerinden biri de ismi oyun kimliğinde yazmasa bile bizzat Sineklidağ’dır öyle değil mi? Bülent Arın – Sineklidağ, büyük bir kentin eteklerinde yer alan, köyden kente göç dalgasıyla oluşmuş bir varoştur. Tam 1950’li yıllarda, Türkiye’nin ‘küçük Amerika olma’ özlemiyle yanıp tutuştuğu, varoş kültürünün oluşmaya başladığı dönemlerde geçen bir yerdir. SDK – Biraz Zilha’dan bahsedelim mi? Bülent Arın – Zilha, Sineklidağ’da yaşayan, Sivas’lı sıradan bir kızcağızdır. Dayısının yanında yetişmiştir. Oyunda, benim çok önemsediğim bir aşk hikayesi vardır. Zilha ile Ali’nin arasında çocukluktan başlayan ve çok yoğun yaşanan bir aşk olmasaydı, Keşanlı Ali Destanı’nın bir boyutunun, bir kolunun, bir kanadının eksik olacağını düşünüyorum. SDK – Gelelim Ali’ye. Şu meşhur Keşanlı Ali Destanı’nın baş rol kişisine. Bülent Arın – Aslında, Ali’nin ne kadar Keşanlı olduğu da tartışılır ya... (kahkahalar…) O, Türkiye’de vatandaşın biridir. Sonuçta, bir biçimde hapse düşmüştür ve hapisten bir kahraman olarak çıka gelir. Burada Ali’nin dramını yaratan aşk, yüreğiyle beyni arasındaki çatışmalardan ya da çıkarları ile toplumsal zorunlulukları arasındaki çatışmalardan kaynaklanır. Zilha ile Ali’nin aşkı oyunda olduğu kadar Zilha ile Ali’nin hayatlarında da çok önemli bir noktadır. Bu oyunun da temel noktalarından bir tanesidir. Ali oyunda karşımıza bir karşı kahraman olarak çıkar ama kendine göre çok haklı sebepleri vardır. Ali’yi doğrudan bir sahtekar olarak değerlendirmek doğru bir yaklaşım olmaz. Çünkü bu toplumda sessiz, sakin, efendi olursan her zaman dayak yer, ezilirsin. Ama terbiyesiz, güçlü, zalim, ne dediğini bilmeyen biri olursan o zaman saygı görürüsün. İşte, Ali hapiste bunu öğrenmiştir. Ali, toplumsal yapının kendine dayattıklarının sonucunda, kendisini yeniden keşfetmiştir. Şimdi bu durumda, bu adama sahtekar derseniz, evet sahtekardır. Dolayısıyla, böyle davranma zorunluluğu ile aşkı arasındaki trajik bir çelişki noktası arasında sıkışıp kalır. SDK – Keşanlı Ali Destanı’nda bir anlamda Brecht tiyatrosunu çağrıştıran unsurlar var diyebilir miyiz? Bülent Arın - Burada, Brecht’in bir sözünü anımsamak gerekir. ‘Bir toplumun bir kahramana gereksinimi varsa, yazıklar olsun o topluma. Eğer bir toplumun kahramanı yoksa gene yazıklar olsun o topluma’ der. (kahkahalardan kırılıyoruz…) Evet, oyunun Brechtyen yanı da bu söze de çok bağlı olarak kurgulanmıştır. Kurgusu da yaklaşık olarak 1950’li yıllarda batıda temellenmeye başlayan modern tiyatro akımından da çokça payını almıştır. Batının doğu ile yaptığı sentezin, yeni bir modern tiyatro akımı olarak sunulmasını Haldun Bey çok iyi değerlendirir. Doğudan alınanların zaten bizden alındığını, batının bunu yıllar sonra keşfettiğini çok iyi bilir ve batıdaki bu modern geleneğe de yaslanarak çok da iyi bir senteze ulaşır. Bu açık biçimin, bizim bütün geleneksel tiyatromuzun özelliklerini de taşıyan bir yapı içinde Brechtyen manada bir eser vermiş. SDK – Oyun sanki bugün yazılmışçasına tazeliğini koruyor diyebilir miyiz? Bülent Arın - Bir dönem için toplum ve birey arasındaki ilişki aşılmış ve çelişkilerden ortaya çıkan eleştirel bakış zaman içinde erimiş olsaydı bu oyun belki de çok yaşamazdı. Ama işin acı tarafı, 40 yıl önce Cumhuriyetin 40. yıl dönümünde yazılmış olan bir oyunun, Cumhuriyetin 83. yıl dönümünde oynandığında, oyunun yazıldığı döneme ait olan eleştirilerin bu günkü toplumsal yapıda hala kaybolmadığını görüyoruz. Hatta bu sorunların, bir kene gibi kan emerek ve giderek güçlenip toplumun sırtına oturmuş olduğunu ve bu bizim kanımızı emen kenelerin de daha o zamanlarda kanlanamaya başladığını anlamış oluyoruz. Dolayısıyla, oyunun bugüne kadar bu kadar canlı olarak yaşamasının sebebi acıdır. SDK – Oyun, bir başka boyutu da insan olgusunu insani değerlerin erezyonu üzerinden eleştirmesi. Bülent Arın - İnsani değerleri zedeleyen olgular olan aç gözlülük, hırs, sınıf atlama çabası, kolay para kazanma, başkasının sırtından geçinmek ve avantacılık. Biraz önce, Brecht’in bir sözünü andık ‘eğer toplumların bir kahramana ihtiyacı varsa yazıklar olsun o topluma’ diyor. Sineklidağ, bir terörün, bir baskının, bir kasıp kavurmanın etkisi altındadır. Toplum sessizdir. Hiçbir birey tek başına ya da bir araya gelerek onları sömüren gece kondu ağalarına karşı baş kaldıramaz. ‘Gelsin de bizi kurtarsın’ diye bir kahraman aramaktadır, hep birlerini beklemektedirler. Ne mutlu ki, bir kahraman buluyorlar. O kahraman da ‘kahramanlık kimliğini’ üzerine zorla giymiş olan Ali’dir. Hapishane de geçirdiği dönemde hapishane hayatından bunu zorunlu olarak öğrenmiştir. Ayağı suya ermiş ve böyle olmak gerektiğine inanmış ve Ali şimdi o rolü oynuyor. O rolü oynuyor ama yüreği öyle mi acaba? Yüreği öyle değil ama o sosyolojik rolü oynamak zorunda. SDK - Ve Ali kurban durumuna düşüyor… Bülent Arın - Ve sonunda, kendisini omuzlarda alkışlarla karşılayan halkın gözü önünde elini kana bulamak zorunda kalıyor ve sonuçta tabii ki kurban oluyor. SDK – Pop starlaşmaya doğru giden ve şimdi bulunduğumuz noktaya gelen toplumun, ilk ‘pop starlaşma kıvılcımlarını’ o dönemlerde görmeye başlıyoruz gibi geliyor. Bülent Arın – Sınıf atlama çabasının yoğunlaştığı ve Türkiye’nin genel olarak bir ‘Küçük Amerika’ olma yolunda özendirildiği yıllar. Bir topluma, ‘işte Amerika gibi olacağız, İngiltere gibi olacağız’ tarzında bir model sunulduğunda, bu süreç sonucunda ‘özenmenin’ bizi getireceği noktaya işaret ediyor. Baştaki yönetim, politik yapılanma halkı bu modele doğru özendirmeye başlarsa, halktan oy sağlama potansiyelini bu modele göre hesaplamaya kalkarsa ve dış ilişkilerini bu modele göre ayarlamaya çalışırsa toplum ne yapsın. İster istemez medyasıyla, moda anlayışıyla tüketimiyle farkında olmaksızın o tarafa doğru yavaş yavaş kayacaktır. SDK - Acaba farkında olmaksızın mı? Bülent Arın - Farkında olanlar, durumu eleştirerek gitmeyebilir veya eleştirmeden kabul ederek sunulan o model doğru yönelebilirler. Genel olarak, toplumlar durumun farkında olmadan o yöne doğru sürüklenirler. SDK – Biz bunu, sosyete hocasından aldığı derslerle Zilha’da çok güzel görüyoruz. Bülent Arın – Ali’nin toplumsal zorunluluklarla giyindiği sosyolojik rolle, kendi yüreği arasındaki çelişki Zilha’da da vardır. Zilha’nın oyunun dramatik akışı gereği bir başka toplumsal yapının içine çekilmiştir. Tabii ki zorla olmamıştır. Çünkü bu Zilha’nın içinde de vardır. Yaşadığı ortamdan bıkmıştır. Kendisinin bir bataklıkta solup gittiğine inanmaktadır. Kaderine küfretmektedir, alın yazısını karşı çıkmak istemektedir, hayatını değiştirmek istemektedir, rüyalarında hayallerindeki ‘bir beyaz atlı prensin’ gelip onu bu bataklıktan kurtarmasını beklemektedir, böyle bir özlemi vardır. Oyunun ilk sözü, ‘Kraliçe Süreyya bir kontun yatında fink atıyormuş’ okuduğu haber bu. Yorumu da şu ‘oh, ben olsam ben de yapardım’. O içinde yaşadığı toplum, o varoş kültürü içinde artık Zilha ne köylü, ne de kentlidir. Bambaşka bir şeydir. Köylülüğünü kaybetmiştir, kentli de olamamıştır. İki arada bir yerde sıkışmıştır. Dolayısıyla bulunduğu yerden daha üst düzeyde bir yerlere sıçramak çabaları, hayalleri olacaktır. ‘Ben burada solup gidiyorum, sizlerden neyim eksik, ben de ataşlıyım, benim de belim ince sizin kadar, ben de güzelim, ben de gencim, benim aşka, benim sevilmeye ihtiyacım yok mu’ diye söylenir. ‘Birisi çıksa da gelse beni buralardan kurtarsa’ diye hayaller kuruyordur. Oyunun kurgusu gereği, birisi bir başka nedenden dolayı Zilha’yı alır ve bulunduğu kültürel yapıdan başka bir kültürel yapıya sıçratır. Tabii sıçradığı zaman da Zilha tepe üstü düşer. Çünkü kültür; Zilha için yaşanarak, seçilerek, sindirilerek, kazanılmış, hazmedilmiş bir olgu olmamıştır. Birden bire başka bir yapı içinde onlara özenmeye, onlara benzemeye çalışan tuhaf, garip bir yapıya dönüşmüştür. O yapı hem kendi kültürü içinde komiktir hem de eski kültürüne döndüğünde komiktir. Bir türlü toplumsal uzlaşmayı sağlayamaz. Çünkü onun özendiği bu kültür, kanından, canından, yaşamından üretilmiş bir kültür değildir. SDK – Yani, kültür pahalı kıyafetler satın alınarak kazanılacak bir şey değildir. Bülent Arın - Olmuyor işte. Çok moda, çok pahalı kıyafetler giymek insanı o kültürün adamı yapmaz. Özenti kültür, iğreti kıyafetler gibi adamın üzerinden dökülür, sırıtır, sonuçta gülünç olur. Fransız yazar Mollier’in ‘Gülünç Kibarları’, burjuvanın aristokrasiye özenmesinden kaynaklanan gülünçlüğü konu alır. Burada da öyle bir şey vardır. Köyden getirdiği kültürü kente taşıyamamış, kentin sınırları arasında sıkışıp kalmıştır. Sonuçta, Zilha özenti olarak taklit etmeye çalıştığı ve yabancısı olduğu kültürle komik olmaktadır. Ali ile Zilha giyindikleri, daha doğrusu toplumun onlara giydirdiği bu komik, gülünç durumdan ancak kendi dilleri ile anlaşmaya başladıkları zaman kurtulabiliyorlar. Aşkları depreşiyor, çünkü kendileri oluyorlar. Türk Tiyatrosu’nun büyük ustası Haldun Taner, zengin alt okumalarıyla, Keşanlı Ali Destanı’nda gerçekten çok şey anlatıyor. SDK – Sonuç olarak, oyun çok ciddi bir sistem eleştirisi getiriyor diye düşünüyorum. Bülent Arın – Oyunda çok ciddi bir sistem eleştirisi var. Temel olarak şunları söyleyebiliriz. Birey ve toplum eleştirisinde; bireyin toplumla ve bireyin diğer oyun kişileri arasındaki ilişkisi ister istemez bir eleştiri getiriyor. Buna ek olarak, toplumun insan tarafından uzak açıyla bakıldığında, değerlendirildiğinde yaptığı eleştiriyi de görüyoruz. Bunun sonucunda, anlıyoruz ki, bu insanlar böyle bir toplumsal yapıda böyle olmaya zorlanmaktadırlar. Dolayısıyla insan kötüyse onun kötülüğünü genetiğinde mi aramak lazım yoksa sosyolojik yapıda mı aramak lazım. Yani, sosyo - politik örgütlenmede mi aramak lazım. Bu tip sorular akla getiriliyor bu oyunda. Oyunun zenginliği de buradan geliyor. Söze, Sineklidağ efsanesine adını veren Keşanlı Ali’yle ve hem kanlısı, hem de yavuklusu olan Zilha’nın aşkı ile başladık. Sonra, varoşlarda yaşayan küçük insanların yaşam savaşları, birey toplum ilişkisi derken, tohumları bundan 40 yıl önce atılmış olan ‘küçük Amerika olma’ özleminin, toplumu bugün getirdiği noktayı gördük. Günümüzde altın çağını yaşayan ‘pop starlaşma’ sürecinin 40 yıl önce toplumu nasıl ‘zehirlemeye’ başladığına tanık olduk. Küçük bir Türkiye profili çizen Sineklidağ’ın ve buna bağlı olarak yan hikayelerle beslenen ibretlik öyküsü, başka toplumlara özenme uğruna kendi değerlerine sırt çeviren bir toplumun hikayesini konu eder. Toplum içersinde birey olma ‘sıkıntısını’, yine toplumun kendilerine giydirdiği kimlikler üzerinden aşmaya çalışan Ali ve Zilha’nın kendilerini bulma öyküsünde ibret alınacak çok şey var. Ekim ayında, İzmir Devlet Tiyatrolarında sergilenmeye başlayacak olan Keşanlı Ali Destanı hakkında dilimiz döndüğünce, bir iki kelam edelim dedik. Sürç-ü lisan ettikse affola efendim. Nasıl derler, ‘az gittik uz gittik dere tepe düz gittik bir de baktık ki ancak bir arpa boyu yol gitmişiz’. Kıssadan hisse, ‘Son 40 yıldan beri, Sineklidağ cephesinde değişen yeni bir şey yok’. Türk Tiyatrosu’nun büyük ustası Haldun Taner’i bir kez daha sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |