Olgular görmezden gelindikleri için var olmaya son vermiyorlar. -Huxley |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu İtalyan usulü Spagetti Bolonez’den hatırı sayılı bir parçayı çatalının ucuna dolarken bir yandan da gözü beyaz camda, baştan aşağı kırmızılara bürünmüş kadına takılıyor. Bir an için Spagetti Bolonezle, kırmızılı kadın arasında gidip geliyor. Bol tereyağlı, kesinlikle şişmanlatan ve bir o kadar da baştan çıkarıcı görünen İtalyan usulü Spagetti Bolonez, kesinlikle galip geliyor. Kadın, Şeker Kız Candy’i anımsatan iri gözlerinden masumluk akan kırmızılının dans pistini kocaman gözleriyle tarayışını kaçırıyor. İştahla spagettiyi mideye indirirken, geniş ağızlı altın yaldızlı kadehe koyduğu beyaz şaraptan kocaman bir yudum alıyor. Kırmızlı kadına geri dönüyor. Keyifle gülümsüyor. 1950’ler olmalı. Çok güzel ve bir o kadar zarif genç bir Japon. Dans pisti. Muhtemelen bir dans yarışması. Bir adam, son dans için eş seçmelerini duyuruyor. Kırmızılı, belki de dans kraliçesi ve aynı zamanda filmin baş kahramanlarından biri. Çünkü üzerinde, bütün salon ayaklarının altından geçiyormuşcasına bir hava var. Spot ışığı dans pistinin çevresinde dolanırken olayı, kırmızı ipek saten tuvaletine bürünmüş iri gözlü kadınının gözlerinden izlediğimizi anlıyoruz. Işık, daire biçimindeki dans pistini ilkin soldan sağa, sonra da sağdan sola iki defa tararken ‘Eyvah, yakışıklı prensini bulamayacak’ endişeleri hasıl oluyor. Hatta, Spagetti Bolonezi soğutma pahasına. Ama endişeye mahal yok. Pistin kapısında, filmlerde daima olan ama gerçek hayatta asla olmayacak biçimde, Arthur Miller’ın ‘Satıcının Ölümü’ eserindeki ‘Willy’i anımsatan, elinde deri dosya çantasıyla ilaç reprezantı kılıklı bir adam giriyor. Smokinli beylerin aksine, modern zamanların iş dünyasında kaybolmuş gibi duruyor. Arthur Miller’ın ‘Satıcının Ölümü’ndeki Willy Loman karakterinden faklı olarak, genç ve yakışıklı. Tanrım, hem de ikisi bir arada diye düşündü kadın. Çatalına kocaman bir spagetti dolarken. Kırmızılının hesabına yakışıklı partnerler, benim hesabımı da Spagetti Bolonezler derken gülmekten kendini alamadı. Adamın Willy Loman karakterini anımsatan tek yönü, bir iş görüşmesine gider gibi dans salonunun kapısından girmesiydi. Taşıdığı havasıyla, çirkin kurbağadan yakışıklı prense direk geçiş yapması beklenen baş kahramandan çok, tencere pazarlamacılarını anımsatıyordu. Sanki, oraya yanlışlıkla ışınlanmış gibi. Tanrım, elinde deri dosya çantası, gri takım elbisesi ve kravatıyla insanı sıkıntıdan öldürebilir diye düşündü ve beyaz şaraptan kocaman bir yudum daha aldı. Birden külkedisi masalını anımsadı. Ama bu sefer roller tersine dönmüştü. Salonun orta yeri sinema der gibi kırmızılı kadın tam ortada durmuş, umutsuzca ruh eşini ararken Cinderella olması gereken satıcı da kapıda beliriyor. Vah, Cinderella vah. Ve korktuğu başına geldi. Koca castta (burada, filmdeki bütün erkek oyuncu ve hatta figüranlar kastediliyor) kimse kalmamış gibi kırmızlı kadın (hadi ismi, Londra’da tanıdığı Japon arkadaşının anısına Kieko olsun) gidip satıcıyı seçti. Bu arada, ‘masallarda ve romantik filmlerde, kadınların akıllı değil güzel olması tek ve yeterli koşuldur ’ kuralını unuttuğunu fark etti. Halbuki, sol taraftaki smokinli çocuk hiç de fena değildi diye düşündü. Böylelikle, Kieko’nun kadınla aynı fikirde olmadığı ortaya çıktı. Ve büyülü an. Tepeden tırnağa ipek satenlere bulanmış, iri gözlerinden masumluk akan kadın konuştu. Filmin, büyünün ve kadının hayallerinin kırıldığı an. Ölüm sessizliğinin ardından, büyülü aynalar odasındaki binlerce ayna, büyük bir şangırtıyla tuzla buz oldu. Kieko çok kötü bir aksanla ‘Shall we dance’ diye sordu. Ah, sen ne yaptın Kieko? Geceyi, büyüyü, spagetti bolonezi ve düşleri mahvettin. Ama, satıcı kılıklı adam ve Kieko kadına aldırmadı. Modern zamanlardaki kadının düşlerinin katledildiğinden habersiz, dans pistine uçarcasına ilerlediler. Efsanevi ‘Shall We Dance?’ (Benimle dans eder misin?) müziğinin eşliğinde, dans pistinde vals yaparak dönmeye başladılar. Bu arada başka bir çift, zamanın farklı bir noktasında 1937 yılında, bütün enerjilerini toplamışlar aynı müzik eşliğinde dans ediyorlar. Ama onların dans edişi gerçekten görülmeye değer. Çünkü adları Fred Astaire ve Ginger Rogers, müziği ise tüm zamanların en büyük bestecilerinden George Gershwin bestelemiş. Benimle Dans Eder misin? filminin karelerinde hala aynı canlılık ve enerjiyle dans edilen bu kült filminin yönetmenliğini Mark Sandrich yapmıştı. Müzikten mi yoksa şaraptan mı sersemlediği belli değil, beyaz cama bir kez daha baktı. Shall We Dance’ın romantizminden, aynı müzik eşliğinde pistte uçarcasına dans eden Japon çifte ve tencere satıcısı kılıklı adama doğru kaydı. Birden, genç adamın ona neden Arthur Miller’ı ve ‘Satıcının Ölümü’ oyunundaki Willy Loman’ı anımsattığını düşündü. Genç, sağlıklı ve yakışıklı Japon’un tükenmiş, resmen tüketilmiş ve yolun sonuna gelmiş 60 yaşındaki Brooklyn’li Willy ile ne ilgisi olabilirdi? Arthur Miller’ın ilk defa, 1949’da New York’ta sahnelenen ve aynı yıl Pulitzer Ödülünü alan oyununda, Amerikan rüyası ve tüketim toplumunun yüzeysel başarıya verdiği önem, kolayca tüketilen insan hayatları üzerinden sorgulanıyordu. İyi de, bütün bunlardan bize ne? Bunun, hal ve gidişten an azından pekiyi alması gereken masum yüzlü Japon’umuzla ne ilgisi var diye düşündü tekrar. 1940’lardan günümüze o kadar çok şey değişti ki diye sızlandı. Ama birden ortaya çıkan rahatsız edici, sırnaşık bir ses, nerden çıktığı bilinmeyen kahrolası bir iç ses ‘sen öyle san’ dedi. Kısaca. ‘O zaman da vardı. Ama görmezden gelmek işinize geldiği için daima görmemezlikten gelmeyi tercih ediyorsunuz. Birilerinin gerçekleri, gözünüze gözünüze sokmasını bekliyor, boy aynasında size tutulanları hazmedemeyince de adamı ipe çekiyorsunuz. Tıpkı Arthur Miller’a yaptığınız gibi’ dedi. ‘Benim bir şey yaptığım filan yok’ dedi kadın. ‘Kes sesini’. Eni konu kızmıştı. Şunun şurasında, basit bir akşam geçirmek istemişti. Biraz beyaz şarap, çok nadiren yaptığı ve sevdiği bir yemeği aptal kutusunun karşısında keyifle yemek. Basitçe, kendini birazcık şımartmak. O kadar. Beklediği Yunan trajedisi filan değil. Felsefi çözümlemeler ise hiç değil. Yapışkan bir sineği kovalarcasına, rahatsız edici düşünceleri zihninden kovmaya çalıştı ama bir kere takılmıştı. Neden? Amerikan Rüyasında boğulan, tüketme çılgınlığına kendini kaptırmış ve sadece yüzeysel başarıların yüceltildiği bir toplumda, bir kimliği olduğunu hatırlatmaya çalışan Willy Loman ile satıcı kılıklı adam arasında nasıl bir bağ olabilirdi. Arthur Miller’ın kaleme aldığı eserleri için ne dediğini anımsamaya çalıştı. ‘Trajedi, ancak insanın iç dünyası varsa olabilir. Benim amacım toplumu yıkmak değil, onu ahlak yoluyla yeniden kurmaktır. Ben, insanın düşünen ve duyan bir varlık olduğunu hesaba katarak iki şey arasında denge kurmaya çalıştım. Burada, kurulu düzen ile özgürlük arasında bir savaşım söz konusu.’ Gri takımlarıyla, zarif insanlarla donatılmış resimde, ‘punctum’ noktası gibi duran aykırı Japon’a alıcı gözle bir daha baktı. Birden, onun Willy Loman’ın aksine, ortamın kurallarını zorladığını sezinledi. Uygunsuz kıyafeti ve tavrıyla, üstüne üstlük Kieko tarafından seçilmiş olmanın verdiği ayrıcalıkla, bizim satıcı kılıklı, bütün Willy’lerin nezdinde partiyi kazanmış görünüyordu. Ne yazık ki, keşfetmenin verdiği dayanılmaz hafifliği yaşamasına izin verilmedi. Fısıl fısıl bir şeyler, yavaştan kulağını kemirdi. Israrcı bir tonda devam etti. ‘Sorunun cevabını bu kadar kolay bulduğundan emin misin? Dördüncü sınıf amatör dedektifler gibi davranmaktan vazgeç ve olayı bütünüyle görmeyi dene. Madalyonun bir de öteki yüzü var. İçinde seni usul kemiren hafif bir rahatsızlık duygusu yok mu? Çünkü, burada bir şeylerin suyu çıkarılıyor. Günümüzde, en kolay tüketilen şeylerin başında yaldızlı kağıtlara paketlenmiş olarak satışa sunulan ‘aşk’ teması gelir. Bir kere, asla bayatlamaz ve modası geçmez. İkincisi, her döneme ve her kültüre istediğin gibi uyarlayabilirsin. Konu hep aynı bayat numaradır ama özünden gelen garip bir çekicilik insanların bu gerçeği görmesini engelleyerek sanki ilk defa duyuyorlarmış gibi dinlemelerine neden olur. Dolayısıyla, daima pazarlanabilecek ideal bir ürün var elinde. Suyunu çıkarana kadar pazarlayabilirsin. Kimse bir şey anlamaz. Burada da öyle. Adamlar işin suyunu çıkarmışlar. İçin için seni rahatsız eden de o.’ ‘Hadi be, sen de’ dedi kadın. Zırvalık. Daha fazla dinlemek istemediğine karar vererek, içkisinin ve spagettisinin başına döndü. Beyaz camdan yükselen sese kulak verdi. Ne güzel çalıyordu. ‘Shall We Dance?’ (Benimle Dans Eder misin?) Kuğu zarafetiyle dans eden çifte baktı. İyi de sanki bir şeyler eksik. Tamam, ruh yok. ‘Kral ve Ben’ filminin televizyon için çekilen serisinde, Yul Brynner ve Samantha Eggar da aynı müzik eşliğinde dans pistinde dönmüşler ama hiç olmazsa onlar, müziğin ve dansın hakkını vermişlerdi. (Bakınız, ‘The King and I’) Müzik, sinemaya dört defa aktarılmış ve bir de TV serisi çekilmiş olan o ünlü öyküyü anımsattı. Bütün öykü, asıl adı Anna Leonowens olan bir İngiliz mürebbiyenin, Siyam Kralı’nın çocuklarına İngilizce öğretmek için 1870’de Siyam Sarayına gidişi ve burada üç yıl geçirdikten sonra anılarını ‘Siyam Sarayında İngiliz Mürebbiye’ ve ‘Haremin Romantizmi’ adlı iki kitapta toplamasına dayanır. Daha sonra, bu kitaplardan ilham alan Margaret Langdon iki kitabı birleştirerek 1944’de ‘Anna and the King of Siam’ isimli kitabı yayınladı ve bu kitap senaryolaştırılarak, defalarca sinemaya aktarıldı. Mesela, Eylül 1972’de CBS Televizyonu için çekilen dizi film, yayınlandığı dönemde bütün dünyada büyük ilgi toplamıştı. Filmde, Yul Brynner Siyam Kralı Mongkut’u ve Samantha Eggar’ı ise İngiliz mürebbiyeyi canlandırıyordu. Sinemaya dört kez aktarılan film ilk defa, John Cromwell tarafından 1946 yılında, ‘Anna and the King’ adıyla beyaz perdeye yansımıştı. Siyah beyaz çekilen filmin başrollerini Rex Harrison ve İrene Dunne paylaşmıştı. Daha sonra, 1956 yılında ‘The King and I’ adıyla, bu sefer renkli olarak Walter Lang’ın yönetiminde bir Broadway Müzikali olarak karşımıza çıktı. Filmin başrollerini Yul Brynner ve Deborah Kerr paylaşmışlardı. Canlandırdığı Siyam Kralı Mongkut rolüyle Yul Brynner ilk önce izleyicilerin kalbini çalmış daha sonra da Oscar’ı kapmıştı. Özellikle, kraliyet mabeyin salonunda, Yul Brynner ve Deborah Kerr’in ‘Shall We Dance’ eşliğinde dönmeleri, sinema tarihinin unutulmaz dans sahnelerden biri oldu. 1999 yılında üçüncü kez ama bu sefer çizgi film olarak Warner Bross tarafından hazırlandı. Rıchard Rıch’in yönettiği bu nefis çizgi film 1999 Mart’ında gösterime çıktı. Aynı yıl, görkemli bir yapım olarak dördüncü kez, yönetmen Andy Tennant tarafından ‘Anna and the King’ adıyla çekildi. Filmde, mürebbiyeyi Jodie Foster, Siyam Kralını ise yakışıklı jön Yun Fat Chow canlandırmıştı. Her şey bir yana, Yul Brynner ve Deborah Kerr’in cazibesi hiç birinde yok diye düşündü kadın. Benim favorim onlar... Pistte yağ gibi kayan Yul Brynner ve Deborah Kerr’in hayalleri yavaş yavaş yerini, mutluluktan bayılmak üzere olan Japon çifte bıraktı. Ağzını açmadığı sürece inanılmaz zarif, tartışılmaz biçimde çok güzel, kırmızı saten elbiseli kadın ve satıcı, dünyanın merkezi kendileriymişçesine dans pistini tavaf etmeye başladılar. Ayaklarında görünmez kanatlar (bu sahneyi, kim bilir kaç bin defa prova ettiler) uçarcasına, vals yaparken bambaşka bir dünyaya ait olduklarını ilan edercesine muzaffer bir tavırla gülümsediler. Kieko ve satıcıdan salona yayılan neşe ve büyü diğer insanları da sardı. Şık gece elbiseleri ve smokinler içindeki saygın hanımefendiler ve beyefendiler, kendilerini valsin ve müziğin büyüsüne bıraktılar. Sahne mutluluk dolu bir geniş planla kararırken kadın spagettisinin üzerine eğildi. Kilo alacağı ve her kadının rüyası olan kırmızı ipek saten elbiseye giremeyeceği gerçeğine aldırış etmeden spagettinin keyfini çıkardı. Başını kaldırdığında birden kendini Çarlık Rusya’sında buldu. 1950’li yıllarda, Japonya’da (büyük ihtimal) Tokyo’da bir dans salonunda vals yapan Kieko ve satıcı mutluluk içinde pistte dönerken, 19 yüzyıl Rusya’sında Anton Çehov’un oyunlarından fırlamışçasına duran karakterler kadını sarstı. Spagettiye ve beyaz şaraba gösterdiği ilgiye ara vererek bütün dikkatini beyaz cama yöneltti. Bir yaz evi, ölesiye zarif ve vakur bir kadın. Belli ki asil. Evli, anne ve üstelik entelektüel kimliği ile saygı uyandırıyor. ‘Çehov’un Vişne Bahçesi ve Martı’sını anımsatan ne var bu filmde’ diye düşündü. Yulya Sergiyevna, yakası dantel işlemeli elbisesi ve zarif tavrıyla yaz evinin verandasında, aşk ve hayat üzerine genç bir adamla tartışıyor. (Tartışma kelimesi burada fikir alışverişi anlamında kullanılmıştır. Yoksa bizde olduğu gibi kimse birbirinin başını gözünü yarmaya kalkışmıyor, kayalar niyetine kelimeleri kullanmak pahasına olsa bile) Aşk konusunu manasız buluyor, Yulya Sergiyevna. Aldığı sıkı terbiyeden olsa gerek. Acaba, asil Beyaz Rus kadınlarının eğitimine doğdukları andan itibaren beşikte mi başlanıyordu. Yoksa, buna zaten gerek yok muydu. ‘Belki, sadece genetiktir’ diye düşündü gülümseyerek, geniş ağızlı altın yaldızlı şarap kadehine uzanırken. Şaraptan hafif çakırkeyif. ‘Hanımefendiler asla sarhoş olmaz. Onlar, sadece çakırkeyif olurlar’ dememiş miydi İngrid Bergman, Anastasia’da. Çar II. Nikola’nın en küçük kızı Grand Duchess Anastasia Nicolaievna Romanov, ailesinin servetine göz diken aç gözlü Beyaz Rus Generale (Yul Brynner)’a duyduğu tepkiyle. Öfkenin kırıntısı dahi yoktu bunları söylerken. Yüzünde hafif bir müstehzi ifade. O kadar. Soylu bir kadın asla kontrolünü yitirmezdi, çakırkeyif olsa bile. 1956 yılı yapımı Anatole Litvak’ın yönettiği ve İngrid Bergman’ın unutulmaz bir Anastasia portresi çizdiği film, sadece romantizmiyle değil söyledikleriyle de yüreklere kazınmıştı. İşte böyle diyordu Anastasia. Aile servetini ele geçirmek için pazarlanış tarzına, özellikle doğuştan kazanılmış yetilerin, aç gözlü bir general tarafından kendisine tekrar empoze edilme çabalarına tepkili, daha fazla dayanamamıştı. İşte böyle haddini bildirmişti. Çok zarif, vakur ama kesin bir ifadeyle. Tam o hassas çizgide yürüyordu. Yani, gerçekliğin köşeli sert ağzıyla, düşler ülkesinin naif yuvarlak sıcaklığı arasındaki o ince çizgide. Modern zamanlardaki kadın, düşün zincirinin ucunu tümden kaçırmış, elinde şarap kadehi, yüzünde aptal bir gülüş, arada bir yeni yetme liseliler gibi kikirdiyor, (tıpkı Anastasia’nın yaptığı gibi) ama kesinlikle hanım hanımcık oturuyor. Bu arada, gözü beyaz camda. Kim demiş, ‘Rus Edebiyatı, Gogol’un Paltosunun cebinden çıkmıştır’ diye. Hiç de değil. Anton Çehov’un yaz evlerinin verandalarında bütün zamanlara hakim ‘Zaman Lordları’ edasıyla salınan asil Rus Kadınlarının o büyüleyici havasından doğmuştur. İçinde yaz evi geçen hangi esere bakarsanız bakın, kıyısından köşesinden biraz Anton Çehov (1860-1904) kokar. Çehov’un o yıllanmış beyaz şarap tadındaki karakterleri, zamana meydan okurcasına, yıllandıkça daha naif, daha damıtılmış ve bir o kadar vazgeçilmez olurlar. Karakterler ve olaylar zarif biçimde eşyanın tabiatı gereği hikayenin ağırlık merkezine yerleştirilmiş kadınların çevresinde döner. Bu kadınlardan çevrelerine yayılan hüzün dolu mizah duygusu, işi melodram havasına sokmaya cüret eden karakterleri dizginler, tatlı bir edayla hizaya getirerek oyunun havasına sokar. Kurulan o hassas denge içinde, okuyucunun ve seyircinin tam olarak netleştiremediği ama yüreğine dokunan bir iç ritim yakalar. Ama bütün bunları, kendilerini fazla ön plana çıkarmadan, gayet zarif, olması gerektiği gibi işi oluruna bırakarak yaparlar. Ve her ne hikmetse, içinde Rusya’nın stepleri, yaz evleri ve asiller geçen her öyküye bir parça Çehov sinmiştir. Tüm Çehov oyunlarında olduğu gibi kadının başının belaya girmesi uzun sürmez. İşte, hizmetçiler hep bu anda sahneye girerler. Zaten hizmetçiler neden vardır, öyle değil mi? Burada da hizmetçi, üzerine düşen görevi hakkıyla yerine getirdi. Telaşla içeri girerek, Yulya Sergiyevna’ya , ‘Madam oğlunuz hasta’ dedi. İşte tam bu noktada, insanı taa ruhunun derinliklerinden kavrayan, hatta kalbini söküp çıkaran o vazgeçilmez Çehov dramlarının birinde olduğunu anladı. Bu öyküleri böylesine çekici kılan Çehov’un kadınları olmalı. Bin bir acı ile yüklenen, yüklendikleri acıyla beslenen, bir dramın kahramanı olmaktan neredeyse trajik biçimde memnun, yüzlerinde dünyanın tüm dertlerini ve kederlerini üstlenen bir ifade. Her biri dünyanın tüm acılarını zarif omuzlarına almaya hazır, kırılgan Japon bibloları gibi duruyor. Zaten, zarafetiyle insanı felç eden o kırılgan Japon bibloları da kadınları resmetmez mi? Farklı zamanlarda ve yerlerde, tamamıyla birbirlerinden habersiz, aynı temayı kendi üslubunca sahneleyen kadınların ortak yanı, kendilerine biçilen rolü eksiksiz yerine getirme telaşı değildir de nedir? Bundan sonrasının ne önemi var. Asil duygularla donatılmış Sergiyevna’ya artıdan annelik kutsallığı da eklenmiş. Sorgulamaktan vazgeçip, Çehov’un şiir gibi karakterlerine ve oyunun masalsı atmosferine kendini kaptırdı. Tabaktaki son spagetti parçası ve kadehteki bir iki damla şarapla birlikte, film tıpkı başladığı gibi şiir tadında bitti. Kırmızılı Kieko, hala Tokyo’da bir dans pistinde satıcıyla birlikte vals yaparken, zamanın farklı noktasında, Çarlık Rusya’sında, asil bir kadın hasta oğlunun tasasını çekiyor. Modern zamanlarda, başka bir kadın ise İngiltere’den getirdiği porselen takımda servis edilen İtalyan usulü Spagetti Bolonez’ine katık ettiği Türk Şarabını tüketirken, Amerikan ezgileri eşliğinde vals yapan Japon Kieko ve satıcıyı izliyor, öte yandan oğlunun yanı başında endişeyle bekleyen Rus Yulya Sergiyevna’nın derdine düşüyor. Yiyecekten nesnelere, görüntülerden seslere kadar ağır bombardıman altında kalan kadın şaraptan mıdır bilinmez. Çakırkeyif gülüyor. Ne önemi var? Belli belirsiz, içine düştüğü garip durumu tam manasıyla göremese bile, en azından sezgisel olarak kavrıyor. Üç kadın, üç ayrı zaman diliminde, kendilerine düşen rolleri sırtlarından kurulan taş bebekler misali üstlenirken bir şeyin ayrımına varıyor. Büyük bir senaryonun, önemsiz bir parçasında, milyarlarca figürandan biri olarak yer alırken, her biri sanki kainatın geleceği kendi ellerindeymişçesine oynadıkları rolleriyle, kendi yollarını çiziyor. Modern zamanlardaki kadın, altın yaldızlı şarap kadehini masanın üzerine bırakırken yüksek sesle sormadan edemiyor. ‘Ne dünya ama? Ve ne senaryo?’
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |