Bütün sanatlarda insanı şaşırtan bir yan vardır. -Alain |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Başarısız hükümetler, hayat pahalılığı, işsizlik, etkisiz ve yetkisiz yöneticiler, hortumcular, bunlara göz yumanlar derken bazılarının bu noktada direnci çabuk kırılır. Gerçekle hayal dünyasını ayıran ‘kıldan ince bıçaktan keskin’ o ince çizgi çabuk geçilir. Hayata karşı duruşlar pek sağlam olmayınca, deli olmak işten bile değildir. Ferhan Şensoy’un psiko-komik oyununun çıkış noktası da buradan kaynaklanıyor. Hani, ‘deli olmak, işten bile değil’ deriz ya. Oyun, bir insanın kırılma noktasından itibaren yaşadıklarını, aşama aşama geri dönüşlerle anlatıyor. ‘Beni Ben mi Delirttim?’ çok katmanlı bir oyun ve psikolojik çözümlemeleri neredeyse Sigmund Freud’u bile kıskandıracak kadar kıvrak bir inceliğe sahip. Oyunun yazarı Ferhan Şensoy ile oyunun çıkış noktasını, en az oyunun kendisi kadar ilginç olan yazılma sürecini, şizofren Ertaç ile aynı odada geçen sekiz ayı, Amsterdam’da bir barda Fransız bir aristokrat tarafından tasarlanan kostümleri ve Galatasaray Lisesi yıllarında, cebir hocası Mösyö Cartet’i delirten matematik sorusunu konuştuk. Hani derler ya 32 tekmili birden, bu oyun da aynen öyle, neredeyse her bir bölümünün kendine özel ayrı bir hikayesi var. SDK – Diğer oyunlarla karşılaştırıldığında sahnede farklı bir Ferhan Şensoy var değil mi? Ferhan Şensoy – Oyun, içinde bulunduğumuz şu anki Türkiye’de ‘artık ben de delirmek üzereyim’ diyen bir vatandaşın durumunu anlatıyor. Bu oyunun kökeni çok eskilere dayanıyor. Çocukluğuma kadar uzanan bir birikime. Rus edebiyatına meraklı bir çocuk olarak, Çarşamba Lisesi’nde okuyan arkadaşlarla birlikte Nikolai Gogol’un ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ oyununun farklı bir versiyonunu yapmıştım. Sonraları, aynı oyunda adı geçen hizmetçi Mavra Mavroviç’in bakış açısıyla hikayeyi yeniden ele aldım. Oyunun çıkış noktası, eserde yer alan bir satırlık replikti. ‘Mavra botlarımı getir’ cümlesinden yola çıkarak oyunu Mavra’nın gözünden tekrar anlattım. ‘Gogol Delisi’ bana, Kanada’da verilen ‘en iyi yabancı yazar’ ödülünü getirdi. Oyunda, Mavra’yı oynayan Monique Mercure ise en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Bunu, Çarşamba’da başlayan ve İstanbul, Galata’da intiharla biten şizofren bir kadının hikayesini anlatan ‘Afitap’ın Kocası İstanbul’ adlı kitap takip etti. Özellikle bu kitabı yazarken Bakırköy’de, şizofren hastaların kaldığı koğuşta bir stajım oldu. Mesela bir adam, ‘Ben Namık Kemal gibi şiir yazıyorum, okuyum mu ağabey diyor. Oku çocuğum diyorum. Karınca duası gibi bir yazı. Yazdığı şiiri okuyor bir de adres ve telefon numarası veriyor. Üsküdar’da evimiz var. Bizimkileri ara. Ben artık iyiyim, Namık Kemal gibi şiir yazıyorum, beni buradan çıkartsınlar’ diyor. Yani, benim şizofreni üzerine böyle bir hazırlığım ve birikimim zaten var. İşte, bütün bu birikimin üzerine ‘Beni Ben mi Delirttim’ yazıldı. Olay, tamamen bir tımarhanede geçiyor ama orada ince bir kurgu var ve bu seyirciye oyunun başında belirtilmiyor. Seyirci, Ferhan Şensoy, şimdi bize puset içinde Ferhangi Şeylerde olduğu gibi benzer bir şey anlatacak diye bekliyor. Hayır, ismim Kelami. Ben Ferhan Şensoy değilim. Bunu baştan belirtiyorum ama seyirci bir süre bunu anlamakta zorlanıyor. Metin, tıpkı laboratuar gibi. Çok farklı bir oyun. Seyircinin beklediği gibi değil. Arada komik skeçler var ve onlara alıştığı için gülüyor ama bunlar benim ‘ani geri dönüşlerle’ anımsadığım hatırlamalarım ve halüsünasyonum. Çünkü subay da, cebirci de, baba da, doktor da aynı adam. Aslında sadece bir doktor ve bir hemşire var fakat Kelami, onları görerek hep bu olayları hatırlıyor. Ama oyunun sonuna vardığınızda, bilmecenin parçaları yerine oturuyor. Doktorun üzerinde subay elbisesi var. Hemşire de Leyla’nın kıçı dışarıda hali. Yani bu oyun, çok incelikleri olan bir olay. SDK - Peki, oyunun çıkış noktası nasıl oldu? Ferhan Şensoy – AKP ezici bir şekilde iktidara geldiği dönemde, ben böyle bir sonuç beklemiyordum. Orada, şarap içmiş saz çalarken birden bire ‘Geldim 50 yaşıma, aklım geldi başıma’ diye sazla kendiliğinden bir şarkı yaptım. Bu benim, 50 yıldır aldatıldığımın hikayesiydi. İşte, 27 Mayıs darbesi, 12 Mart, 12 Eylül, askerler derken şarkının nakarat kısmı çıktı. ‘Bak, dikkat İsmet Paşa, şimdi çıkarız düze, Bak dikkat Cemal Paşa, şimdi çıkarız düze, Bak dikkat Kenan Paşa, Değmesin yağlı boya’ biçiminde, hep düze çıktığımızı varsayan bir şarkı. Fakat, aslında düze çıktığımız filan yok. Yani, son 50 yılda beni aldattınız diyen bir şarkı. Şarkıda, bir ülkenin tarihi görülüyor. Son varıldığı noktada da artık beni delirtecek duruma gelinmiş. Bu şarkı, bu oyunun çıkış noktası oldu. Delirmiş adam, tımarhanedeyiz. İşte, bu vatandaşı delirten şeyleri anlatıyoruz. Peki neden delirmiş bu adam? Okula gitmiş dayak yemiş, askerde dayak, karakolda falaka, işkence. Annesi deli, baba zır deli, sevgilisi deli, herkes deli zaten adamın etrafında. Yani adamı delirtmişler. Bir adamın hayatının nasıl mahvedildiğinin hikayesi bu. SDK – Bu arada Kelami ve arkadaşının politik bir tavrı da var. Cumhurbaşkanına ciddi ciddi mektup yazıyor. Irak’a gidip olaya derhal müdahale etmesi gerekiyor. Bu arada, George Bush çok güzel İngilizce konuşamıyor ama olsun. Ferhan Şensoy – Evet, yazar. Ben bunu tımarhanede çok gördüm. Cumhurbaşkanına, başbakana, maliye bakanına mektup yazıyor. Sonra, çöp sepetine posta kutusu zannederek mektubu buraya atıyor. Ardından da ‘Yazdım Cumhurbaşkanına’ deyip bir sigara yakıyor. Şizofren söylemi. ‘Yazdım Maliye Bakanına fakat cevap vermedi’ diyor. Sonra pijamayla oturmuş, simit yiyor. Siyasilere filan küçük ismiyle hitap eder. Aradım, Tayyip’e söyledim ‘Şunları düzelt, ben seni yine ararım’ dedim diyen var. Kendini başbakan, cumhurbaşkanı zanneden var. Bunlar şizofrenin ilerlemiş hali. Mesela babamın Çarşamba’da bir dönem belediye başkanlığı yaptığı dönemde, Çarşamba’dan giderek, Bakırköy’e yatmış olan Çarşambalı bir hastadan bize mektup gelirdi. Mektubun üzerinde resmi görülmüştür damgasıyla birlikte. Babam, mektupları açmadan yırtar atardı. Şizofren olmadan önce Cemil Bey diye başlayan mektuplar zamanla Cemil Ağabey’e, dönüştü. Şizofren olduktan sonra, ‘Cemil, Eşref’e de yazdım. Bunları hemen düzelt’ diye emreden mektuplar gelmeye başladı. Babama emir filan veriyor, artık kim sanıyorsa kendisini. Ben daha çocuğum. Yazarlık filan düşündüğüm yok. Mektubun içinde neler yazılı hem çok merak ediyor hem de müthiş eğleniyorum. Bana çok komik geliyordu. SDK - Şizofren Kelami’nin ilginç bir mantık dizgesi var sanki. Olayları anlatırken, sebep sonuç ilişkilerini kurarken ilginç bir düşünce dizgesi takip ediyor. Oyun ilerledikçe, bu giderek daha da renkli bir hal alıyor değil mi? Ferhan Şensoy - Oyunda, şizofren söylemi var. Bunun Tıpta karşılığı ‘laf salatası’ olarak geçer. Konuşurken bir yerden bir yere zıplar, bir konudan başka bir konuya geçer ama onun kendi içinde özel bir mantığı vardır. Genel anlamda, bir mantığı yoktur aslında. Beyinde bir sarsıntı bu, gidip gelmeler var. Lafta, daldan dala konuyor. Paranoyanın teşhisi de buradan başlıyor. Şöyle geçiyor daldan dala. ‘Askerlik saçma bir şeydir. Hiçbir genç kızın başına gelmez. Örneğin Leyla’nın hiç askerlik sorunu olmamıştır. Niçin askerde karavanayı sürekli Kelami taşıyor? Kelami olmasa Türk Silahlı Kuvvetlerinin durumu ne olacak? Leyla sevgilim.’ Aslında çok da bağlantısız değil. Daha önce anlattı Leyla’yı. Cümle sıralarında bir karışıklık var. Çünkü beyninde böyle gidip gelmeler oluyor. Eğer elektro şok yemişse daha fena, çünkü hemen paranoid, paranoya, şizofreniye dönüşüyor. Ondan sonra daha kopukluklar başlıyor. İkinci perde daha acayip. Mesela ‘Timbuktu’nun ortasından akıyor ırmak’. Ama aynen böyle bir söylem. Oyunun ilk prömiyerini Eskişehir’de doktorlara yaptığımızda, çok şaşırdılar. Daha sonra, bana ‘siz nasıl oluyor da olayı bu kadar iyi biliyorsunuz’ diye sordular. Gogol Delisi, Gogol, Afitap derken, benim Bakırköy’de şizofren hastaları uzun süreli incelemem sonunda edindiğim bilgi birikimi bu. Ben şizofreni çok iyi tanıyorum. Konuyu biliyorum çünkü. Şizofrende öyledir. Kelami ilk sahnelerde, kızla tanıştığında o kadar ‘zır’ değil o, daha paranoid. Askerde, giderek paranoyaya dönüşüyor. Dayak yiyor, düşman askerlerinden korkuyor. Daha sonra, askerden dönüyor, garson olduğu yerde çatalı müşterinin eline saplıyor ve artık şizofren. Orada tıbbi bir sıralama var. Paranoid, paranoyak ve son safhaya gelindiğinde şizofren. Mesela, ikinci perdede hatırladığı olaylar da giderek daha manyak şeyler olmaya başlıyor. Oyunda, dramatik kurguyu veren de bu tıbbi sıralama ve incelikli olay örgüsü. SDK - Oyunda hikaye edilenler, o kadar canlı ve samimi ki, sanki olaylarda bir tanıklık etme duygusu var gibi sezinliyorum. Ferhan Şensoy – Evet, çünkü ben bu sıralamayı birebir yaşadım. Benim, ‘Kazancı Yokuşu’ romanında bahsettiğim bir sevgilim vardı. Romanda, televizyonda reklamlara çıkan bir çocuk anlatılıyor, o benim; bizim eve gidip gelen kız da benim sevgilim. Onun bir şizofren erkek kardeşi vardı, Ertaç diye. 1976 -77’de sekiz ay benim evimde kaldı. Kazancı Yokuşundaki evde küçük bir oda vardı, orada kalıyordu. Sonra bana ‘Bu oda bana küçük geliyor. Sen salonda yatıyorsun. Ben de salonda kalacağım. Burada resim yapacağım’ dedi ve salonda kalmaya başladı. Ev möbleli, orada eski bir pikap ve Borodin’in çok çizilmiş bir plağı vardı. 33 devirli bir long playdi. Ertaç, en çok da plağın takılan yerini seviyordu. Devamlı orayı çalıyor. Evim benim yazıhanem. Orada çalışıyor, yazılarımı orada yazıyorum. Tamam dedim olmayacak. Ona ilk teşhisi ben koydum. Aldım doktora götürdüm. Doktora, Paranoid değil mi dedim. Doktor nasıl anladınız diye sordu. Ertaç, iki defa akıl hasta hanesine yattı. Gittim çıkardım. Çünkü, ona elektro şok yapmalarını istemedim. Vicdanım el vermedi. Olaya insanca yaklaştım. Ne istiyorsun diye sordum. Resim yapmak mı? Boyaları aldım, al resim yap dedim. Bu, onun için bir tür rehabilitasyon. Bütün gün evde resim yapıyordu. En çok da kırmızıyı kullanıyor. Kırmızı çabuk bitti. Bakırköy’de de aynı kırmızı merakı vardı. Mesela, bizim oyunda her sahnede mutlaka kırmızı olan bir yer vardır. Arkadan gelen ışık da kırmızı. Benim bir nazarlığım var kurdelesi kırmızı. Ben bu oyunda, biraz da Ertaç’ı oynuyorum. SDK – Hakikaten kadının kıpkırmızı bir kostümü vardı ve yine kırmızı çok abartılı bir şapka. Gerçekten kostümler çok ilginç. Ferhan Şensoy – Hikayesi de öyle. Bu oyunu yazarken, Ferhangi Şeyleri oynamak için turneye Hollanda’ya Amsterdam’a gitmiştim. Bazı oyunları yazarken ben ilk önce deftere yazarım daha sonra oradan tekrar temize çekerim. Bu oyunun da ilk perdesini zaten yazmıştım. Bir yandan kafelerde oturup bu oyunu yazıyorum bir yandan da Hollanda’nın çeşitli şehirlerinde Ferhangi Şeyleri sahneliyorum. Orada 15 gün kadar kaldım. Ferhangi Şeylerden fırsat buldukça tiyatroya filan gidiyordum. Mesela bir oyun seyrettim, çok beğendim. Kostümleri çok çarpıcıydı. Orada, tiyatro sanatçılarının devam ettiği ve benim de Amsterdam’a gittiğimde devamlı uğradığım bir bar var. Oyun çıkışında bütün tiyatro sanatçıları, dekoratörler, kostüm tasarımcıları oraya gider. Orada bir genç kızla tanıştım. Sohbet ederken, oyunun kostümlerini onun yaptığını öğrendim. Fransızca konuşan, şatolardan gelen aristokrat bir ailenin kızı. Solange den Vondel. Kostümleri çok beğendiğimi söyledim. Sonra arkadaş olduk. Bir oyun yazdığımdan bahsettim, benim oyunun kostümlerini hazırlar mısın dedim. ‘Oyunun kostümlerini ben hazırlarım, telif ücreti de istemem yalnız program dergisinde adımı geçir, yeter’ dedi. ‘Seni bir dükkana götüreceğim. Oradan istediğimiz bütün kostümleri alacağız. Diğer kullanılacak olan kostümleri de çizerim sen İstanbul’a gittiğinde yaptırırsın’ dedi. Leyla’nın kıçı dışarıda kıyafetini filan çizdi. Amsterdam’da palyaçolardan Shakespeare kostümlerine kadar bütün oyunların kostümlerinin satıldığı büyük bir mağaza var. Adamlar işi sanayi haline getirmişler. Orada, bizim giydiğimiz deli kostümünden sadece iki tane vardı. Birinin paçası geniş, diğerinin dar. Solange, ‘Bak, aradığımız deli kostümü. Bunları alacaksın’ dedi. Daha ben o sahneleri yazmamıştım. Kostümleri aldıktan sonra, oturdum paçanın birisi geniş, diğerinin dar durumu ile nasıl işenecek meselesini yazdım. Yani bu oyunun bazı bölümleri kostümler alındıktan sonra, yazıldı. Kadının kıpkırmızı elbisesini, Leyla’nın taktığı siyah beyaz peruğu hep oradan bulduk. Ben Amsterdam’dan iki bavul dolusu kostüm ve aksesuar ile döndüm. Kostümlerin de böyle hoş bir hikayesi var. SDK- Oyunda, kostüm kadar çok iyi düşünülmüş bir dekor var değil mi? Dekor yokmuş gibi duruyor ama orada çok ince düşünülmüş bir tasarım var sanki Ferhan Şensoy – Evet, aslında orada çok ince bir dekor var. Fakat yeterince sahne derinliği olmadığı için ışık ve gölgelerle ekranda yapmak istediğimiz şeyleri turnelerde maalesef gerçekleştiremiyoruz.. Ama bunu, İstanbul’da Ses Tiyatrosu’nun sahnesinde, yapıyoruz. Ekrana yansıyan o gölgelerle yapmak istediğimiz başka şeyler var. Arkadan ışıkları aynalar veriyoruz. Aynaları yerleştirdiğimiz açılarla ekranda karagöz perdesi gibi, aydınger kağıdında olduğu gibi özel görüntüler yakalıyoruz. Bunu yapmak için de 10 metrelik sahne derinliğine ihtiyaç var. Ayrıca, oyunda kullanılan bebek arabası özel bir anlam taşıyor. Kelami’yi daha çocukken dövmeye başlamışlar. ‘Dandini Kelami dandini’ diye. Oradan başlıyor hikaye. Ben sahneye girdiğimde puset içinde giriyorum. Zaten başından beri tımarhanedeyim. Doktor, hemşire, iğne, tam tımarhane atmosferi. Ama ben bunu söylemek istemiyorum ki. Bunu siz çözeceksiniz. Tımarhane olmayan sahnelerde, lokal ışıklarda da, puset ortada yok. Bebek arabasını çerçeveden çıkarıyorum, sahne kenarına alıyorum. Orada, öyle ince bir ayar var. Olay, çocukluğundan bebek arabasından itibaren başlıyor. Neden, Kelami hasta doğmuyor ki, kimse şizofren olarak doğmaz. Şizofren olduysa daha sonra edindiği bir hastalık bu. Daha çocukluğundan itibaren dayak yemesi, annesi ve babası ile olan ilişkisi. Annesinin bulduğu kız. Hepsi bir olup delirtiyorlar adamı. Her şey okulda yavaş yavaş başlıyor. SDK- Okul dediniz de, sınıf sahnesinde kara tahta önünde ispatladığınız cebir teoremi ile sadece matematikçiyi değil izleyiciyi de deli ediyorsunuz. Ferhan Şensoy – İşte, bu benim bulduğum Ferhan Şensoy teoremi. (Kahkahalar). Buna herkes çıldırıyor. 4’ü 2’ye eşitliyorum. Bu, bizim Galatasaray Lisesinde yaptığımız eski bir numaradır. Cebir hocamız Mösyö Cartet, iki gün delirdi. Olmaz böyle şey, diyerek tebeşirleri parçalayıp dersi yarıda kesip, bir sigara yakıp sınıftan çekti gitti. Sonra, tekrar geldi, baktı, çözemedi, deli oldu ve gitti. Ertesi gün, olayı çözmüş, ‘ne diyorsun sen be’ diyerek geldi ama ilk anda numarayı o da yemişti. Sonra çözdü tabii. Ama bir gün ve gece adam hiç uyumadı. Cebirciyi deli etmiştik. Burada, a ve b değerleri 2’ye eşit. (a-b) dediğimiz zaman zaten sıfır oluyor. Ama denklemleri, hızlı bir biçimde baştan sona doğru bir çırpıda çözüp değerleri sonunda yerleştirdiğinizde 4 eşittir 2 sonucunu buluyorsunuz. Tahtada çözdüğüm denklem baştan sona kadar kesinlikle doğru. Orada bir yanlışlık yok. Sadece değerleri, denklemin sonunda koyarsanız, 4=2 çıkıyor ama; değerleri işin başında koyarsanız sonuç sıfır. Oyunda, seyirci de ciddi ciddi geyik durumları oluyor. SDK – Sonra, oyunun müzikleri de çok ilginç. Ferhan Şensoy – Müzikler Vanina Michel’e ait. Benim Strasbourg’dan okul arkadaşım, sonra sevgilim. ‘Köşe Dönücü’ filminde beraber oynadığımız Fransız müzisyen, şarkıcı ve oyuncu. Bana değişik filmlere müzikler yaptı. Onun bana yaptığı ve kullanmadığım müzikleri vardı bende. Buraya, bir müzik lazımdı. Ona telefon ettim. Müziklerini kullanacağım dedim. Kullan dedi. Bana 25 müzik yapmıştı. Bunlardan 15’ini kullandım. SDK – ‘Beni Ben mi Yarattım’ değişen gündemle birlikte tazelenen bir oyun bu nedenle güncelliğini hiç yitirmiyor değil mi? Ferehan Şensoy – Oyunda, Elif Durdu ve Ali Çatalbaş ile birlikte oynuyoruz. Çok iyi oyuncular. Bu oyun çok farklı olduğu için başlangıçta, ‘Bu çok farklı bir metin, seyirci ne diyecek’ diyerek işe çok ürkerek baktılar. ‘Durun bakalım, laboratuara gidiyoruz’ dedim. Türkiye’nin değişen gündemiyle birlikte oyun sürekli yenileniyor. Başladığım günden beri oyunda tamirat yapıyorum. Zor bir metin. O an gündemde hangi konu varsa onunla ilgili göndermelerde yer alıyor. Mesela, Abdullah Gül çok iyi reaksiyon alıyor deyip, metin üzerinde düzeltmelere gidiyorum. Tabii, oyunun yazarı olmamın da bir avantajı var.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |