..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Sevgi sabırlı ve yürektendir, sevgi kıskanç ve övüngen değildir. -İncil
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Fantastik Roman > Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu




15 Ocak 2008
Ufuktaki Şehir II. Bölüm  
Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu
...Öncelikle uzundu… Upuzun. Simmu’nun baktığı yerden boyu adeta göğe değin yükseliyordu...


:BDBJ:
II. BÖLÜM

KUZEY RÜZGÂRI



Göçebeler Çorak Topraklar’ a batıdan gelmişlerdi. Yol boyunca yorgun ve kahırlı kervanlarına yenilginin ve dışlanmışlığın ukdesi eşlik etmişti. Önlerinde onları nelerin beklediğini hiçbiri bilmiyordu. Bedbin ve yetim bir ülke olan bu uçsuz bucaksız düzlüklerde, yaşamı andıran bir soluk peşindeydiler. Haftalar boyunca kıt kanaat beslendiler, kuruyan dudaklarını ancak ıslatmayı başaran bir yudum sularından içtiler. Umutsuzdular… Ölümün ülkesine doğru yol tuttuklarını düşünenler çokçaydı. Havası zalimdi bu yörenin; toprağı verimsiz, kuru ve çatlaktı. İçgüdüleri güneye yönlendiriyordu onları; ekilebilecek bir karış arazi, rüzgârı bir nebze makul yöreler arıyorlardı.

Böyle ulaştılar Meçhul Geçit’e. Ölüm kalım savaşı verdikleri bir zaman, asık yüzlü dağların arasında yer etmiş daracık bir açıklığa rast gelip, öte tarafından ulaşan değişik bir havayı tattılar ansızın. Günlerdir ciğerlerine batan anlayışsız rüzgârdan çok daha güzeldi ve yaşamın aradıkları soluğunu hatırlatıyordu. O vakit, en küçük değişiklikten medet umdukları zamandı.

Nesilleri kurtarmanın derdindeydiler. Geçit onlara kollarını açmış bekliyorken başka ne yapabilirlerdi ki? Bu somurtkan taş devlerinin ardında güney bekliyordu. Güney hep sıcak demekti; sıcaksa bereket, hayat ve huzur yayıcıydı. Sonunda yıldırıcı seyahatleri bitecekti. Bu, terk etmedikleri için katledildikleri ve yörelerinden sürüldükleri Tanrılarının bir rahmetiydi. Kaholi’nin cömert İlahlarına şükürler olsundu… Azap çekmişler, kefaretlerini ödemiş ve imanlarını kanıtlamışlardı. Yüreklerinde hafifleyen yük de gösteriyordu ki, bu geçit yeni vatanlarına açılıyordu. Bu mucizeye heyecanla şükrederek geçide girdiler.. Topluluklar halinde güneye indiler. Meçhulde onları bekleyen yeni yurtlarıyla kavuşmak için koşmaya başladılar... Koştular... Koştular…


---

Simmu’nun son hatırladığı şey burnuna bastırılan bir bezin iğrenç kokusuydu. Derhal uyanıklığı terk ederken, O’dorkların kendi lisanlarında söyledikleri kulaklarına çalındı. Usandırıcı bir deneyimdi; tüm kâbuslarında, konuşan ama görünmeyen ağızlarla köşe kapmaca oynamıştı. Bir lisandan ziyade bir ulumanın çekilmez gürültüsünü andıran bu dilin hoyrat kelimeleri, düş bahçelerinde zehirli nefesleriyle kıkırdayarak güzel ve iyi niyetli olan her şeyi ezip yok etmişti.

Yolculuk boyunca sarsıntılar sebebiyle pek çok kez gözleri açılmaya yeltendi. Böğürtüler ve kaba kahkahalar içini ürpertiyordu. Dumanların sarmaladığı tuhaf ve ağrılı düşleri içinde bu lisanın kaba yankıları çarpışıyordu. Bazen ağır ama çubuk gibi bir his veren parmaklar sırtında ritim tutuyor, homurtulu bir şarkının dümdüz melodisini uluyordu. Bu zamanlarda Simmu asla uyanamıyordu, başı külçelerce demir ağırlığında gibiydi ve daha önce hiç bilmediği bir zonklama kafasının içinde çınlıyordu. Tek hissettiği, hiç bitmeyeceğe benzer bir ilerlemenin rutin hareketleriydi. Bir akşamüstü gözlerini açana kadar bu hep böyle sürdü.

Bedenini ve aklını uyuşturan etki yavaşça çekiliyordu. Karanlık perdenin ardında gördüğü rüyaları daha anlamlı ve tanıdık gelmeye başlamıştı. Korkuyu kalbinin içine yığan beter kâbusların hemen akabinde fakat çok farklı ve özlem duyulan bir inziva vahasından türeyen bu rüyaları çocuk tanımlayabiliyordu. Çok güzel bir duyguydu bu. Bir gün boyunca hiç tanımadığı birilerinin yanında yabancılık çektikten sonra, anne babasının gelip onu almasını andırıyordu. Evinde gibiydi adeta:

…Bu rüyaların bir kısmı güzel günlerin hiç solmayan anılarından ibaret birkaç sayfa açmıştı. Babası Urkud’la beraber yaptıkları yolculukları ve yurdun batı sınırını teşekkül eden Dumrud Dağları’ndan öteye, yaşamın girmeye ürktüğü ‘gerçek’ Çorak Topraklar’ a uzun uzun bakışını; dedesinden dinlediği eskinin kahramanlıklarını, özellikle Ay Canavarı Andad’ı rüzgârla öldüren Sungr’lu Kultimin’in maceralarını dinlemeyi ve arkadaşlarıyla çadırların arasında koşturarak oynadıkları oyunları… Muhakkak Simmu’nun ruhu, tüm bunları sevecenlikle duyumsuyor, hiçbirinin dokunuşunu aklından çıkarmak istemiyordu. Yurtta günler, amcası Yakud’un dediği gibi ‘yaşam damarından uzak ama yaşama sevincinin bilincinde’ geçiyordu. Apansız ölüm gelene kadar…

Simmu birden bire acıyla inledi.

Zira baygın halde taşınan bir ganimetten fazlası değildi ve pek az kıymet, ayrıca gösterilen kıymeti aratacak cüzilikte hürmet görüyordu. Sert zemine adi bir torba misali sırt üstü atılmıştı. Dahası, kimse o anda çocuğun vücuduna yayılacak acının derdine düşecek denli anlayışlı ya da vicdan sahibi değildi.

Keskin bir şekilde bilinci yerine geldi. Öyle beklenmedik bir biçimde ve zamanda uyanmıştı ki, çevresinde olup bitenlere bir süre hiçbir anlam veremedi. Hala çözemediği bir lisanın boğuk sesleri, bilincini ilk uyaran gözlem oldu. Atılıp bırakıldığı yerde doğrularak, yanan gözlerinin yardımıyla ileriye doğru baktı.

Karanlıktı; ama alışık olduğu bir karanlıktı bu. Tonyuk kabilesinin kışlık kuytusu, göğü ve geceyi karanlıkla paylaşmayı öğrenmiş Yörüklerin yurduydu. Çorak Topraklar’ın sert mizacını tamamlayan unsurlardan biriydi karanlık. Geceler genellikle aydınlıktan uzak, çadırların içinde ve uğuldayan rüzgârın ders verir gibi buyurgan olduğu esişini dinleyerek geçerdi. Diğer göçebe kabilelerde de olduğu gibi Tonyuk yörükleri de bebeklerine asla ninni söylememişlerdi. Yavrularına rüzgârı dinletirler, rüzgârı benimsetirlerdi. Zira bu yörede hayat sadece rüzgâra tahammülle kazanılmıştı.


Kabileler yerleştikleri zaman onları karşılayan ev sahibeleri yalnızca rüzgârdı. Onunla iyi geçinmenin yollarını buldular. Rüzgâr onları sarmalamış bir deniz gibiydi ve onlar bu denizin ortasındaki bir adada yaşamak zorunda olan canlılardı. Çorak toprak ve huysuz rüzgâr hep tepelerindeydi, ne ki bir süre sonra onu da kabilenin bir ferdi gibi görmeleri kaçınılmazdı.

Simmu yüzüne sürtünen esintide bir farklılık seziyordu. Bir yandan daha yumuşaktı; hep bildiği o ısıran rüzgârlardan farklıydı. Diğer taraftan ise daha soğuktu; Simmu sert ve gürültücü de olsa, asla bir rüzgârın kemiklerini sızlattığını hatırlamıyordu. Meçhul Geçit’in kuzeyindeki kuvvetli rüzgârlardan bahsedildiğini anımsıyordu. Kendi yurtlarındaki hoyrat rüzgârın erkek kardeşi; daha dik başlı ve uzlaşmasız… Demek ki Meçhul Geçit’ten kuzeye geçmişlerdi. Simmu bu kadar kuzeye daha önce hiç gelmemişti. Annesinin ve babasının yanından bu kadar uzak kaldığı hiç olmamıştı… Annesi… Babası…

Beklenmedik bir anda, bir el onu kabaca tutarak kaldırıncaya kadar hülyalı halinden sıyrılamamıştı. Aklı ansızın yangın yerine döndü ve onunla son konuşan O’dork’un çürümüş sıçan kokan ağzı ve sarf ettiği acımasız sözler geldi:…

Onu çıtırdayarak yanan bir kamp ateşinin yanına sapıtmışlardı. Tüm duyuları geri gelmişçesine duymaya ve görmeye başladı. Adeta rüya halinden yeni uyanmıştı. Etrafında hummalı bir uğultu ve toprak üzerinde koşuşturan ayakların gürültüsü çoğalıyordu. Bazen böğüren bir O’dorkun boru gibi sesi kulağına yapışıyor ya da beraberce kahkaha atan bu vahşilerin kalın lisanlarından takırdayan kelimeler duyuyordu. Fakat Simmu ne duyduğu lisanı değerlendirerek çevresinde birileri olduğu sonucuna ulaştı, ne de ağrıyan ve tutulmuş körpe kaslarına zahmet vererek berisinde yakılmış kamp ateşine dönmeyi denedi. Yalnızca önündeki araziyi müphemleştiren geceyi aval aval seyretti. O’dorkların anısı belki de onu hiç terk etmeyecek bir biçimde oturmuştu içine. Artık onların kötücül lisanları, sapkın kahkahaları ve acımasız saldırganlıkları Simmu’nun en nefret edeceği ama en sadık dostları olacaktı.

Çelimsiz ve henüz deneyimsiz bilincinin, onu daha fazla sarsaklaşmaması konusunda uyarmasının ardından gördüğü ilk şey kızıl ve oynak kollarını dans ettiren ateş oldu. Büyük bir ateşti; kocamandı. Simmu ateşin bir iki adım yanına düşmüştü ve içinden gelen çıtırdamaları duyabiliyordu. Ateşin oynak ve kalın kollarının ötesinde sağa sola hareket eden uzun ve ince karaltılar vardı. Guruldama benzeri sesleri yeniden o anda duydu ve tüm dünyasını iki parmağı arasında yıkan uğursuzluğu, bir kalp atımı zamanda yeniden hatırladı. Karnına gergin bir ağrı saplanmasıyla gözleri yaşardı ve ateşin yanı başında, koyu gölgelere gizlenmeyi başarmış dudakları büküldü. Dirayet… Ne yazık ki çocukların anlam vermek zorunda olmadıkları bir meziyettir. Sağlam görünmek bir çocuğun ihtiyaçları arasında sayılamaz. Onlar için sağlam duran ve tehlikelere karşı koyan kimseler vardır…

Annesi… Babası…

-Simmu!

İsminin fısıldandığını duyamayacak denli üzgündü Simmu.

-Hişt!.. Simmu!

Anne… Artık annesi hiç olmayacaktı. Sığınabileceği ve merhameti öğrenebileceği kimsesi kalmamıştı.

-Simmu!.. Simmu baksana…

Babası… Babası da gitmişti. Onların yokluğu, içine iki derin yara gibi oyulmuştu ve bu gerçeği her hatırlayışında dermansız bir sancı bu oyukları ısrarla deşiyordu.

Biri ismini mi sesleniyordu?

-Hey!.. Simmu… Buraya baksana be sağır velet!

Simmu çatırdayarak yükselen alevleri seyretmekten kendini alıkoyarak çevresine bakındı. Birden bastıran üşümesi geçmemişti ama uzun uykusunun tortusunu üzerinden attıkça ateşin sıcaklığını teninde hissedebiliyordu. Koşuşturan ve ince uzun karaltılarıyla gecenin tohumlarına benzeyen haydutlar onunla ilgilenmiyorlardı. Fakat Simmu sayılarının tahmin ettiğinden çok olduğunu gördü. Tek kamp ateşi, şimdi yanında doğrulmaya çalıştığı ateş değildi. Kafasını ateşin sağını solunu görebilmek için uzattığında en az on tane ateş saydı. Hareketsizlikten tutulmuş kaslarına anlayış göstererek yavaşça vücudunu arkasına çevirdiğinde ise, dik ve yayvan bir tepenin üzerinde serpiştirilmiş gibi yakılmış yüze yakın ateş daha olduğunu anladı. Eğer böyle şeylerden bir anlam çıkarma yetisi olsaydı, O’dorkların, nihayet –dört senelik seferin ardından- yurtlarına döndüklerini anlayabilirdi. O ise sadece ürpererek titredi ve yeniden kendini ateşe doğru çevirdi.

Dönüşün yarısında, Simmu iki meraklı bakışla göz göze geldi. Alevlerin kızıl yansımalarını içinde hapsedip yanıyor gibi görünen bu iki meraklı ve heyecanlı gözün sahibi, Simmu’nun yabancısı değildi. Çocuk oldukça şaşırarak ve tedbirsizce ‘Lokman!’ diye bağırdı.

Lokman telaşla sağ elini ağzına götürüp, kalın kaşlarını yukarıya doğru kaldırdı, gözlerini kocaman açarak Simmu’nun şaşkın bakışlarına endişeyle karşılık verdi. Suratına yerleşen panik ifadesi, karşısındaki çocuğa sessiz olmaları gereken bir yerde olduklarını hatırlatmaya çalışıyordu ya da yalvarıyordu. Çocuk anlamamakta ısrar ettikçe Lokman’ın eli ayağına dolanıyordu.

Lokman bu sefer derdini el kol hareketleriyle anlatmayı denedi. Ellerini yukarı aşağı oynatarak seslerinin haddinden fazla çıktığını göstermek istedi ama nafileydi. İhtiyatla kısılmış gözlerini sağa sola çeviriyor, seslerini duyup onları cezalandırmak için gelen birilerinin olup olmadığını araştırıyordu. Lakin Simmu tedbirli davranmayı bir süreliğine boş vermiş gibi oturduğu yerde kıpırdanıp yüksek sesle Lokman’ın ismini tekrarlıyordu; daha çok ağlamaklı bir ifadeyle geveliyor ve coşkuyla bir şeyleri açıklamaya çalışıyor da olabilirdi:

-Lokman?.. Sen de buradasın demek! Ben de sanmıştım ki… Ah Lokman!.. Babamı... Annemi… Neler oldu anlayamadım?.. O kadar üzgünüm ki Lokman… Ama en azından sen de buradasın. Şey… Yani… Tabii senin için çok üzüldüm ama... ne bileyim.. Çok korkuyorum Lokman!”

Bu beklenmedik bir gelişmeydi. Simmu’nun yüreğini yakan biçare yalnızlık duygusu sinmeye yüz tutmuştu. Benliğine zerk olunan soğuk ve kötürüm duygular şimdi yuvalandıkları deliklere saklanmaya çalışıyorlardı. İkircikli mutluluğun gelgeç sevinçleri, kamp ateşinin yanında yakaladığı Simmu’ya inatla sarılmış onu anlık bahtiyarlıklarla dolduruyordu. Ve çocuk bu sebeple Lokman’ın endişelerine bir mana veremedi… Neden susmasını istiyordu ki?

Sorusunun cevabı, Lokman’ın suratında patlayan bir tokat olarak karşısına çıktı. Aniden arkalarında beliren uzun boylu haydut Lokman’ın yanağına öyle şiddetli bir tokat atmıştı ki, genç çocuk oturduğu yerden havalanıp bir iki adım öteye savruldu ve ateşin bir iki karış dibine düştü. Tokadın patlama sesi hala Simmu’nun kulaklarında yankı buluyordu. Lokman düştüğü yerden kalkmadı, aksine daha da büzülerek tortop oldu. Üzerine gelen O’dork’un acıması yoktu, ayağının önüne denk gelmiş vücuda bir tekme indirmesi an meselesiydi. Burnundan öfkeyle solurken, Simmu ilk kez dikkatle bir O’dork’un neye benzediğini görüyordu.

Öncelikle uzundu… Upuzun. Simmu’nun baktığı yerden boyu adeta göğe değin yükseliyordu. Ateşin yanında dikilirken tüm kızıl yansımalar ondan çekiniyordu; üzerinde bir nebze aydınlık oluşmamıştı. Karanlık bir yarığın insan siluetine bürünmüş serabı gibiydi, ya da korkusu onu uyuşturduğu için Simmu’nun aklı ışıkla karanlığı çarpıtıyordu. Bu haliyle O’dork sadece bir karaltıydı.

Dimdik ve kısacık saçları incecik dikenler misali kafasından yukarıya doğru başkaldırıyordu. Boynu belli olmuyordu; kafası omuzlarına kadar devam ediyor gibiydi. Ve omuzları iki yuvarlak kıvrım haline ortaya çıkmıştı. Bu da Simmu’nun bir başka gözlemi oldu: uzundular ama hayret edilecek oranda zayıf olmaları tuhaftı. Bütün kemiklerinin baş kısımları açık seçik görülebiliyor ve bu haliyle zafiyet geçiren bir çocuğun serpilmiş haline benziyordu. Vücuduna oranla hayli abartılı görünen kollarının bileklerini deri şeritlerle sarmalamıştı. Simmu ayak bileklerine bakınca aynı deri şeritlerden gördü.

Ayak bileklerinin yanında Lokman yatıyordu. Bir yanında ateş, diğer yanında karanlık O’dork bekliyordu. O’dork’un hala öfkeyle soluduğunu ve Lokman’ı tekmelemekten vazgeçtiğini gören Simmu ürpertiyle çarpıldı. O’dork yüzünü Simmu’ya doğru çeviriyordu.

O’dork’un vücudunda ışığı iştahla yutan tek yer, gözbebekleri olmayan gözleriydi. Kızıl yansımalar, tümden bembeyaz olan gözleri şeytani bir metruklükle dalgalandırmıştı. Alında ve çenede sivrilen yüzü elmacık kemikleri hizasında biraz genişleyip, ince bir yağmur damlasını andırıyordu. Boynu rahatsız edici miktarda kalın da olsa, yüzü kafasına oranla alışılmadık derecede ufaktı. Ve şimdi o gözbebeksiz gaddar bakışlar Simmu’ya çevrilmiş hırıldıyordu. Simmu çaresizlik içinde ne yapabileceğini düşündü. Böylesi bir hiddet karşısında ne yapılırdı? Afallamış bakışları yerde yatan Lokman’ a çevrildi. Genç çocuk şeklini bozmuyor ve titremiyordu da. Tehlikenin başka tarafa yöneldiğini anlamıştı.

—Konuşmak yasak! Dedi O’dork; kelimeleri ağzından fırlatarak konuşuyordu. İnsan lisanına alışık değildi ve insanlar gibi konuşmaktan hiç haz etmediği halinden belli oluyordu. Kalın sesi bu lisanı konuşurken, dar bir gömlek giymiş şişman bir adam gibi zorlanıyordu; ıkınıyor ve ofluyordu.

O’dork aynı memnuniyetsizlikle ‘oturun ve önünüze bakın!’ diye inledi. Simmu dehşete düşmüş bakışlarını derhal yere eğdi ve dua ederek bekledi. Bu olayı gören iki üç tane O’dork durup arkadaşlarının zorbalığına güldüler ve acımasız sırıtışlarıyla Simmu’nun kalbi buz kesene değin kıkırdadılar. Lokman’ı yere yapıştıran O’dork Simmu’nun yanından geçip giderken çocuğun kafasına uzun ve sert parmaklarının ucuyla vurdu. Kafa derisine batar gibi değen parmaklar, Simmu’nun gözlerini yaşartan bir acı peydahlamıştı.

Kıpırdamaya bile korkarak geçirdikleri o gece, O’dorkların vahşiliği yüzünden tam bir işkenceye dönüşmüştü. Her an birinin yanlarına gelip canlarını yakmasını bekleyerek, aldıkları nefesi dahi usulca vermeye gayret ederek sinmiş önlerine bakıyorlardı. Simmu ayakta uyuyana kadar bir kaya gibi kıpırtısız bekledi. Yüreği minik ve yaralı bir kuş gibi telaşla ve canhıraş atıyordu.

Kaba bir el onu tutup bir atın üzerine yerleştirdiğinde, hiç uyuyamamış olmanın bitkinliğiyle mücadele ediyordu. Hâlbuki altı saat boyunca düştüğü yerde uyuklamış ve şimdi sabahın ilk çekingen pembeliği doğuda karış karış yayılıyorken uyandırılmıştı.

Bütün kamp ateşleri söndürülmüştü. Siyah çizgiler misali incecik olan dumanları göğe doğru tırmanıyor, sabahın önünden kaçan gecenin koyuluğuna teker teker saplanıyorlardı. Rüzgâr sakinleşmiş, hava yumuşamıştı.

Simmu O’dorkların çokluğu karşısında hayret etti. Sadece çocuğun çevresinde gidip gelen yüz kadar haydut olmalıydı. Kafasını uzatıp aşağıdaki düzlüğe baktığında karşılaştığı manzara nefesini tutmasına neden oldu. Öbek öbek toplanmış kara şekillerden bir tarlaya bakıyordu Simmu. Ve o tarladaki kara mahsul, Simmu’nun gecelediği tepenin eteklerine doğru yayılıp, kalabalık ve aceleyle hareket eden sayısız O’dorka dönüşüveriyordu.

Simmu’nun elleri ve ayakları bağlanmıştı. Bir yanda elleri, diğer yanda ayakları olacak şekilde atın üzerine yerleştirilmiş, kafilenin hareketini bekliyordu. Yüzü, atın karnıyla aynı hizaya gelmişti ve baş aşağı durduğu için şakaklarına bir basınç yavaşça yerleşmekteydi. Sanki kafası şakaklarından patlayacak gibiydi. Eğer kafasını kaldırmazsa bunun gerçekten olacağından korktu ve büyük bir azimle başını geriye doğru bir miktar kaldırdı.

Tam o sırada havayı bir borunun buyurgan sesi doldurdu. Herkes yaptığı işi bıraktı, kaba ve kalın seslerin yuvası olan yüzlerce ağız apansız sustu. Boru bir nefeste, yükselip alçalmadan ve uzunca bir süre öttürüldü. Simmu sesin aşağıdan, düzlükteki kampların olduğu alandan geldiğini düşünmüştü. O tarafa bakan O’dorkların bembeyaz gözleri de çocuğu onaylıyordu.

Nihayet doğudaki pembelik, o nahoş rengini üzerinden atarak ilk önce sakin bir kızıllığa, ardından o kızıllığı göğün tepesine doğru kovalayarak onu berraklığın içinde görünmez kılan mavinin sabahına bürünmüştü.

Boru bir daha öttürüldüğünde O’dorklar aşağıya doğru paldır küldür koşuşturmaya başladılar. Muazzam bir toz bulutu etrafı sardı, sayısız ayağın şiddetle ezdiği toprak sarsıldı ve toz bulutu borunun hiç durmayacakmış gibi kudretle yükselen bağrışının üzerine kapandı. Simmu’nun yanından pek çok O’dork hırıldayarak geçti ve düzlükte toplanan diğer haydutların arasındaki bir diğer küçük ve siyah noktacık olup çıktı.

Kafasını sürekli havada tutmak boynundaki kasları isyana sürüklüyordu. Ara sıra bitkince başını yeniden aşağıya doğru salıyor, sonra ise inatla yeniden kafasını kaldırıp, kapkara varlıklarıyla akıl almaz bir kara delik oluşturmuş O’dorklara bakıyordu. Bu görüntü Simmu’ya çok garip gelmişti. Barbarların hepsi, içinde toplandıkları çemberin merkezine doğru dönmüş bakınıyorlardı. Kara delik içten içe kımıldanıyor, dalgalar halinde gidip geliyordu. O denli geniş bir daireyi Simmu ilk defa görüyordu. Herhalde binlerce O’dork vardı!

—Komutanları konuşma yapacak. Simmu derhal kafasını diğer tarafa çevirdi ve kendisiyle aynı durumda olan Lokman’la göz göze geldi. Bütün gece ne bir kelime daha konuşmuşlar, ne de birbirlerinin yüzüne bakmışlardı. İkisi de diğerinin varlığını tamamıyla görmezden gelmek durumundaydı. Simmu kendisinden beş yaş büyük Lokman’ın zorla gülümsediğine şahit oldu. Tokat yediği yanağı şişmiş, bir gözü kan toplamıştı.

Simmu ilk önce aşağıda güruh haline gelmiş O’dorklara, ardından yanındaki ata atılmış Lokman’a baktı. Herhalde aşağıdaki düzlükte toplanmışken Simmu’nun konuşmasını dert etmezlerdi. Lokman konuştuğuna göre…

—Neler oluyor Lokman? diye sordu Simmu. Aklı öyle karışıktı ki.

—Topraklarımızı istila ediyorlar, olan bu. Lokman Simmu’nun kafasından görebildiği kadarıyla aşağıdaki hengâmeyi izlemeye çalışıyordu. Simmu’da başını o yana doğru çevirdi.

—Bana şanslı olduğumu söylediler. Beni yemedikleri için… Simmu hala anne ve babasının ıstırabıyla hesaplaşmamıştı. O talihsiz anı ara sıra kalbine dokunuyor, sızıntı haline bir acıyı damarlarına bırakıyordu.

—Hepimize öyle söylediler.

—Hepinize mi? Simmu merakla kafasını Lokman’a doğru yeniden çevirdi, kim ‘hepiniz’?

—Hepimiz, dedi Lokman normal bir edayla, tüm kabile reislerinin çocukları. Çoğu aşağıdaki kamplarda. Bazıları yokuşun tepesinde. Bir an susup bekledi, bakışlarını ezik bir kalbin sisleri kapladı. Diğer çocukları koyun sürüsü gibi güdüyorlar. Onlar en önde ve her lanet gün ağlıyorlar. Hepsi... Ağlıyor ve haykırıyorlar. Annelerini, babalarını çağırıyorlar. O kadar korkuyorlar ki! Bu hayvanlar, geceleri çocukları ateşlerinin önünde korkutarak eğleniyorlar. Zavallılar ağladıkça onlar daha da azgınlaşıyorlar. Kanlanmış gözünden bir damla yaş alnına indi ve orada bulduğu bir tümsekten aşağıya atladı.

Aşağıdan, oldukça kalın ve gür sesli birinin attığı nutuğun mırıltıya benzer uğultular ulaşıyordu. Ve ara sıra, o nutkun hezeyan anlarında büyük bir bağırış çağırış gürültüsü patlıyor, anlaşıldığı kadarıyla konuşandan aldıkları ilhamla barbarlık damarlarını şişiriyorlardı. Simmu, bir işe yaramayacağını bilse de, bir müddet o komutanın neler söylediğini anlamaya çalıştı. Ne var ki rüzgâr, onu bundan mahrum ediyordu. Esintisi tepenin bir tepesine, bir eteklerine varıp geliyordu.

—Neredeyiz Lokman?

—Meçhul Geçit’in içinde. Tam ortasındaki Konak Düzlüğü’nde… Kuzeyimiz muğlâk bir kuraklık ve kış içinde. En azından gidenler hep öyle anlatırlar.

—Peki, bu canavarlar nasıl olur da, kurak topraklarda yaşayıp, çoğalıp, güçlenip bize saldırırlar?

—Sanırım bunu yakında göreceğiz. En azından bizim görme şansımız olacak.



Simmu’yu tarifsiz bir sıkıntı kaplayıverdi. Güdülen çocukları hayal etti. Endişeyle ve masumane tavırlarıyla korkularını bakışlarına aksettirmelerini düşündü.

—Peki onları… Simmu tamamlayamadı. Babasının bir zamanlar amcası karşısında takındığı çekimser tavrı hatırladı.

—Şimdilik hayır, diye karşılık verdi Lokman, eğer yemelerini kast ediyorsan. Çünkü çocuklar yemeden içmeden kesildi ve zayıflar. Bu da onları hem ölüme yaklaştırıp hem ölümden uzaklaştırıyor. Tuhaf değil mi?

Simmu bunun ne demek olduğunu anlayamadı. Fakat aklına başka bir şey takılmıştı. Lokman ‘bütün reislerin çocuklarına’ dememiş miydi?

—Lokman sen reisin…

Etrafları, aniden patlayan uğultunun saldırısına uğradı. Aşağıdaki düzlükte toplanmış binlerce –belki onbinlerce O’dork- aynı anda ulumaya başlamışlardı. Simmu kafasını çevirip tepenin eteğindeki düzlüğe baktı. O simsiyah deniz öyle bir dalgalanıp kabarıyordu ki, Simmu heyecan ve korkudan dolayı istemsizce inledi. Uzakta, oluşturdukları dairenin çemberinde nutuk çeken komutanlarına dönmüş O’dorklar hep beraber ellerini kollarını kaldırıp tezahürat yapıyor, yerlerinde tepiniyor, kılıçlarını havaya kaldırıp çılgınca haykırıyorlardı.

—Komutanlarını selamlıyorlar, Lokman kopan velveleden Simmu kadar etkilenmemişti. Umursamaz ve nefret eden, hasmane bir tavırla konuşuyordu. Simmu, atın üzerine atıldığı biçimin el verdiği ölçüde O’dork denizine doğru baktı. Birden aklına başka bir konu takıldı:

—Diğer çocuklar nerede? Dün gece Lokman’la konuştukları akranlarının akıbetini merak etmişti.

Lokman, bohça gibi atıldığı atın üzerinden, elleri ve ayakları bağlı olduğu halde, burnunu kullanarak O’dorkların toplandığı alanı işaret etti:

—Şurada. Komutanın kara çadırı arkasındalar.

—Peki, biz neden böyle taşınıyoruz? O’dork’ların vahşi tezahürat ve bağırışları bir yükselip bir alçalıyordu.

—Çünkü biz reis çocuklarıyız.

Simmu, az evvel soramadığı soruyu yeniden hatırladı:

—Nasıl olur? Sen reis Konur’un oğlu değilsin ki? Hatta onun bir çocuğu bile yoktu.

Eğer Simmu Lokman’a bakmayı başarabilseydi, çocuğun baş aşağı vaziyette, onu onaylarcasına kafasını salladığını görebilirdi:

—Doğru, dedi Lokman dalgın bir sesle. Ama bunu bilen kimse kalmadı; herkesi öldürdüler. Lokman’ın sesi hınç ve öfke ile usulca sertleşmişti. Fakat yeniden dalgacı bir hale büründü. Eh, en azından iyi bir biçimde seyahat etmek adına, bu zorbalara yalan söylemek o kadar da kötü bir şey sayılmaz.

Simmu karşılık olarak, aşağıdan yükselen uğultuyu dinlemekle yetindi. Bu zorbaların üzerlerine saldığı korkuyu, çocuksu bir tahlil yöntemiyle çözemiyordu. Ölesiye, apak gözlerinden, upuzun ve sıska bedenlerinden, kaba dillerinden ve ulumalarından korkuyordu... Ama en çok da gaddarlıklarından.

Tokat gibi bir çığlık Simmu’yu düşüncelerinden çekti aldı. Kalbi aniden hızla atmaya, aklı anlamsız bir karmaşaya teslimiyete başladı. Ne oluyordu?

—Lokman?

—Bilmiyorum küçük dostum. Sanırım asıl yolculuğa başlıyoruz.

—Asıl yolculuk ne demek Lokman? Simmu neredeyse ağlayacaktı. Zira o çığlık bir müddet evvel bitmiş olsa da, yankısı hala düzlüğün üzerinden, Simmuların beklediği tepeye doğru plansızca çarpıyor ve küçük çocuğun ruhunda şekilsiz bir heyecan yaratıyordu. Lokman, Simmu ile göz göze gelebilmek için boynunu büküp gözlerini ona dikti. Simmu hala baş aşağı vaziyette, muhtemelen korkudan titriyordu:

—Asıl yolculuk Simmu. O’dorkların ülkesine. Kuzeye ve kıraç toprakların vatanına! Atalarımızın, yurdumuza gelmeden evvel geçtikleri ölü ülkeye!

Geldiklerinde en fazla 15 boydular. Meçhul Geçit’ten şaşkınlık içinde güneye inerken huzur arıyorlardı. Aylardır onları tüketen kuru toprak, ölümcül hava ve gri gökyüzünden kurtulmak arzusundaydılar. Ve aslında daha da tedirgin edici ve hep arkalarına, kuzey ufkuna bakmalarına sebebiyet veren bir kovalamacanın avıydılar. Batı’nın latif kentlerinden onları kovan yeni dinin hükmedicileri, bununla yetinecek insanlar değillerdi. Messa Masana’nın adil fakat aciz hükümdarı onlara hayatlarını bağışlamıştı bağışlamasına, peki bu kimsesiz ve ölgün topraklarda katledildiklerinde onları kim koruyacaktı? Kaholi Tanrıları onları çok çetin bir sınavdan geçiriyordu. Ki bu geçidin ardında bulmaları muhtemel ülke, onlara vaat edilmiş yurt olacaktı. Heves ve aceleyle o yüksek duvarlı ve dar geçidin uzun koridorundan geçtiler. Meçhul Geçit, adını o gün almıştı. O günden sonra, güneydeki meçhul ama davetkâr topraklar onların yeni ülkesi, geçidin kuzeyi ise yeni nesiller için kesinlikle meçhuliyetin belirsiz tanımı olacaktı. Onları kovalamaları için ayartılmış Vahşi saldırganlar, bilinmeyen bir kaderin peşinden güneye kadar onları önlerinde koşturacak fakat sonrasında dehşet içinde kuzeye, hep sığındıkları ve herkesten saklandıkları yurtlarına döneceklerdi. Öyle ki, katlettikleri göçebelerin vebalini ya da kefaretini ödemek için saklanacaklardı sanki. O’dorkların fetret evresi böyle başlamıştı.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın fantastik roman kümesinde bulunan diğer yazıları...
Ufuktaki Şehir III. Bölüm
Ufuktaki Şehir

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Sanki... [Şiir]
Gidişim [Şiir]
İnsan Çiftliği [Öykü]
Garip Bir Buluşma [Öykü]
Mezarımı Derin Kaz [Öykü]
Oda - - - 1 - [Öykü]
Nokta [Öykü]
Yol Bitti [Öykü]
Cennet [Öykü]
400 Küp [Öykü]


Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu kimdir?

KiMDir??. . GerÇEkTeN. . KiMDir??

Etkilendiği Yazarlar:
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.