Şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır. -Chateaubriand |
|
||||||||||
|
Sivas’ta Yakılan Edebiyatçılara Adanan Bir Heykel: Cumhuriyet Güneşi Seval Deniz Karahaliloğlu Bir ülkedeki aydınlar, yazarlar, şairler, sanatçılar, bilim adamları o ülkenin olmazsa olmazları. Çünkü toplumun kültürel birikiminin ve yapılanmasının oluşumunda önemli bir yer tutan bu insanların yetişmesi de kolay olmuyor. Ya kara eller tarafından bir kalemde yakılmalarına ne demeli? Onları yakmak, bir ülkenin tarihini, kültürünü, sanatını, kimliğini yakmakla eş değer. Şair Behçet Sefa Aysan, Şair Metin Altıok, Yazar Asım Bezirci, Yönetmen Erdal Ayrancı, Karikatürist Asaf Koçak, Sanatçı Yeşim Özkan, Sanatçı Nurcan Şahin, Sanatçı Muhlis Akarsu, Sanatçı Murat Gündüz, Sanatçı Handan Metin, Sanatçı Ahmet Özyurt, Sanatçı Huriye Özkan, Sanatçı İnci Türk, Sanatçı Özlem Şahin, Sanatçı Yasemin Sivri, Sanatçı Asuman Sivri, Şair Uğur Kaynak, Sanatçı Sehergül Ateş, Sanatçı Gülender Akça, Sanatçı Gülsün Karababa, Sanatçı Mehmet Atay, Sanatçı Hasret Gültekin, Sanatçı Serkan Doğan, Sanatçı Muammer Çiçek, Sanatçı Belkıs Çakır, Sanatçı Menekşe Kaya, Sanatçı Serpil Çanik, Sanatçı Sait Metin, Sanatçı Nesimi Çimen ve daha nice sanatçı, yazar, şair ve karikatüristlerin bulunduğu bu liste, bir ölüm listesi. Anadolu’nun bereketli topraklarında yetişmiş ve yine o topraklardan beslenmiş aydınların yobazlar tarafından yakıldığı liste bu. Dizeleri, öyküleri, şiirleri, yüreklerinden damıttıklarıyla gönlümüze kazınanları, 2 Temmuz 1993 günü Madımak Otelinde kara bir el yakıverdi. Hem de Anadolu’nun bağrından çıkan ozan geleneğinden beslenen bir şehirde, Sivas’da, Madımak Otelin’de aydınlarımızı korkunç bir katliamda kaybettik. 2 Temmuz 1993 sadece Sivas için değil Türk Tarihi için de ‘kara bir leke’ olarak kalacak. Kara yürekli, kara elli yobazların yakarak yok etmeye çalıştığı şairler, yazarlar sonsuza kadar yüreklerimizde ve beyinlerimizde yaşayacak. Bir de taşa şiirler yazan heykel sanatçısı Malik Bulut’un yaptığı ve Madımak Otelinde yakılan aydınlara adanan ‘Cumhuriyet Güneşi’ Heykelinde. “Taşa şiirler yazan” heykel sanatçısı Malik Bulut’la edebiyata, yazın dünyasına, bütün şairler, yazarlar ve aydınlara adanan Cumhuriyet Güneşi üzerine konuştuk. Neden Cumhuriyet Güneşi? sorusuna Malik Bulut’un cevabı çok net. “Cumhuriyet Güneşi’ni özellikle Sivas’ta tasarladım. Çünkü Sivas Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı yer. Türkiye Cumhuriyet’inin kaderini belirleyen kararlar ‘Sivas Kongresiyle’ alınmıştır. Sivas’ın geçmişine baktığımızda, içinde güneşi ve ışığı taşıyan ozanlar ve aydınların bu kentte yetiştiğini görürüz. Pir Sultan Abdal gibi, Aşık Veysel gibi. Daha sonra, Cumhuriyet’in yetiştirdiği bu aydınların maalesef karanlık bir zihniyet tarafından Madımak Otelinde nasıl yakıldıklarına da tanık olduk.” Doğruyu söylemek gerekirse, yanıtın kısalığından olsa gerek hafif bir hayal kırıklığıyla doğal bir şekilde soruveriyorum. ‘Sadece bu kadar mı?’. Malik Bulut, gayet olgun bir tavırla hafiften gülümseyerek devam ediyor. “‘Cumhuriyet Güneşi’ heykeli, benim için Sivas'ı Sivas yapan bildiğim, duyduğum, inandığım bütün duyumlarımın bir bileşkesi olduğu için tasarlanmıştır. Neden özellikle ‘Cumhuriyet Güneşi’? Çünkü ismini Cumhuriyetin temelinin burada atılmasından alıyor. Sivas’a doğacak güneşin eğitimden geçeceğine inandığım için böyle bir isim koymayı uygun gördüm ve Cumhuriyet Üniversitesi kampüsüne yerleştirdim. Sivas’ın geçmişine baktığımızda, ülkemizin kurtuluş ve bağımsızlık güneşinin ilk kez Sivas’tan doğduğunu görüyoruz. Bu ışığı ilk taşıyan Mustafa Kemal'dir. Sivas, içinde ışık taşıyan ozanlar yetişmiştir ve yine aynı Sivas'ta 37 aydın, sanatçı, yazar, şair insanlık dışı bir şekilde acımasızca yakılmıştır. İşte, bu nedenle, ‘Cumhuriyet Güneşi’nin Sivas için çok anlamlı olduğunu düşünüyorum.” Biraz da heykelin yapısal özelliklerinden bahsedelim mi? “Cumhuriyet Güneşi’ni, 2006 Mayıs ayında, Sivas’ta Cumhuriyet Üniversitesi’nin düzenlediği, ‘2. Uluslararası Taş Heykel Sempozyumu’nda yaptım. Boyut olarak 3 metreyi bulan zincirlerden oluşan, yuvarlak ve içi boş formuyla, kendi içinde hareketli bir halkası olan ve bir kaide üzerinde yükselen bir heykel oldu. ‘Cumhuriyet Güneşi’, yöre taşı travertenden uygulanmıştır, toprağın rengini taşımakta ve yansıtmaktadır. İki parça blok taşın üst üste denge ile geçmesiyle kilitlenmiştir. Çapı 2 metreden oluşan dairenin zincirlerden tasarlanması, dört yanı düşman kuvvetlerince sarılmış ülkemizi temsil eder. Ortadaki boşluktan giren ışık ise güneşi, aydınlığı, Mustafa Kemal'i ve onun fikirlerini anlatır. En üstteki hareketli tek zincir halkası ise ilk kongrenin, ilk hareketin, ilk kıvılcımın Sivas’ta başlaması anlamına gelmektedir. ‘Cumhuriyet Güneşi’, Sivas’ı Sivas yapan bütün duyumlarımın bileşkesidir diyebiliriz. Travertenden yaptığım bu heykeli mermerden yapmayı isterdim. Çünkü materyal olarak kullandığım Travertenin olanakları projeyi biraz değişime uğrattı. Her taşın olanakları farklı. Yapılabilecek işlerin tasarımlarını, taşın yapısı sınırlayabiliyor. Heykelin mermerden olmasını çok isterdim. Çünkü mermerin suyu, yönü, karakteri ve bir kimliği vardır. En önemlisi mermerin bir ışığı, sesi ve tınısı vardır. Traverteni yontarken duymak istediğim bu sesleri maalesef duyamadım. Travertenin süngerimsi yapısı, taşı yontarken, darbelerin şiddetini yutuyor, müzik olarak sesini dışarı yansıtmıyor.” “Bu heykeli Cumhuriyet Üniversitesi’nde yaptınız. Peki, heykeli yontarken öğrencilerin tepkileri nasıldı?” Daha öğrenciler der demez, Malik Bulut’un yüzü aydınlanıyor, gözleri ışıl ışıl parlıyor. Öğrencilerin onda bıraktığı heyecanı görmemek imkansız. Öylesine sahici ve öylesine yoğun bir ifade var ki yüzünde. “’Cumhuriyet Güneşini’ yontarken üniversite öğrencilerinin ilgisi tek kelimeyle ‘müthişti’. Bütün öğrenciler etrafımı sardı. Bir teknik, herhangi bir teknik öğrenebilmek ve bir şeyler kapabilmek için heykel bitene kadar hepsi yanımdaydı. Heykel yontarken beni hiç yalnız bırakmadılar. Deneyimlerimden, öğrendiklerimden mümkün olduğu kadar çok bilgi kapmaya çalıştılar. Bu da beni çok heyecanlandırdı ve mutlu etti. Mesela, taşı yontarken öğrenciler de ellerine çekiç aldılar ve benimle birlikte yonttular. Tasarımı nasıl gerçekleştireceğimi göstermek için taşın üzerinde çizimler yaptım. Ve yamuk bir taştan kafamın içinde tasarladığım modeli taşa nasıl aktardığımı çizimlerle anlatarak göstermeye çalıştım. Bu sürede öğrencilerin de yontuya katılmalarını sağladım. Nasıl alet tutacaklarını, çekici nasıl kullanacaklarını, büyük bir parçanın küçük bir darbe ile daha az güç harcayarak nasıl kopartılacağını, kırılacağını gösterdim. Öğrenciler, heyecanla ellerinde çekiç adeta taş kırma yarışına girdiler. Sivas’ta Cumhuriyet Üniversitesi’nde çok heyecanlı, bilgiye aç, gözlerinde ışık yanan öğrencilerin olduğunu görmek çok güzel. Cumhuriyet Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı İlknur Okatan ve diğer hocalar, öğrenciler inanılmaz istekli, sanata aşık insanlar. Heykeli kendime göre bahçeye yerleştirdiğim sırada Dekan İlknur Okatan beni odasındaki penceresinden izliyormuş. Beni yukarıya çağırdı. Heykelden çok etkilendiğini söyledi. Odasının camından sürekli olarak, heykeli görebileceği için çok mutlu olacağını söylemesi beni de çok mutlu etti.’ “Biraz önce taşın çıkardığı sesten bahsettiniz Hakikaten bu ses bu kadar önemli mi?” Tek kelimeyle ‘Hem de nasıl’ diye yanıtlıyor sorumu ve başlıyor anlatmaya. Mesela, “Boğaziçi’ isimli heykeli yaparken taşa vurduğumda, taş çınlıyordu. Darbe bütün taşı dolaşıyor ve taşta çınlıyordu. Yontarken bu sesi hep dinler ve daima bu sesi ararım. Çünkü bu sese göre, bu sesin rehberliğinde heykeli yontarım. Taş beni heykeli yontarken sesiyle, tınısıyla, vurduğumda çıkardığı müzikle yönlendirir.” O zaman, hazır söz açılmışken ‘Boğaziçi’ heykeliyle devam edelim diyorum. “‘Boğaziçi’ heykelini tasarlamadan hemen önce, Uğur Kökden’in İstanbul'u anlatan ve Yapı Kredi Yayınlarından çıkan, ‘İstanbul Zamana Açılan Kapı’ isimli kitabını okuyordum. Kitap adeta sokaklar, yapılar, düşler arasında tarihin sayfalarını aralıyordu. ‘Boğaziçi’ heykelini tasarlarken, İstanbul'un çok renkliliğini de katmak gerektiğini düşünerek, iki yıldır kafamda dolaşan ve üzerinde tasarımlar kurguladığım zincirler projesinde yoğunlaştım. Sonuçta, bu zincirler ‘Boğaziçi’ ile hayata geçmiş oldu. İstanbul deyince aklımda karmaşa, kalabalık, çok kültürlülük, tarih, bağ gibi birçok anlam beliriyor ve bu kozmopolit oluşuma rağmen bir sistem, bir denge içerisinde hayat akıp gidiyor. Kültürler biri birlerine, tarihten bu yana bir zincirin halkası gibi bağlanıyorlar. ‘Boğaziçi’ iki denizi birbirine bağlayan ama aynı zamanda iki kıtayı da Asya’yı Avrupa’ya bağlayan bir konumundadır. Boğazın suları alt ve üst akıntıyla farklı yönlere aksalar da aynı sudur yine. Bu tasarım, Bizans'ın Haliç’e gerdiği zincire de gönderme özelliği taşımaktadır. Bu tasarım, hem bu kadar karmaşayı hem de dengeyi içinde barındırır. Kendi içersinde, hem tek parça hem çok parçalıdır ve hareketlidir. Ağırdır ama hafif görünür. Boğaziçi’nin içinden deniz geçer, ışık geçer, zaman geçer, aşk geçer.” “Uğur Kökden’in kitabından bahsediyordunuz” diyecek oluyorum. O da bana kitaptan bir bölüm aktarmak istiyor. “Evet, Uğur Kökden’in bu kitabı ‘Boğaziçi’ heykelini tasarlama aşamasında beni çok beslediği, zenginleştirdiği için ben de özel bir yeri var. Ve şimdi sizinle kitaptan bir bölümü paylaşmak istiyorum. ‘...bu sularla bu topraklarda, karalar karalara, denizler denizlere, bir anakara öbür anakaraya bağlanmış. İklimlerin, kavimlerin ve ticaret yollarının harman olduğu bir kavşak bu su boğazı. Savaş gemileri ve askerler burada toplanıp burada dağılıyorlar. Güçlü esintilerle görünmeyen yüzey ya da dip akıntıları, yine bu bölgede birbirine düğümlenip çözülüyor, çünkü bir kilit kent İstanbul. Cumhuriyetten öncekiler neredeyse bilinmiyor oysa, o "gümüş zincir" İstanbul'u ve Boğaziçi’ni yansıtan bir kültürü temsil ediyordu (Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Mehmet Akif, Halide Edip, Yahya Kemal ve ötekiler…) Daha öncekiler, yani "altın zincir'e" gelince, onlar da şu ana değin gelebilmiş mirası yazılan çizilen özenileni oluşturdu, biçimlendirdi, miras bıraktı. Nasıl, doğa önünde insanoğlu "olmazsa olmaz" bir saygı ve vefa borçluluğu içindeyse, benzer biçimde İstanbul önünde de orada oturmuş, orayı sevmiş, oraya bağlanmış herkesin gerçekleştirmek zorunda olduğu bir hesaplaşma var. Bir gönül borcu, bir sevgi vergisi. Tanrı armağanı bir doğaya karşı, özel bir sevgi vergisi. Hem iklime, hem tarihe, hem insana karşı.....’özellikle, Uğur Kökden'in kitabından okuduğum bu bölüm, beni inanılmaz etkiliyor. Sözün özü, ‘Boğaziçi’ heykeli, benim için İstanbul’a ve Boğaz’a duyduğum bir gönül borcu, bir sevgi, bir duygu eylemidir. Bütün bu duyguların bileşkesi geçmişi geleceğe bağlayan ‘taş bir zincirle’ ifade edilmiştir.” Öyle bir şaşırmışım ki ‘Taştan zincirler mi yapıyorsunuz?’ deyiverdim. Şaşkınlığım Malik Bulut’un hoşuna gitmiş olmalı ki, ‘taş zincir’ konusunu ‘Boğaziçi’ heykelinin yapısal özellikleri içinde anlatmaya koyuldu. “Evet, taştan bir zincirden bahsediyorum. Burada amacım kütleyi, boşluğu, parçalılığı ve hareketi bir arada kullanmaktı. Kendi içinde hem çok parçalı hem de hareketli bir heykel tasarladım. Aynı zamanda, kütlesel özelliği, yani kütlenin gücünü de vermeye çalıştım. Heykeldeki boşluk etkisini de hesaba katmak gerekiyor. Heykelin boşluktaki gücü ve boşluğun heykel üzerindeki etkisi var. Boğaziçi, Avrupa ve Asya yakasını, iki yakayı birbirine bağlayan ‘zincirler’ tasarladım. Bu işte çok anlamlılık var. Bu tasarım aynı zamanda, boğazın iki denizi birbirine bağlamasını da anlatıyor. Boğazdaki alt ve üst akıntıyı, hareketliliği, ‘zincirlerdeki hareketlilikle’ anlamlandırabiliyoruz. Bu zincirlerin birbirlerine bağlanarak bir bütünlük oluşturması İstanbul’daki çok renkli mozaiği çağrıştırabiliyor. Ve aynı zamanda bu ‘zincirler’ İstanbul’un fethinde Bizanslıların Haliç’e gerdiği zincire de bir gönderme özelliği de taşıyor.” “Peki, bu zincir merakı nereden çıktı?” Ben bir kere ‘zincirlere’ takıldım ya, illa ki öğreneceğim. Malik Bulut biraz düşünüyor ve tek kelimeyle ‘çocukluğumdan’ diyor. “Ustam heykeltıraş Mehmet Aksoy ile çalışırken, ona ‘taştan zincirler yapmak istiyorum’ demiştim. O da bana ‘sen delisin, yaparsın’ demişti. Mehmet Aksoy’un yanında asistan olarak çalıştığım dönemde, ‘zincirlere’ ilişkin maketler yaptım ama çok yoğun çalıştığımız için tasarladığım ‘zincir maketlerini’ gerçekleştirecek vaktim olmadı. Ama atölyemi kurduktan sonra, düşündüğüm projeleri hayata geçirmeye başladım. O kadar kendi heykelimi yapamamanın verdiği hırs ve birikimle doluydum ki, düşündüğüm ve gerçekleştiremediğim her projenin heykelini yapmaya başladım. Birden aklıma çocukluğumda ‘o çam ağaçlarının iğne yapraklarından yaptığım zincirler’ aklıma geldi. O zamanki oyunlarımdan biriydi. Herkes soruyor ‘bu zincirler nerden aklına geldi?’ diye. Ben de bu ‘zincir’ tutkusunun temellerinin, çocukluk dönemlerinde ‘çam ağaçlarının iğne yapraklarıyla’ oynarken atıldığını düşünüyorum.” “Biraz önce, Uğur Kökden’in İstanbul’u anlatan kitabından yola çıkarak yaptığınız ‘Boğaziçi’ heykelinden bahsettik. Bu edebiyat merakı sadece ‘Boğaziçi’ heykeliyle mi sınırlı yoksa başka yazarlar ve şairlerin eserlerinden yola çıkarak yaptığınız heykelleriniz var mı?” Malik Bulut bir an düşünüyor ve ‘İçimdeki Yabancı’ ve ‘Sınır’ diyor. “‘İçimdeki Yabancı’ isimli heykeli yazar Hermann Hesse’nin ‘Bozkırkurdu’ kitabını okuduğum dönemde tasarladım. Hermann Hess’in 1927 yılında yazdığı bu şiirsel öyküde, toplumun sığ değer yargılarına ve kişiliksiz, yüzeysel yaşamına uyum sağlayamayan bir insanı tanımlıyor. Herman Hess, bu tanımı yaparken ‘yalnız kurt’ simgesinden yararlanmış ve kitabına da bu ismi vermiştir. Bu kitabı okurken bir bedende iki kişilik bir yaşantı, bir çatışma hissettim. Aynı bedende istemediğin ama taşımak zorunda olduğun diğer kişilik gibi. Bu duygu bana, kırmızı bir taşın içindeki beyaz damarı, ona ait ikinci bir baş olarak görmemi sağladı. Bu iki başı tek bedene sarmalamamı yönlendirdi diyebilirim. Heykel, duyguların dokunulur, elle hissedilir hale getirilmesi değil mi? Bu duygu yoğunluğu uygun malzeme ve duyarlı ellerle buluşunca ortaya bir paylaşım çıkıyor, soyut bir duygu somutlaşıyor, dokunulur, hissedilir, izlenir ve paylaşılır hale geliyor. Hermann Hesse bu duyguyu ‘Bozkır Kurdun’da şöyle açıklıyor “.....varlığının böyle açık seçik ikiye ayrılmasına, birbirine düşman iki yarıma dönüşmesine karşın, yine de kurt ile insan bazı mutlu anlarda birbiriyle kardeş kardeş geçindiğini görür....” Herman Hesse’nin bu görüşüne katılmamak elde değil.” “Gelelim ‘Sınır’ heykeline ve sizi besleyen edebi kaynağa.” Malik Bulut benden kurtuluş olmadığını fark etmiş olacak ki çaresiz anlatmaya başlıyor. “ ‘Sınır’ heykeli, Özdemir Asaf'ın yine aynı isimli şiirinden esinlenerek tasarlanmıştır.” SINIR sınırlar, her zaman, her an, Yakından, Uzaktan Birbirlerine bakışırlar, Durmadan birbirlerine Kendilerini taşırlar Birindeki nöbetçi Öbüründeki bekçidir. Her ikisi de yakın Birbirine Her ikisi de uzak Bir olasılığa karşıdırlar. (Özdemir Asaf) “Heykel ve edebiyat. Bu çok farklı iki disiplin, neredeyse sizin heykellerinizde koyun koyuna yatıyorlar. Edebiyatla bu yoğun etkileşimi nasıl açıklıyorsunuz.” Malik Bulut alışılmışın dışında bir şey yapıyor. Ciddi düz cümleler kurmak yerine çok tanıdık bir şiiri genizden bir sesle okumaya başlıyor. “ Yaşamak,/Bir ağaç gibi tek ve hür,/ve bir orman gibi /Kardeşçesine / Bu hasret bizim." Nazım Hikmet sevdiğim ve etkilendiğim şairlerin başında geliyor. Sonra şair Ahmed Arif var. Ahmed Arif’in dizelerinde Anadolu ancak bu kadar yalın, bu kadar katışıksız anlatılabilir. Ahmed Arif deyince aklıma hemen ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’, ‘Adiloş Bebe’ ve ‘Otuz Üç Kurşun’ geliyor. Sonra olmazsa olmalar arasında, büyük Can Baba var. Can Yücel'in ‘Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim’ şiirini her dinleyişte o duygu yoğunluğu beni yüreğimden vurur. Sonra, başka büyük bir şair Atilla İlhan'dan ‘Ayrılık da Sevdaya Dahildir’ benim ilk aklıma gelenler. Ama Nazım Hikmet'in 'yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine' bir heykel tasarlatacak kadar kuvvetli bir duygu uyandırıyor bende.” "Yaşamak, Bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi Kardeşçesine. Bu hasret bizim." Nazım Hikmet Ran “Edebiyat konulu söyleşilerde klasik bir soru vardır ‘ en son hangi kitabı okunuz’ diye, biz de kuralı bozmayalım diyoruz.” Edebiyat söyleşilerinin beylik sorusudur. Hani sorsan bir türlü sormasan başka türlü dedirtecek cinsten bu soruyu, Malik Bulut yine kendi mesleği ile ilgili olarak yanıtlıyor. “En son okuduğum kitap Augustin Roden’in hayatını anlatan ‘Düşünce Kıvılcımları’ idi. Bu kitabı okuduktan sonra, Roden ustayı bir daha düşünmem gerektiğini anladım. Heykel sanatçısı çok zor yetişiyor. Ve yaklaşık olarak her 100 yılda, geriye akıllarda sadece bir isim kalıyor. Michelangelo'dan sonra Roden bu anlamda önemli bir heykel sanatçısıdır. Ben bu tür isimlere ‘zincirin’ birer ‘halkası’ diye bakıyorum.” “Peki, mesleki okumaların dışında sizin başucu kitabı olarak nitelediğiniz bir kitap var mı?” Hiç duraksamadan ‘var’ diyor. “Daha önce okumuş olduğum ve mutlaka okunması gerektiğini düşündüğüm Turgut Özakman'ın ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabı bende çok derin izler bıraktı. Bu kitabı okurken ülkemizin bugünkü halini düşündüm. Ve o dönemde hangi şartlarda mücadele edildiğini hayal etmeye çalıştım. O günlerde, ülkemin içinde bulunduğu durum içimi sızlattı. Tam donanımlı düşman kuvvetlerine karşı üçte bir sayıda, silahsız, aç ve çıplak denilecek kadar zor koşullarda canlarını feda eden Mustafa Kemal'in askerleriyle, Fatma Onbaşı, Elif Çavuşlarla ‘Bağımsızlık Zaferi’ kazanılmıştı. Bir komutan yanına verilen yeni askerlerin isimlerini öğrenmek istemiyor, onlarla fazla samimi olmak istemiyor, çünkü birkaç gün ya da birkaç saat sonra şehit olduklarında daha az acı çekmiş olmak için ayakta kalabilmek için . İşte, o günlerden bugünlere nasıl hangi şartlarda gelindiğinin öyküsünün anlatıldığı bu kitabı herkes okumalıdır diyorum.” “Dönelim heykel sanatına. Hani sanata olan ‘istidadım’ küçük yaşlardan itibaren fark edildi gibi ‘güveler kokan’ klasik bir deyim var ya. Bu sizin için de geçerli mi ?” İkimizde aynı ayna kahkahayı basıyoruz. Malik Bulut gülerek devam ediyor. “Küçükken heykeltıraş olacağım diye bir düşüncem hiç olmadı. İlkokul öncesinde, 4-5 yaşlarındayken, bir bıçağım, bir de çekicim vardı. Küçük materyalleri şekillendirirdim. Alet kullanma yeteneğini o yaşlarda edindim. Küçüklüğüm doğada geçti. Doğayı, çiçekleri, otları ve taşları çok iyi bilirim. Onlarla yaşadım ve büyüdüm. Bunlar beni heykele yönlendirdi ve beni besledi. Ağaç kabuklarından kendi oyuncaklarımı kendim oyardım. Ne oynamak istiyorsam arabalar, hayvan figürleri kendim yapardım. Yeni bir şey gördüğümde, mesela bir iş makinesi, hemen onu beynime kaydeder, sonra onu tasarlar ve yapardım. Çocukluğumda çamurla oynar, çamurdan koç, inek, boğa gibi hayvanlar yapardım. Yontusu kolay ağaç kabuklarından, araba ve tekerlek gibi hareketli mekanizmalar tasarlardım. Şimdi ise taştan zincirler yapıyorum. Çocukluğumda, ben doğadan ve çevremden böyle beslendim.” “Bu durumda, heykel olgusuna ilişkin ilk etkileşimler yine çocukluk çağlarına dayanıyor her halde.” Heykele nasıl başladığı konusunda bilgi almaya çalışıyorum. Hakikaten insan, bir sabah yataktan kalktığında ben heykeltıraş olacağım mı der yoksa bu kararı vermesine neden olan süreci farklı bir biçimde mi yaşar? “Evet ilk etkileşimler 4-5 yaşında çamurla başlamıştı. Biraz daha büyüdükten sonra, kolay yontulabilen ağaç kabuklarına bıçakla küçük insan figürleri yontmaya başladım. Aslında ben heykeli hiç düşünmüyordum. Resme olan ilgim artmaya başladı. Bu ilgi, gitgide güçlenmeye başladı. Artık başka şeyler ilgimi çekmiyordu ve sonra da tek derdim resim oldu. Hafta sonları bütün gün yağlı boya tablolar ve karakalem resimler yapardım. Bütün arkadaşlarım futbol oynamaya çağırdıkları zaman resim yapma tutkusu daha ağır bastığı için onlardan ayrı kalırdım. Lise 1’de resim öğretmenimle tanıştım ve hayatım değişti. Bir resim dosyam vardı. Ders çalışıyormuşum gibi yapıp dosyanın içinde desen çiziyor ve resim yapıyordum. Lise bittikten sonra, Mersin Güzel Sanatlar Fakültesi’nin sınavlarına girmeye karar verdim. Daha sonra, 1996 yılında, Mersin Güzel Sanatlar Fakültesine girdikten sonra, taşla tanıştım. Kendimi taşla ifade edebildiğimi fark ettim. İşte, benim malzemem budur dedim ve hala taşla birbirimize aşığız.” “Çok sayıda uluslar arası sanat kampına davet ediliyorsunuz ama bir tanesi sizin için çok özel galiba, neden?” Gülüyor ve ‘deli adam’ lakaplı Abdullah Şen’den bahsetmeye başlıyor. “Bu yıl üçüncüsü gerçekleştirilen Uluslar arası Kapadokya Sanat Kampı’na ‘Tutsak’ isimli heykelle katıldım. Uluslar arası Kapadokya Sanat Kampı, sanatı ve sanatçıyı desteklemek için yola çıkan Karlık Evi’nin düzenlediği bir girişim. Bu girişim, devletten hiçbir destek almadan ‘sanata ve sanatçıya aşık’ olan bir ‘deli’ olan Abdullah Şen tarafından düzenleniyor. Bütün sanatçıların sevgiyle taktıkları ‘deli adam’ lakabının nedeni, sanatı ve sanatçıları çok seviyor ve karşılıksız olarak destekliyor oluşundan kaynaklanıyor. Bu yıl ilk defa heykel sanatı da disiplin olarak, ‘Kapadokya Sanat Kampında’ diğer sanat disiplinleri arasında yer aldı. Önümüzdeki yıl, 8-10 civarında heykel sanatçısı sanat kampına davet edilecek. Burada, heykelleri olan bir alan yaratılması hedefleniyor. Kapadokya dünyanın en büyülü yerlerinden biri. Çünkü burada doğa heykellerini kendi elleriyle kendi yaratıyor. Heykelleri zamanla yontuyor ve bu süreklilik arz ediyor. Mesela, yeni oluşan heykeller, yeni oluşan peri bacaları var. Bunlar sürekli gelen, yaşayan ve ömrünü tamamlayan nesiller gibi Kapadokya’da yer alıyorlar. Kamptan ayrılmadan bir önceki gece Uç Hisar’da gördüğüm ana tanrıça gibi duran ve doğanın yonttuğu bütün gücü ve heybetiyle duran o ana tanrıça heykeli beni çok heyecanlandırdı. Doğanın kendi elleriyle yaptığı bu kadın heykeli, bütün gücü ve anaçlığıyla, Anadolu kadınını anlatıyor ve dimdik ayakta duruyordu. Kapadokya, Uç Hisar’daki o gece, bu heykelin görüntüsünü aklıma kaydettim. Bir gün uygun bir malzemeyle karşılaştığım zaman mutlaka bu görüntü benden taşacak ve benim süzgecimden geçtikten sonra taşta şekillenecektir.” “Kapadokya’da yaptığınız ‘Tutsak’ isimli heykelin yapısal özelliklerinden bahsedebilir miyiz?” “Tutsak’ Kapadokya yöresinde bulunan ‘Kayseri İnce Su’ dediğimiz bir taştan yapıldı. Çünkü heykelin çevresiyle bütünlük sağlaması için yöresine aykırı düşmemesi lazım. Heykelin adı ‘Tutsak’ çünkü benim taşa olan tutsaklığımı, taşa olan ‘aşkımı’ anlatıyor. Bu heykeli, kadının yuvarlak formundan yola çıkarak, kadının sıcaklığını, naif yapısını ve zarafetini vurgulayarak tasarlamaya çalıştım. ‘Tutsak’, bir kaide üzerinde ve zincirlerle kaideye bağlanmış yuvarlak formlardan oluşan bir yapı olarak, Kapadokya Karlık Evi’nin bahçesinde yerini aldı.” “Anadolu’nun hiç umulmadık yerlerinde heykel üzerine çok güzel sempozyumlar düzenleniyor. Mesela, Van’da gerçekleştirilen sempozyumdan bahsedelim istiyorum.” Malik Bulut da heykelin Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaşması gerektiğine inanmış sanatçılardan biri olarak bütün toplantılara canı gönülden destek veriyor. “Van’da Erciyes Belediyesi’nin düzenlediği ‘Kültür Sanat Festivali’nde ilk defa bu yıl, bir heykel taş yontma sempozyumu düzenlendi. Kapadokya’dan Erciyes Belediyesi’nin gerçekleştirdiği ‘Ercişli Emrah ve Selvi Festivali’ kapsamında düzenlenen taş yontma sempozyumunda, ‘Anadolu Kadını’ isimli heykeli travertenden yaptım. Traverten yontuya çok elverişli olmayan, detaylara girilemeyen bunun yanı sıra doğaya kolay uyum sağlayan ve iddialı duruşu olmayan bir taş. Bunun için zorlamaya gelmez ve yontucu ona uymak zorunda kalır. Ses vermez darbeyi yutar. Nerede durulacağını bilmek lazım. Neden, konu olarak ‘Anadolu Kadını’nı seçtiğime gelince, Anadolu’nun en uç sınırında Van Gölü kenarında yaşayan Erciş halkı, ilk defa bir heykelle tanıştı. Yontu süresince beni izlediler, yontuyu anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştılar. Erciş Halkı kendinden bir şeyler bulmak, olaya dahil olmak istiyordu. Burada yaptığım ‘Anadolu Kadını’ heykeli benim için çok önemli. Çünkü çok şey anlatır. Yöresel başörtüsüyle zincire vurulup susturulmuş, dağ gibi duran anaç gövdesiyle anlatmak istediğim ‘Anadolu Kadını’nın gözlerindeki duyguyu, ezilmişliği, ne zincir ne de örtü zapt edebilir.” “Siz 24 saat heykeli, sanatı ve edebiyatı aynı anda yaşayan bir sanatçısınız. Atölyenizi açtıktan sonra hayatınızda neler değişti?” Hayatını taşa adayan bir adamın samimiyetiyle kısaca nereden nereye geldiğinin öyküsünü anlatıyor. “Ben akşam yatmadan önce yaptığım işlerimi görür, ziyaret eder, onları okşar, sever ancak ondan sonra yatarım. Mehmet Aksoy’dan ayrıldıktan sonra, kendi atölyemi İstanbul’da 4. Levent’te açtım. Şimdi 24 saat heykelle yaşıyorum. Ve o mekanda bana zaman yetmiyor. Bazen gece sabah saat 3.00’e kadar heykel yapmama rağmen zaman yine de yetmiyor. O dönemde, elimde 5 heykel vardı. 2004 yılında, Tüyap Sanat Fuarına davet edildim. Ve Hanefi Yeter gibi bir ustayla, aynı standı paylaştım. Hanefi Yeter’in resimleri, benim heykellerimle fuara katıldık. Bunu 1.5 ay sonra katıldığım İstanbul Sanat Fuarı izledi. O fuarda işlerim çok beğenildi, ilgi gördü ve evlerin oturma odalarına girdi. Ve benim atölyede işler yürümeye başladı. Öylesine deli bir cesaretle atölye açtım ki, taş bulamadığım dönemler oldu. Mesela, ‘İstanbul’da patlamış kaldırım taşlarını sokaktan toplayarak heykel’ yaptım. Kaldırım taşlarından heykel yaptığım günlerden bugünlere geldim. Bunda eserlerimin işyerlerine, özel kurum ve kuruluşların yanı sıra evlere de girmesinin etkisi çok büyük. Heykelin evlere girmesiyle birlikte, insanlar heykeli canlı bir varlık olarak özel hayatlarına da dahil etmiş oluyorlar. Bunları bilmek bana devam etme gücü ve heyecanı veriyor.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |