Tanrı insanı yarattı, insan da sanat yapıtını. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
O mart gecesi, otobüsten ite kaka ve saygısızca atıldığım için kızgındım. Size, yanımda ve çevremde oturan yolculuk sakinleriyle yaşadığım tatsızlığı anlatarak, konudan sapmak istemiyorum. Şu an içimde beni tırnaklayan ürperti, o zifiri gecenin düzlüklerinde hissettiğim kızgınlıktan daha baskın. Fakat otobüsten yaka paça, şehirlerarası bir yolun en müphem kısmında çıkarılmamı hesaba katarsanız, son derece aksi ve dik kafalı olduğumu sanırım sizde gözünüzde canlandırabilirsiniz. Öfkenin sıcaklığı ile, gözden kaybolan otobüsün ardından sayısız küfür savurduktan sonra sustum: gecenin şaibeye düşürdüğü bir yerdeydim. Yıldızların, hesaba katılması ancak ümitsiz bir çırpınmanın vesilesi olduğu ışıkları altında dikiliyordum. Etrafımda hiçbir ses yoktu ve bu ancak ne gibi seslerin beni tedirgin edebileceğini aklıma getiriyordu. Yapılacak bir şey yoktu; en azından yürürsem soğuğa karşı bir avantajım olacağını düşünerek, otobüsün gözden kaybolduğu tarafın tersine doğru yöneldim. Ana merhametiyle yolları sarartan sokak lambalarını otobüsten gördüğümü hatırlıyordum ve bana yakın tek yerleşim orasıydı; yani burası. Arasıra geçip giden araçların farları çevremi aydınlattıkça, kah yolun ne tarafa kıvrıldığını gördüm, kah bölgenin ne kadar düzlük ve yalın olduğunu. Ayağımın altından sekip duran ya da birbirine sürtünen mıcırların sesi, birden bire duyma ihtimalim olduğunu düşündüğüm akla zarar uğultuların ya da ulumaların, hep bir adım önündeydi sanki. Hayal meyal, kasabanın kara siluetini ve soğuk ışıklarını görüşümü hatırlıyorum. İçimde oluşan sıcak akımların önüne geçememiştim; orada insanlar vardı ve insanların olduğu yerde, bu bilinmezlikten daha güvenli olacağımı düşünüyordum. Ve ilk kez, şehirlerarası yolun kasabanın dış sokaklarıyla birleştiği noktaya ayak bastığımda, ruhumun sinmesine neden olan dehşetli ulumayı duydum. Öylesine şiddetli ve görkemliydi ki, bin kurdun arkamdan bana yaklaşırken vahşice haykırdıklarını sandım. Bilincime akıl danışmadan, şehirlerarası yola saplanan dar sokaklardan birine daldım; en koyu görünen gölgeden medet umdum. Ve bekledim. Sanki o kudretli gürültü, kasabayı bir uçtan bir uca dolaştı. Azalıp kuvvetlendiğini duyabiliyordum. Belki de rüzgardır diye düşünüp mantığımla bir oldum. Yine de hiçbir rüzgarın, açlık içindeki bir canavar misali kıvranıp hiddetlendiğine şahit olmamıştım. Çevreme göz atacak kadar cesaretimi topladığımda, alelade bir sokağın, geceye bürünmüş evlerini ve camlarındaki tek tük ışıkları seyrettim. Pencere berisindeki ışıklar benim aksime rahat rahat yayılıyorlardı geceye. Onlar buranın yerlisiydiler, bu yüzden benim yabancılığım ve metruk ulumalara karşı gösterdiğim ürperti bir kat daha canımı mengenede sıkıştırdı. Kalabalıklar içinde yalnızdım sanki... Rüzgarı hala tüm gücüyle duyabiliyorken, sokağın diğer tarafında ortaya çıkan karanlık bir şekil gördüm. Gecenin sarkık aydınlığına uymayan koyuluğu ile bekleyen şekil için çok çeşitli tanımlamalarda bulunmaya başladım; uzakta ince ve eğri büğrü bir çizgiye benziyordu. Soğuk havayla ciğerlerimi dağlıyordum. Bir gözüm yoldan geçecek herhangi bir araçtaydı, diğeri ise öbür uçta uğursuz varlığıyla ruhumda onulmaz bir sıkıntı yaratan ince ve kara yarıktaydı. Sanki hangisi daha çabuk bana yaklaşırsa kendimi ona bırakacaktım, aralarında düzenledikleri bu lanetli oyunda ödül bendim ve sanki ikisinden biri için kayırma yapmam söz konusu değildi. Tek bir talebim vardı: şu rüzgarın can yakan sesini kulaklarımdan alın! Güçlü bir motorun sesini rüzgarın ulumasıyla yarışırken duydum o an. Daha benim tünediğim gölgelerin sokağı civarına ulaşmadığı belliydi ve her saniye biraz daha ana yolda yaklaşıyordu. Farlarının yola yayılmış aydınlığına baktım. Aydınlık giderek büyüyor ve yolun etrafında ışıklar tünelini canlandırıyordu. “Koş!” diye haykırdı mantığım büzüldüğü delikten kafasını çıkartıp. Henüz dış sokaklarına ancak ayak bastığım, gece vakti beni son derece terbiyesizce karşılayan kasabanın kalbinden pompalanan gerilim yüzünden şaşkındım. Ürpertinin kaynağı belirsizdi, maskeli suratıyla rüzgarın sırtına binmiş, kasabanın dış sokaklarında endişeyle gölgelere sığınmış yabancıya- bana- uğulduyordu. Kimse istenmediği yerde duramaz. Varışımla gidişim bir olacak olsa da, ve benliğimde kocaman bir boşluk misali anlamsızlık çamuruna batacak bu ulumanın bazı geceler rüyalarıma uğrayacağına eminsem de, tüm kişilik onarıcı dirayetimi havaya saldım ve nefeslerimi iki kat zorlayarak ana yola doğru koştum. Motor sesi güçlenerek gürlemeye devam etti; farları yolun üzerini gün gibi aydınlattı. Bir otobüs homurtusuydu duyduğum, sabahlara dek şehir şehir dolaşan araçlardan biriydi. Yetişebilirsem eğer, durmaması için hiçbir sebep yoktu. Başladığı gibi bitecek tedirginliğim için çok da üzülmüyordum. Ben buraya düşmeden evvel nasıl deviniyorsa ve kemiriyorsa kuyruğunu durmadan, devam etmesini diliyordum. Kısa korku tiyatrosu oyunu için, ruhum pek çok ürpertiyle ödeme yapmıştı. Eğer yol üstünde kayıp gidecek bir dört teker bulursam, unutulur giderdi mutlaka hem kasaba, hem de hayırsız misafirperverliğiyle o mahşeri uluma. Ne kadar yavaş koştuğumu fark ettiğimde, otobüsün sağa sola salınan kütlesi yolun üzerinde tıslayarak ilerledi ve ben ancak sokağın başına ulaşabildiğimde otobüs karanlığın içine sokulmaya başlamıştı bile. Arkasında alev alev yanan kırmızı ışıkları kaybolana değin seyrettim. Bir an tedirginliğimden sıyrıldım ve beni unutan otobüsün ardından hayal kırıklığı içinde bakakaldım; yol üzerinde gidişini canlandırdım kafamda, bir koltuğun üstünde, rüyalar içinde düşmüş başım sarsılan otobüsle beraber uyanıp uyurken sabahı beklediğimi hayal ettim. Ve yine kendimle kaldım... Bir türlü yorulmayan ulumanın karnıma sapladığı ağrıları çekme uğraşısına devam ettim, ama artık o kadar somut gelmiyordu kulağıma. Cılız ve sadist fısıltılar düzeyine geriliyordu git gide. İlk rahat nefesimi çekingen bir beklentiyle içime kabul ettim. Damarlarımda dikenli temiz havanın varlığı yayılırken, gergin bakışlarla ana yolun aşağıya doğru indiği tarafı gözlemledim; Kasabanın merkezine varıyordu. Bir daireyi çevrelemiş az katlı binaların çevrelediği meydana ulaşıyor ve yuvarlak meydanın tam ortasında azametle yükselen direğe saplanıyordu. Direğin tepesinde, kuvvetli yarım düzine kadar lamba vardı, meydanın dört bir yanını iyice aydınlatıyorlardı. Sarıdan nefret ettiren ışıkları, sanki uyku ilacı misali binaların ve meydanın üzerine örtülmüştü. Uzakta gördüğüm ışık, karanlık duvarların içinden beni kurtaracak olan umudu sundu. Aralıksız ve usanmadan o kasaba aydınlığına bakıyordum. Işığa bakıp, sırtımı karanlığa çevirmek bir seçenekti; mantıklı bir seçenek. Bunu bir kitaptan hatırladım. Sabahı burada, bu cansız taşlıkta değil, orada beklemeliydim. Beklentiler ve sonuçlar canlısı olan insanoğluydum ben, neye inanırsam o olurdu. Rüzgarın vahşi sesine böyle yaklaştığım zaman hoşuma bile gitti diyebilirim. Hayal gücünü besleyen doyumsuz olasılıklar sunuyordu beynime, bir hikayenin içinden fırlayan sonsuz sayıda ifrit canlandırıyordum kafamın içinde; öykü satırları arasından asla ete kemiğe bürünemeyen onca yaratığı beynimin duvarları içinde çiziyorken, ilk defa gecenin mutlaklığını unuttum. Hatta daha da ileri gittim ve kendimi bir hikayenin satırlarında canlandırdım. Talihsiz kurban rolünü üstüme aldım, esintinin diş gıcırdatmasından ürken ve ölesiye korkarak kaçan kadersiz adam vazifesini aklımda tarttım. Belli belirsiz güldüğümü hatırlıyorum, şimdi bu kadar çok eğlendiğimi fark etmiyordum. Sanki günlerdir ivedi bir şamatanın içindeydim, ve kasabanın merkezine doğru inen yolun üzerinde ilk adımım atarken de hep bu eğlenti kafama doluyordu. Korkuyu unutmuştum; ama o beni unutmadı. Attığım ilk adımın akabinde bir el omzumu sıktı. Arkamdan yaklaşıp beni sarsmıştı ve inlerken arkama dönüp bakamamam, sıkıca beni kavramasındandı. Bir hışırtı duydum, bir naylon torba hışırtısı... Gayri ihtiyari elimi omzumdaki ele uzattım ve dengesizce benden uzaklaştırdım. Sıcaklığın buza dönüşmesi çok kısa sürmüştü. Sabaha kadar solmayacaklarını düşündüğüm ve kendi emeklerimle yarattığım içsel umutlarım kırılmaya başlamıştı. Artık yalnızca ışığa ulaşmak istiyordum, aç bir cani misali hırlayarak ışığa yönelmeyi arzuluyordum. Çılgınca tepinen kalbime uyarak, plansız bir koşuya başlamıştım. Ama bu çok uzun sürmedi, saklandığım sokağın başından –şimdi benim arkamda kalmıştı- bana seslenen birini duydum: “ Dur delikanlı dur! Amma korktun yahu...” Bekler buldum kendimi. Koşmuyordum artık kasabaya doğru. Bu yerin her şeyinden şiddetle korkacağımı düşünürken, sırtım kasabanın yerlisi birine dönük bekliyordum. Ya artık karanlığın ıstırap düşkünü ulumaları, geriye kalan tüm unsurları önemsiz kılıyordu, ya da hiçliğin ortasında bir insan nefesinin faniliğini seçebildiğim için kaygan bir huzur üstünde debeleniyordum. ‘insan insana muhtaçtır...’ diye bir laf hatırladım o an, o an için uygun mu bilemeden. Döndüm ve adamla yüzleştim. Ben biraz koşturmuş olduğumdan, gölgelerinden medet umduğum sokağın daha altında bir yerlerdeydim. Başımı kaldırmış, o sokağın başında duran, hafif kambur adamın titreyen figürüne bakıyordum. Sokak lambasının biraz ötesinde dikiliyordu, ve gri paltosunun ışığa tutulmuş tarafı pürüzsüz ve parlak hatlarla belirmişti. Yılların elinden çıkan çizgilerle aşağıya akan bir ifadeye bürünmüş yaşlı ve uzun suratı, lambanın belirsizce aydınlattığı meraklı gözlerin tahtı misali dirayetliydi. Kambur adam ağır aksak yürüyerek yanıma kadar geldi. Kafasını kaldırıp bana baktı. Çukurlarına çekilmiş kapkara gözlerinde yıllanmış olgunluk ifadesi dolanıyordu. Herkese yakın olmaya yatkın biriydi sanki. Belki de o yüzden, sesinde ilk duyduğum o sempatik tını yüzünden durup onu beklemiştim... Ahmaklığıma doymayayım! “Hayırdır gecenin bu vakti delikanlı?” Elinde tuttuğu büyük, siyah çöp torbasını fark ettim. İçindeki ağırlıktan dolayı, ihtiyarın elinde deforme olmuş, altından yırtıldı yırtılacak gibi duruyordu. “ Bizim keratalar için...” dedi ihtiyar, torbaya baktığımı anlayınca, “Kasabın artıkları. Eh, dört koca kangal kolay beslenmiyor.” Dikkatimi torbadan almak için diğer elini kasabaya doğru salladı, “ Aşağıya mı iniyorsun?” Duymuyor muydu acaba? Yoksa alışkın mıydı kulakları bu iç deşici ulumaya? Boş boş ihtiyarın gözlerine bakarken, sanki rahatsızlığımı anlamış gibi etrafa göz gezdirdi: “ Yamandır buranın rüzgarı. Hele bir de gece olunca, iyice azar namussuz.” Paltosunun iki tarafını birbirini içine kollarıyla sıkıştırdı. Yüzündeki teskin eden ifadeyle bana bakıyordu. “ Ulumaya benziyor” dedim. İhtiyarın laflarıyla sakinleşebilmiştim. O an gerçekten de ulumaya benzediğine inanıyordum; bir uluma olduğuna dair düşüncem yok olmuştu. “ Yaa...” dedi uzatarak, “ ama rüzgardan kasabada korunamazsın, çünkü en çok orada güçlenir.” Birden koluma girdi ve sokakların arkasını işaret etti, “ ben şurada oturuyorum. Sabaha kadar dinmez bu meret bilirim.” “ Sağ olun. Bir otobüs gelene kadar beklerim ben burada.” Şiddetle kolumdan çekiştirdi, bir yandan da diğer elindeki ağır poşet inatla hışırdıyordu. Uluyan rüzgar o an için sanki etrafımızda dönüyor, ne konuştuğumuzu merak ediyor ve bize yakın durarak anlamaya çalışıyordu. “Olur mu oğlum...” dedi ihtiyar söylediğim laf saçmaymış gibi, “... sabaha kadar donarsın soğuktan burada, maazallah!” Rüzgar da onu haklı çıkarmaya çalışırcasına sırtıma vurup duruyordu. Hevesle suratıma baktı, vereceğim cevaba göre hayatı değişecekti sanki, ve o kadar emindi ki evet diyeceğime, yargısı, ebleh bir sırıtışla sarkık yüzüne yansımıştı. Belli belirsiz kafamı salladım. İhtimaller içinde en iyisi, bu ihtiyarın evinde sabahlamak ve gündüz gözüyle yolda otobüs beklemekti. Üstelik lanet olasıca ulumanın ne yapacağı belli olmazdı. Omzuma tatmin olarak vurdu ve boş eliyle koluma girip beni yönlendirdi. Şehirle ilk tanıştığım sokağın bir altındaki sokaktan girip, ana yola dik bir vaziyette ilerledik. Başı ve sonundaki iki lambayla idare eden sokağın aydınlığı, pek rahatlatıcı değildi. Etrafımda ışığın düşürdüğü gölgelerden çok, gecenin dirilttiği kara boşluklar hakimdi; içine çekmeye çalışan bir halleri vardı. Rüzgar ise olanca vahşetiyle sokakta dayanılması zor bir vakum etkisi yaratıyordu. Bizi doğrudan sokağın öteki ucuna itiyor ve diken diken tenime batıyordu. Yaşlı adamın anlattıkları ise tamamen ayrı bir vakaydı. Donmuş ve ürkmüş bir halde yarım yamalak onu dinlerken, bir yerli olarak hem soğuğa, hem de gecenin müphem sırlarına alışık olduğunu gösteriyordu. Bana ecdadından ve bu pespaye kasabadaki konumlarından bahsediyordu. Ara sıra gülümsüyor ve böbürleniyordu... bir keresinde söyledikleri ister istemez beni dürtükledi: “... Tabi büyük büyük babam köyü kurtardığında, ona acayip hürmet göstermişler. El üstünde tutmuşlar. Ama artık...” “Neyden kurtarmış?” ihtiyar sözü kesildiği için şaşaladı, anlatacağı şeyden uzaklaşıp, cevaplaması gerekene varması vakit alıyordu. Bir iki saniye geveledi ve beni sokağın kuytusuna çekti, rüzgar fısıltısını kat kat sinir bozucu kılıyordu: “ ... Artık bu hikayeye kimse inanmıyor. Ailemden geriye bir tek ben kaldım ve herkes bana deli demekte bir sakınca görmüyor. Bir zamanlar onları vahşetten kurtardığımızda, neredeyse ayaklarımızı öpeceklerdi; şimdiyse...” gözlerimin içine baka baka yere tükürdü; iğrenerek, “ unutulup giden şeyleri anımsamakta tembellik ediyorlar. Bir gün her şeyi bırakacağım ve o zaman senin gibi korka korka geberecekler!” son sözleriyle beraber yan gözle bana bakarak tepkimin ne olacağını seyretti. Ardından hırıltılı bir kahkaha kopararak sırtıma vurdu ve yeniden yola çıktık. Sokaktan çıktığımızda, kasabanın tamamıyla dışında kalan bir araziye doğru inmeye koyulduk. Yerleşim, arkamızda dümdüz bir duvar oluşturan evlerle sınırlanmıştı. Arazinin öbür tarafında, alçak bir ses olarak duyulan yankılar oluşuyordu; köpek havlamaları... “ Oğlanlar benim gelişimi bilirler” dedi yaşlı adam. Gerçekten de saldırgan değildi sesleri, sabırsızdılar ve sahiplerini ya da torbasındakileri özlemişlerdi. Kafamın içinde hala adamın arızalı sözleri hakimdi. Kasaba halkına hak veriyordum yavaş yavaş. ‘sanırım bir delinin yanında, bir delinin evine gidiyorum’ diye düşündüm. Biraz daha emin olmak için, bu sefer dolaylı yoldan, anlayabildiklerim doğrultusunda sordum: “ Ne iş yapıyorsun amca?” ihtiyar deli hala havlamaların duyulduğu tarafa bakıyordu: “ Mezarcıyım.” “ Mezarcı?” “ Mezarcı ya. Mezarlıkta nöbet tutarım, mezar açarım, mezar kaparım...” Devam etmesi gerekiyordu. Bunu hissediyordum: “ Büyük büyük deden Kasabayı ölülerden mi kurtarmış?” itiraf etmem gerekir ki, çok saçma ve sempati yaratmaya çalışan abuk bir soruydu. Herife ne kadar, yargısız bir deli yaftası yapıştırsam da, sesindeki sıcak titreşimler fazlaca gerçek şeylere işaretti. Bu yüzden diyalog meraklısı olmayan ben, manasız sorumu sormuş oldum. Yine de yaşlı adamın gölgeli yüzündeki ifade bozulmadı; soğuktan kızarmış burnunu çekti ve gülümsemesini daha da yaydı: “ Büyük büyük babam...” diye düzeltti beni, “... biz ölülere karşı korumuyoruz, ölüleri koruyoruz.” Bazı kelimelerin üzerine basa basa konuşuyordu. Ve hayatında hiç bu kadar meraklı olmamış ben, aptalca sorular soruyordum: “ Mezar hırsızları mı?” Bir iki adım daha yürüdük ve adam aniden durdu. Derin bir nefes alarak bana baktı. Adeta söyleyeceği sırrını hak edip etmediğimi anlamaya çalışıyordu. Kafasını salladı ve ‘bekle’ dedi. Paltosunun iç cebine elini daldırdı ve oraya nasıl sığdığını anlayamadığım bir el feneri çıkardı. Düğmesini ittirirken bana kafasıyla karşı tarafı işaret etti ve ‘ bak!’ dedi. Fenerden bir karış genişliğinde bir aydınlık tüpü çakıp karşı tarafa kadar uzandı; gecenin içinde bembeyaz yatay bir kolon gibi görünüyordu ve doğruca kasabanın üstüne kurulduğu tepenin karşısındaki yayvan yükseltide bir noktayı aydınlatıyordu. Çevresini de görünür kılınca, oranın alçak duvarlarla çevrilmiş bir mezarlık olduğunu gördüm. Bir kasabadan ne çok mezar çıkmıştı öyle. Kat kat yükselen mezarlıkta, yan yana sıkışmış irili ufaklı sayısız mezar taşını ayırt ettim. İhtiyar yavaşça feneri mezarlığın sağına doğru kaydırdı ve kızarmış burnuyla işaret etti; tek katlı eski bir ahşap baraka... ‘ işte ben orada oturuyorum.’ Barakanın önünde beş tane azman köpek, zincirlerini zorlayarak ileri atılıp, var güçleriyle havlıyorlardı. Feneri bana uzatıp, elime tutuşturdu ve yere eğildi. Elleriyle toprağı yoklarken paçamı çekiştirerek, “ Işığı şuraya tutacaksın delikanlı” dedi. Hemen feneri çevirdim ve bembeyaz ışık yaşlı adamın mavi damarlı ve gergin derili ellerini buldu. İhtiyar bir yandan konuşuyor, bir yandan da yerde bir şeyler arıyordu: “ Aslında birilerinin, söylediklerime inanmasını istiyorum. Kasabadan hiç kimse beni kaile almıyor. Eh, yavaş yavaş unuttular tabi. Sonra da deli ailesi olduk anlayacağın. “Bu yüzden sana göstereceğim ki, unutma! Her şeye koca karı masalı deyip geçme. Anladın mı?” Ürpertimin sebebi rüzgar mıydı, yoksa deli bunağın sırrını paylaşacağımı bilmek mi emin değilim. Buraya beni kader mi getirdi? Bunlara şahit olmam için evrenin tüm güçleri bir mi oldu? Eğer özgür iradem olsaydı, hiç benliğimi bu denli çökertmeye yaklaşır mıydım? Emin değilim... Ama mezarlık sahibinin, elleriyle kazdığı yerin yanına oturup, bana da aynını yapmamı işaret etmesiyle, uğursuz bir şeylere yaklaştığımı hissederek üşüyordum. Işığı kazdığı yere tuttum; iki ayaklık bir alanı yaklaşık bir karış kadar kazmıştı. İçinden, beyaz ışığı yansıtan mat bir taş yüzey çıkmıştı. Daha yakından bakınca, üzerine kazılmış bazı figürler gördüm. “ Bunu her akşam kazıp sonra da kapatırım” dedi umursamadan. “ bu ne?” diye sordum. Altı üstü bir taştı o an. “ Bu, ölüleri korur” koluyla karşıdaki tepeye ulaşan mesafeleri aşarak mezarlığı işaret etti. Öyle derin solumuştu ki, efsaneler çağına değin dalıp gittiğini sandım. Elimdeki feneri yeniden, ışığıyla karanlığın içinde hortlattığı mezarlığa çevirdim: “ Kimden?” diye sordum. Artık söyleyecekse söylemesini bekliyordum. Ürpertinin sıkıntıya dönüşmesi en çekilmez farklılaşmaydı benim için. Fakat bu sefer hiç çevirmeden, pat diye söyleyiverdi; kendimi boşluğa düşmüş, bağırsaklarımdan çekilirken hayal ettim: “ Andık’ı duydun mu hiç?” Mezar açıcı... ölü yiyici... Anneannemin uyku öncesi söylencelerinden silik bir hayal kahramanı canlanmıştı. Benim yıllardır gülüp geçtiğim canavarı, bu adam büyük bir ciddiyetle soruyordu bana, dalgaya alıp eğlenmek için fazlaca yaşlıydı; ama saçma sapan bir şeyi gerçek gibi paylaşamayacak oranda da deliydi... Andık; duydum tabi, ondan korkarak uyurdum. “ Anneannem anlatırdı amca” yüzüme, engel koyamadığım bir tebessüm oturdu ve eminim Yaşlı bunak bunu gördü. Zira bir süre suratıma baktıktan sonra gözlerini yuvarladı ve kafasını mezarlığa doğru salladı: “ Peki Anneannenin anlattığı buna mı benziyordu delikanlı?” İlk birkaç dakika nefes almakta ciddi sorunlar yaşadım ve kulaklarımda azgın bir baskı hissettim. Yüzüme kan fırlamıştı sanki, derim alev alev yanıyordu. Asla alışık olmadığım, hayal gücümün cılızlığı için hayret ettiğim vahşi bir görüntüydü. Nefes alırken, inlememek mümkün değildi. Ağlıyordum ve ağladıkça daha çok ağlamak için bünyemi sıkıyordum. Vücudum sarsılırken, oturduğum yerde yana devrildim, ama gözlerimi mezarlığa çevirdiğim fenerin ışığında apaçık görünen devasa yaratıktan alamadım. Kocamandı ve aç bir rüzgar misali uluyordu. Eğer gözlerim dehşete düşmüş olduğum için yanlış görmediyse, yanındaki barakayı minicik bırakan korkunç bir endama sahipti. Köpekler ona yırtınarak havlasalar da, hep kuyruklarını bacaklarına sıkıştırmış, geri geri giderek çığırıyorlardı. Uluması kanımı donduruyordu; fenerin ışığı altında parlayan kuzguni tüyleri diken dikendi. Akıl almaz şekilde vahşi bir kurdu andırıyordu. Bir zıplayışta mezarlığın diğer tarafına vardı ve mezar taşları arasına kafasını daldırıp, toprağı didiklemeye koyuldu. Ara sıra kafasını göğe doğru kaldırıp uluyor, devasa pençeleriyle toprağı eşeliyor, sonrasında yeniden kafasını kazdığı yere gömüp, bizim kulağımıza kadar ulaşan bunaltıcı homurtular çıkartıyordu. Bu şekilde, bu canice ve küfür dolu eylemini mezarlığın her yerinde sürdürdü. Kafasını her kaldırışında, isyan ettiği büsbütün belli olan genizden çıkan ulumasıyla, ruhumda tehdit yaratan dehşetlere sebep oluyordu. Köpekler hala havlıyorlardı, ama o köpeklere aldırmayacak kadar kötü ve kancıldı. Yaşlı adam tüm bu olanlar karşısında sadece eğlendiği belirtmek ister gibi gülümsedi: “ Son günlerde hiç taze ceset yok! Zavallı; Kimse ölmedi bu sıralar.” Zavallı... O Allah’ın belası ucubeye zavallı demişti. Aklım almamıştı. Çılgın bir öfkeyle, artık kendimi daha fazla tutamadan haykırdım: “ Zavallı mı? Manyak mısın sen be adam? Ne zavallısı? O şey mezarları açıyor!” umursamadan elimdeki fenerin titreyen ışığında uluyup, bir o yana bir bu yana seğirten yaratığa baktı: “ İnsanlar yapmıyor mu sanki? O en azından beslenmek için yapıyor!” O bunak oğlu bunağa iğrenerek baktığımı çok iyi hatırlıyorum. Ve nedense o an, rüzgarda hışırdayan kara çöp torbasını hatırladım. Bir tahminde bulunmak üzereydim, şaşkın ve afallamış bir tahmin: “ onlar...” dedim torbayı kast ederek, “... onlar bunun için değil mi?” Andık ulumaya devam ediyordu. İhtiyar sevgiyle karşı tepeye, cehennemin azgın yaratığına bakıyordu. “ Bunlar ona yeter mi sanıyorsun?” eliyle torbaya vurdu, “bunlar gerçekten köpekler için. Ama köpekler...” Midem bulanmaya başlamıştı. Sapkın bir herifin çarpık anlayış ve sevgi anlatısı kafamda canlandıkça kendimden geçecek gibi oldum. Uyuşmaya başlayan elimden fener düştü, ve karşı taraf karanlığa battı. Aynı anda ihtiyar adamın ürperten çığlığını duydum: “ Hayır! Feneri o tarafa tut, o tarafa!” Aniden feneri alıp, yeniden mezarlığa tuttu ve Andık’ı mezarlık içinde göremeyince kendinden geçti ve bana beklemediğim bir yumruk salladı. Ağzımda kanın sıcak kıvamını hissettim ve hayret ederek yere doğru meylettiğimi anladım. Kuvvetli bir bunaktı. Baygınlıkla farkındalık arasında oyuncak olmuşken, yeri döven acımasız bacakların koşuşunu hissettim. Neredeyse yatıp kaldığım yerde sarsılıyordum bu yüzden. Sağlam ve büyük ciğerlerin soluyuşunu duyuyordum, nefretle veriyorlardı nefesi. Yeri sarsan titreşimler giderek yaklaşıyordu. Ölesiye korkan tarafım ayıktı, ama baygın tarafımın halsizliği yüzünden korkum belirsiz bir hal alıyordu. Sarsıntılar güçlendi... güçlendi. Fakat ihtiyarın sesi tüm rüzgarın ve itiraz eden korkunç ulumanın üstüne çıktı ve heybetli kalınlığıyla gecenin tüm maviliğini ve sessizliğini kendi iradesi altına aldı. Ulumayla, ihtiyarın sesinin karmaşık kavgasını dinlerken, bilincime daha fazla söz geçiremedim ve geceden karanlık bir aleme daldım. Son hatırladıklarım belki kusurlu bir rüyadır-ya da karabasan-. Lakin Andık’ın acı çekerek ve sarmallar çizerek yok olduğunu belleğime kazıyan bir taraf var. Ayrıca Mezarlık sahibinin, kazdığı açıklığı yeniden kapadığını ve yanıma gelip toprağa düşmüş saçlarımı belli belirsiz sildiğini de mi ben yarattım. Peki o ihtiyarın bana söylediği şu sözleri, ben kafamdan mı uydurdum? “ Ben deli olarak kalmaya devam edeceğim delikanlı. Sende düş gördüğünü sanıp duracaksın; sonra unutulur gider zaten. “ yalnız iyi bil ki, gerçek asla sana öğretildiği gibi değil. Senin atalarına her şey gösterildi. Ama siz vicdanı ve mutlağı yanlış anladınız. Çoğu şeyi kendi doğası gereği kabul ederken, doğası algınıza uymayanları reddettiniz... “ Rüya dediniz onlara, hurafe. Kocakarı masalı oldular zamanla. Ve sizin bu tutumunuz yüzünden öyle olmaya devam edecekler. “ Biz onları korumaya devam edeceğiz. Biz onları ‘sizden’ korumaya devam edeceğiz. “ Ve lütfen benim kim olduğumu sorma. Yoksa rüya içinde rüyaya dalarsın...”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |