Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine... |
|
||||||||||
|
Herşeye rağmen beklemediği bir tedirginliğin eşiğinde gibiydi. Hissiyatında garipsediği bir değişiklik daha vücut bulmuştu; İçinde bir vahşilik toplanıyordu. Fütursuzca etrafına saldırabilir, umursamadan parçalayıp, ruhuna oturmuş ölçüsüzlüğü, kabına sığmazlığı, damağı kurutan bir susuzluğu giderir gibi doyurabilirdi. Benliğinin yolu unutulmuş bir odasında uzlete çekilmiş, Hamd’ın uykuya yattığı o eski vakitlerde bütün varlığına hakim olan uysallığı, şimdi, pek çok yıl ve çoğunu unuttuğu algı ötesi düşlerden sonra silikleşmiş, adeta ezilmişti. Akıldışı bir eylem, ancak böyle sonlanabilirdi herhalde. Eğer hala doğru hatırlıyorsa, bu anın takdis edilerek kabul edilmesi gibi bir zorunluluk vardı. Yarı kaygılı yarı hazır bir kıpırdanışla, yanında oturduğu çukurun dibinde ayağa kalkıp, gecenin sinsice, yumuşak bir tül gibi sezdirmeden üzerine kapandığı topraklara bakındı. Hamd koyu ve kalın bir çizgi gibi uzayıp giden ufuk çizgisinden birilerinin çıkıp gelmesini bekliyordu adeta. Sanki tam da o anda gelmeliydi beklenen. Gün ışığının defedecisi ve derin uzaklıklara açılan gecenin içten mihmandarları gibi dimdik ve her nasılsa çarpık görünmek için olmadık yerlerinden kalınlı inceli dallar doğurmuş ağaçlar, ona düşmanlık dalgaları yayıyordu. Buralı olmadığını biliyor gibiydi halleri. Yanında ayağa kalktığı çukura, asırlardır evi olmuş zifiri oyuğa bakakaldı. Özlemişti ama korkuyordu. Vahşiliği daha da harlandı. Asırlardır hareketsiz bir bekleyişle varlığından kopmuş kanı birdenbire damarlarını yeniden ısıttı ve hoşgörüsüz bir acı etini dağladı. Derisini uslanmadan yoklayıp duran soğuk sıcağa tutuldu ve gecenin karanlığı içinde, ardında cehennemden bir manzara saklayan minik bir yarıkmış gibi kızıl bir aydınlıkla, sanki o aydınlık bedenindeki kafir bir kaynaktan çıkıyormuşçasına ışımaya başladı. Evet, o anda gelmesi beklenen, gelecekse şimdi gelmeliydi. *** Hazırlıklarını tamamladığı an güneşin son ışıkları, kerpiç duvardaki pencere boşluğu içinden, nurlu bir altın rengiyle içeriye doluşuyor, zeminden tavana doğru yayılırken tozlara bulanıp şeffaflaşıyordu. Bu zayıflar coğrafyasında nasıl da diretmişti ayakta kalmak, kanmamak ve kaybolup gitmemek için. Ruhunun bitap omuzlarında öyle bir ağırlık taşıyordu ki, bu safranın adı ne külfet ne de kefaret olabilirdi. Yepyeniyken akıldan hiç çıkmayan fakat geçen zamanın oda oda birikip koca bir müştemilatı doldurur gibi geçmesiyle ilk önce gülümsemesi, sonra sesi, ve sırasıyla gözlerinin rengi, kulaklarının kıvrımı, yüzünün şekli yokluğa karışan, nihayet sadece muğlak bir imge gibi sadece aşkı hatırda kalan ismi bile unutulmuş bir sevgiliymişçesine kaybolup gitmişti bu ağırlığın nedeni. Nihayet bunu yeniden anımsayabilecek ve belki de ıstırabının bir işe yarayıp yaramadığını anlayabilecekti. Kuşkusuz hazırlık dediği üç beş parça öteberi değildi. Tek katlı, tek odalı ve tek kapılı kerpiç evinin zemininde yatan ahşap bir kapağı yerinde kaldırıp, bekledi. Her bir kenarı dörder karış uzunluğundaki delikten mis gibi bir koku sızıyordu. Ne zamandır ilk defa! Bu suretle doğruluğu ispatlanmıştı. Kapağı yeniden kapatırken koku midesini kaldırdı ve çok az vakti kaldığını anladı. Ağzından yere saçılan ifrazatın arasında yedi tane diş saydı. Endişe içinde önce dişlere, sonra odanın arka tarafına baktı. Oyuğundan düşmüş gözü kurumaya başlamıştı bile. *** En büyük şanssızlığı gözünü diktiği o karanlıktı. Sıkıntının yeknesak tarifsizliği süresince kendi sert durağanlığını tersine çevirebilecek bir mecra, eyleme geçtiğinde, nihayet kendini bulabileceği bir alan arayıp durmuştu. Bir anda, birbiri içine girmiş toprak ve gök unsurlarının tahayyül edilmiş halinde, varlıkların sadece düşünce olarak kendileri olabildikleri garip ve hunhar kavramsızlığın bir yerlerinde, ona benzer pek çok düşünülmüş fakat bırakılmış fikir imgelerinin doluştuğu ama yine de hala uçsuz bucaksız boşlukların olduğu yaratım çöplüğünde, karanlığın içinde ışıldayan bir oluşumun değişikliğiyle çelinmişti. Hiçbir şey olmaktan fazlasını becerebilmeyi hayal ediyordu. Bir madde, bir gerçek, zamanın biçare akışının altında eskimek, yıllanmak ve hiçliğe yeniden özlem duymak istiyordu. Fakat, devasa planın içinde öncelikli olabilmek o kadar da kolay değildi. Zaten tasarlanmış ve düşünce olarak yaratılmış sayısız unsurlar arasında öyle mükemmel ama yazılanın dışında kalan belirleyiciler vardı ki, artık tümü bu yaratım çöplüğünde işlevsiz parçalar gibi, belirsiz bir vaktin zuhur etmesini bekliyorlardı. Üstelik tek başlarına da, hep beraber de bir hiçtiler. Esas yıkıcı gerçek tam olarak buydu! O ışıldayarak ‘var’ olmaya yüz tutan nokta bir tılsımla gerçekleşir gibi somutlaştı. Zaman, tüllerden mürekkep kıvrık ve oynak düzlemiyle o bölgeye itiliyordu. Yaratım çöplüğünün sönüklüğüne tutarsızca vuran görkemli aydınlığından doğurduğu ‘zaman’ı işler kılan Yazgı Boşluğu, beklenmemiş gibi görünen, kozmik kırığı bir hareketle sarsıldı. O sıkılgan ve kıvranan, önemsenmemiş ‘düşünce’, Yazgı Boşluğunda kendini zorla gerçeğe dönüştürüyordu. Tüm boşluk hayret ve endişe ile genişledi ve yankılandı. Çaresizce varolmaya aç olan düşünce, boşluktaki sarsıntının dehşeti ve aslında Büyük Plana uygun olarak, gerçekliğe serpilmeyi bekleyen diğer yaratım yansımalarının baskısı neticesinde boşluktan çekildi ve ışıldayan, yoğrulan, kendini oluşturan ve sınırları hiçliğin ortasında garip bir varlıksal düzenle doğan aleme zerk edildi. Hulasa, toprak daha sıcak ve vıcık vıcıktı. Kabarcıklanarak patlıyordu kahverenginden çok siyaha çalan yüzey. Fakat sandığının aksine Büyük Plana hep yerleştirilmiş olan yaratık, henüz yörüngesinde döneceği Güneş’ten mahrum, dahası ürkek ve kavrulan Dünya’ya kavuştuğunda... Yazılanın dışında, bilinmesi tasarlanmışın dışında olacak olan var mı ki? *** Bir sıçrayış. Tek bir zıplama onu koca meşenin tepesine ulaştırmıştı. Dal ve yaprakların siyah tülbendinin üzerine tüneyip, benliğini fetheden vahşilikten doğmuş saldırganlığı nerede tüketebileceğini –en azından bir nebze sakinleştirebileceğini arar olmuştu. Uzaktan, gece göğünün tamamlayıcısı gibi kasvetle gölgelenmiş görkemli meşenin tepesinde, sinip bekleyen bir maymun gibi görünen Hamd, yabaniliğin doğurduğu açlık ve sabırsızlıkla, ayaklarının altındaki dalları kemirmeye başladı. Zavallı dalları hoyratça ısırıyor, kaba parmaklarının arasında parça parça ederken inliyor ve yeşil yaprakları avuç avuç yolup, yumruklarının ter kokulu mengenesinde ezip büzüyordu. Gittikçe geç kalıyordu gelecek olan. Bu iki taraflı bir geride kalmaydı. İçinde hala boğulmamaya gayret gösteren aklı başındalık, şu anda durumun ne kadar vahim olabileceğini anlatmaya gayret gösteriyordu. Yanıyordu. Ve bu öyle mertebelerde bir yangındı ki, benliğini yakan ateş teninden dışarıya sızıyor, yalım yalım geceyi nurlandırıyordu. Etini dağlayan ve içini yığın yığın kaplayan acı ağzını derdest edince, göğün lacivert pelerininde Hamd’ın uluması yayıldı yankılanarak. Bunun için mi bürünmüşlerdi ete kemiğe? Ötelerin menzili dışında yayılan mesafe tanımaz düzlüklerden ne diye düşmüşlerdi bu gerçeğe? Hatırlamıyordu işte! Elinden gelse paramparça edecekti dağı taşı, suyu göğü... Çıldırtan bir öfkeydi bu! Varlığına sebep bulamamaktan ötürü çarpılarak artan yabaniliğini atamıyordu içinden. Uluyordu canhıraş; Onun aksülamelinden süzülen bir perdecik yankı dahi, ulaştığı fani kulakları tabiri çok zor sıkıntılara meylettiriyor, endişe ve korku içinde sinmelerini salık veriyordu. Fanilerin gözlerinde perde, kulaklarında yasak vardı ne de olsa; ama memnu vasıflı tınılar göksel bir yapının imgelerini özenle çınlatırdı algıdan ruha açılan koyakta. O da duydu bunu. Tepenin ardında aceleyle ilerliyordu. Gece birden sarsıldı adeta. Fakat fanileri ürperten bu sancılı uluma, onu yalnızca endişelendirmişti. Çabuk olmalıydı. *** Anlamamıştı. Sadece bir düşünce olmanın sürüncemesinde geçirdiği sancıların sonrasında, gerçeğin düzleminde anlam bulmak uğruna hiçe saydığı ilahi planın neresinde sıkışıp kaldığını çözemiyordu. Başarmış, zamanın tülleri altında var olabilmişti. Fakat ne şekilde? Karanlık değil miydi bu etrafını havasız koyan? Karanlığı hatırlıyordu; düşüncelerin bekleştiği tanımsız boşlukta, belki de içlerinde en kudretli ve uslanmaz olanıydı. Görkemli bir havası vardı Karanlığın. İçine nüfuz ederek sarıp sarmaladığı diğer düşünce unsurlarını çarpıtıyor, oluştukları imgeleri yanlışlayıp onların varlık ihtiyaçlarında budanmamış ikilikler yaratıyordu. Demek Karanlık buydu. Olmuşlar içinde de, düşünceyken takındığı tavra benzer bir hoyratlığı, keskin bir baskınlığı vardı. Öyle ki, sanki tüm gerçeklik Karanlık için tasarlanmış, onun muhteşem büyüklüğünü ifade edebilmek adına var kılınmıştı. Fakat dipsiz oyuklardan kopup gelmiş gibi çervesine dolanmış Karanlık, eğer diğerlerini yutacak denli kudretli olacaktıysa eğer, ne diye öbürleri, yaratımın diğer düşünceleri öğe öğe şekillenmişti? İşte merak, korku ve eylem, onu bu esnada kavradı. Onları kendi varlığında hissettiğinde kıpırdandı. Fakat hareket edemedi. Eylem eğer ona kendini özümsettiği gibiyse, bir takım değişiklikler meydana gelmeliydi. Ne yazık ki olmuyordu. O anda aymazlığı geçti ve akın akın Gerçekliğin ete kemiğe bürünmüş düzlemine doluşan unsurlardan birini daha ayırdı diğerlerinden: Yasak! *** Geç kalmıştı... Geç kalmıştı! Bir yandan, gittikçe dermansızlaşan bacaklarını zorlayarak yürümekten çok koşmaya benzer bir ivedilikle ilerliyor, diğer taraftan ise kudurmuş bir hayvanın öfkeli ulumasına benzeyen çığlıkla nasıl yüzleşeceğini hesap ediyordu. Muhtemeldi ki, kendisini bile tanımayacaktı. Avucunun içinde sımsıkı tuttuğu yedi adet diş etine batıyordu. Gözü feda etmek zorunda kalmıştı. Bu da yazılı mıydı? Başarısızlıkları kadim defterlere nakış gibi işlenmiş miydi? Ateşli bir vazife tutkusunu ifa ettikleri asırlar boyu, kifayet ettikleri işlerini sabırla, takdir edilecek bir mahirlikle süslemişlerdi. Lakin şimdi vaziyet vahimdi. Yer değişimin vakti karışmış, saniyelerin dizginlenemez uzaklaşması, başarısızlığı korkutucu biçimde yakınlaştırmıştı. Sendeleyerek önündeki tepenin üzerine tırmanan yolu kat ederken, meşenin zirvesi çıktı ortaya. Uluyan ve kara bir mürekkep lekesi gibi lalettayin dış hatları seçilen varlık, meşenin zirvesini kendi zorbalık tahtı ilan etmişti sanki. Göğün zifiri duvarlarına uzanarak çığırıyordu. Şaşkınlık ve dehşet her yanı kararan renklere bürüyordu. Bir an önce buluşma noktasına ulaşma telaşı içinde ilerlerken, Karşılaşacağı manzara kadar tedirgin edici başka bir gerçek daha vardı. Tek odalı, tek penceresi olan evindeki tahta kapağın altına sokuşturulmuş, yasaklanmış olan ne olacaktı? Meşenin tepesinde tepinen, canhıraş uluyan ve geriye dönülemeyeceğini işaret eden bir alevle yanan şeye yaklaşırken, handiyse çaresiz bir teslimiyetle de mesafeyi azalttığını anlayabiliyordu. Yapabileceği biricik hamle, meşeyi gayretkeşlikle zorbalığına alet eden varlığın dikkatini çekmekti. Durdu ve… *** Fani bedeni tüm zorlamalarına dayanıyordu hala. Damarları zonkluyor, nabzı gözlerini karartırıp görüsünü karıncalandırıyordu. Parmak uçlarına değin yayılan uyuşma dalgaları, kalbinden dağılan kanın dolanımıyla uyumlu gidip geliyordu. Durduramıyordu kendini. Özlem duymuştu bu rüzgara, geceye, nefese ve göğe… Fakat şiddetli bir öfke nöbetine tutulmuşken ne rüzgarla hasret giderebilirdi ne de geceyle. Kıpkızıl hırsıyla, üzerinde tepindiği meşeyi sarsıyordu. Meşenin çatırtıları ve acı çeken yaprakların mecalsiz hışırtıları kulaklarında uğulduyor, böğründen kopup gelen ulumayla çapraşık bir melodi yaratıyordu. Anlatılabilecek, hafızasında kıvılcımlanan eskiye dair görülerin söylenebilecek bir yanı yoktu. O kara ağızlı çukurdan çıktığından beridir sadece ve yeknesak bir vahşete bürülüydü. Bedeninden fışkıran alevlerin yakıcılığı ağacın tepesini çatırdatıyordu. O buna da aldırmadı; nereye yönelteceğini bilemediği hiddetinin savurganlığıyla zıplıyordu. Nefeslerinin tedbirsizlik içinde ardı ardına sıralandığı ve ciğerlerinden barbar hırıltıların sökün ettiği bir esnada dikkati tuhaf bir biçimde öfkesinden bir anlığına sıyrıldı. Kızıl sarı parlayan gözleri meşeye doğru uzanan yola döndü. Birden keyiflendi çünkü bunu öfkesi istemişti. Artık bir oldukları öfkesi… *** Eyvah! Hayır hayır, korkmamalıydı. Şüphesiz titrek adımlarının onu sürüklediği yer kaderde yazılmış olandan ne bir eksik olurdu, ne de bir fazla. Korkmak ne kelime, kaderine koşarak, zamandan hızlı bir süratle gidebilmeliydi. Bu acayip, insansı ve metruk hislerle içli dışlı olduğu asırlardan beridir kendi benliğini korumaya gayret etmiş, ne var ki bedenine büründüğü ademoğulları misali fani yaşam olanca şiddetiyle üzerine sinmiş, damarlarına zerk olunmuştu. Toprağın kokusundan nefret ediyordu, temiz havadan, bahar sabahından ve kış ayazından tiksinmişti. Hep insansı, hep duygusal ve hep ölümlü yaşama sarılıp kalmanın nüveleriydi bütünü… Zamanın kötücül icraatleriydi; düzlemi metruk ve sinsi ‘zaman’… ondan belirsiz bir çağ boyunca kurtulacak olmanın memnuniyetini hissediyordu. Yine de durdu ve süregiden sıkıntılı hisleri, gümbürdeyerek ve çağıl çağıl gelen yoğun, sarsıcı ve alemin tüm perdelerini alev alev yakan kudretli bir mesajla darmadağın duruma düştü. Çoşkunluk içinde bir yüce görünün emsalsiz sözleriyle buz kesti. Şüphesiz göksel makamların ne zaman kime, neyi bilinir kılacakları meçhuldü. Aynı şu sırada olduğu gibi… Aynı Hamd’ın ortağına yüce manalar saklayan fısıltılarıyla soludukları gibi… Onun algısını apansız herşeyden haberdar kıldıkları mertebede, önemli bir vakanın vaktinin de nihayet olgunlaştığını benliğindeki nurlu bahçeye bir tohum misali düşürdüler. Artık Hamd’ın ortağı gerçekten kusursuz bu plan karşısında huşu ile doldu. Gecikmeleri tüm hesapların sonucuna ulaşan son bir semboldü altı üstü. Filvaki bu bilincin gayretiyle, varlığının her şeyin bir parçasına ait bulunduğu tarifsiz boşluğa yeniden dönmüş gibi bir huzur okşamıştı onu şefkatle. Dehşet ve hayranlıkla sarsıldı. Demek buydu… Ve meşe ağacında kendisini bende alınmaz bir hiddetle bekleyen ortağına yaklaşıyordu bir yandan. Hamd’a seslendiğinden beridir, meşenin tepesinde zıplayıp duran ve kor bir parça gibi kızıl sarı ışıldayan ortağı sabitleşmiş, geceyi savuşturan alevleri serin ve lacivert göğün altında yavaş yavaş duruluyordu. Karşılaşmaları bütün yapıya uygun olacaktı: bilgili ve cahil, sakin ve öfkeli, soğuk ve sıcak, beyaz ve siyah, iyi ve kötü… ölüm ve yaşam… *** İşte! Hamd ansızın bir işaretin, gelmiş geçmiş herşeyi kapsayan ve geleceğe dair en iyimser fikirleri dahi komik kılan etkisinin idrakiyle ihya oldu; onu hatırladı. Hiddet dolu varlığı şimdi neşeyle doluyordu. Nihayet! Bitiyordu! Bu elem, kahır, bu fanilik, yer-gök, gündüz-gece… Noktaydı bu… Nokta! *** Hamd ile yandaşı aynı şeyi bildiklerini, berikinin memnun yüzünden okudular. Vecd ile gülümseyip ‘hamdolsun’ dediler karşılıklı. Ve Hamd yandı; yeniden. Bu sefer mutluydu, ki hiçbir şey ondaki manevi yüksekliği aşamazdı. Olsa olsa bir kardeş gibi yakın olduğu ortağı yetişirdi bu histe ona. Bdaha fazla sabredemeden birbirlerine karıştılar. Esasında onlar hep birdi. Ikiyken koruduklarını, yek iken ortaya çıkaracaklardı. Böylece herşey nasıl bitmesi gerekiyorsa öyle bitecekti. Öyle bir girdiler ki birbirlerine, ufuktan ufuğa gayrifani bir çizgiler ve ışıklar silsilesi dadandı. Toprak kabardı ve göğü taşıyan sütunlar ardı sıra kudretle çatırdadı. Karmaşanın en görkemli lütfu, bizzat çehresindeki mahirlikle donatmasıdır alemin erdemlerini. Anaç bir el gibi uzanır yaşamın kalbine, şefkatle çarpar nefes alarak ayakta kalanların benliğine… Ne ölenler yitmiştir, ne de hayatta olanlar şanslıdır onun karalılıkla ayağa kalktığı zamandan sonra. Ne yüksekler yüksek, ne çukurlar zifir, ne de gökler mavidir yılların bittiği, ayakların tükendiği ve gözlerin görmeyip kör olduğu anda… Böyle yazılır devasa planlar semanın ötesinde, altında, üstünde ya da çepeçevre yaşamın etrafında… Böyle muhteşemdir koyulan nokta… Ağzılar açık, şuurlar ürkek, bilinç kayıp, pişmanlık, korku, dehşet ve hayret sımsıcak ve paralayıcıdır. Herkes sayılır teker teker, herkes… ölü ya da diri değildir ayrımı; aldıysan bir vakitte bir yerlerde bir nefes, onun bile hesabı çıkacaktır ortaya… Kordan göğün altındaki kızıl bulutlar! Kabarıp patlamış kararık topraklar ve delik deşik kalmış mezarlar… her cinsten yaratıkla yan yana, perdesiz gözleri çıldırtan boylar poslar, kırmızı ya da yeşil bakışlar… Tükenen boyutuyla zamanın olmadığı, eskinmeyen anlar! Işte oradalar… Ve O! Başlıyor bitimsiz çağlar… *** Hamd ve ortağı bir bütünü oluşturduklarında –ki o bütün sebatla bekleyenlerden biri olarak, Mikâil diye bilindi- , hüzünlü bir sahnenin perdeleri açılmıştı. Yer-gök birbirine karışmış, unutulanlar kabirlerinden sıyrılıp üşümüşlerdi toprağa ayaklarıyla basıp yürüdükleri anda. Şimdi tek bir heybetli sahne bekleniyordu korkuyla karışık huşuyla… *** Zamanı algıladığı çağlar boyunca sadece Karanlıkla yarenlik etmişti. Sıkı sıkıya kucaklaştığı o bitimsiz ve ışıksız kuyuda herşeyden uzakta ve boşluktaki varlıksızlığına benzeyen bir sıkıntıyla bekliyordu. Huzursuzdu; fakat hissiyatını ele geçirmiş olan bu sadakatsiz duygu, çoğu çağdan beridir oradaydı ve kaçınılmaz olarak durağanlaşmıştı. Neler olduğunu, zamanın nasıl akıp gittiğini veya fani hayatın biteviye yeşerip soluşuna tanıklık edemeyişini tasayla karşılıyordu. Yine de en büyük tasarımmış gibi ona gözünü dikip ekleyen karanlıktan anormal biçimde korkuyordu. Dolayısıyla zamanın ilerleyişini takip edemeyip, yaratıma yönelik cahilliğinden ötürü herhangi bir beklenti duyamamış, tutsak edildiği çukurda –bir hayat ne kelime!- upuzun çağları geride bırakmıştı. Belki çokça düşündü; zira ona ilk inen yaratım öğelerinden biri de düşünceydi. Neyi düşündüğü ise meçhulden de meçhul, ölümden bile gizemli… Muhtemelen, hatırladığı ve hiçlikte beraber yer aldıkları öğeleri bu yaratım düzlemine teker teker yakıştırdı ya da kullanışsızlıkla yaftaladı. Peki neye göre? Yaratım neydi ki? Amacı, menzili ya da esprisi ne olabilirdi? Yaratılmış bütün öğelerin, boşluğa doluştuğu tasarım çöplüğünde biriktirilmiş sonsuz sayıdaki senaryonun hangisi uygulanıyordu? Bu ‘zaman’ denen şey bir gün bitip her şey, her öğe yeniden özgürlüğün şatafatlı köprüsünden aşıp hiçliğe dönecek miydi? Bu, bitecek miydi? Hiçliği özleyeceğini, ondaki tarifsizliğin engin nefesinde ürpermeye hasredeciğini pek düşünmemişti. Vasıfsız, hiçlikten de boş ve faniliğin geçip giderken esnetip ağrıttığı benliği sebebiyle aciz ve önemsizdi; hem de kadimden de eski, gölgelere bürünmüş çağların tozları altındaki müphem yıllardan beri. Düşünün. Bir hiç olarak, kıpırtısız, eylemden uzak ve unutulmuş bir mahlukat… Ve tam da suçuna layık bir ceza! Yaşamın bilmecelerle dolu düzleminde hayattan uzak, karanlığın bekçiliğinde ölgün ve çürümüş bir bilinmezlik… Işte bu sebeple bekliyordu zamanın ölmesini. Yeniden hiçliğe dönmek arzusu tüm pişmanlık, tutku ve hırslarını yiyip bitirmişti. Tek ve vurucu bir ısrarla zamanı dinliyor, onun sesindeki değişimleri değerlendiriyordu. Acı içinde ve kahır dolu yalnızlığına verebileceği bir isim yoktu daha fazla. Fakat bölümlere ayırmayı asla başaramadığı zamanın bir bölümünde, ona çılgınlığın fanatik müritleri gibi saldıran bir olaylar silsilesi olmuştu. Evet, yakından dinlediği ‘zaman’ ın fısıltısı değişmişti o esnada, yitiyor gibiydi. Heyecanlandı… Işık… Eğer yaratılmaya layık görülmüş temalar arasında en mükemmel surete bakılarak yapılmış bir şaheser varsa o da Işıktı… Karanlığın kudret ve görkemi karşısında gurur ve enderliği sabit bir kavrayışla yayılırdı boşluğa. Işık her nesnede kendini bulan bir düşünceydi. Ona ne olacağı meçhuldü. Karanlık kibirle şişerken düzlemlerin etrafında, ışık gözlemledi sessizce. Ardından ne olmuştu acaba? Yani O, yaşam düzlemine çekildikten sonra… Artık bunun en mutlak ve mükemmel cevabı ona yaklaşmış, karanlığın yüreğinden yanarak çıkıyordu. Bir yerlerden, bembeyaz, günahsız ve gözalıcı bir ışıklar tablosu aktı karanlığın tenine. Önce tedirgin, sonra mesud oldu… Hatta mesuttan da öte, hiçlikteki öz benliğini anımsadı ışığın saflığında. Karanlık hala heryerdeydi ya, ışığın böğrünü delip fışkırdığı yeri kaybetmişti artık. Şaşkındı… Bir şeyler değişmişti. Bu sadece mağrur Işığın kendini göstermesiyle ilişkili değildi. Zamanı duymuyordu artık. Yaşam düzleminde bir sıkıntı, bulanıklık ve baskı doğuyordu. Ve tam da zamanın da mı çıkmıştı ortaya Işık? Hayır hayır… Bir şeyler değişmişti. Ki karanlığı terk eylediği huşu dolu merhalede dahi hissettikleri eksikti. Yüksek bir sevinç yerine, tuhaf bir tetiktelik var oldu içinde. Tümüyle ışıkla yıkandığında ise, etrafına bakıp doyumsuzlukla tüm yaşamı seyretmesine yetecek kadar zamanı olmadı. Zira yaşam bitmişti veyahut yakında bitecekti. Seslendiler ona… En yüksek mertebeden… ifa için en başında seçilenin sesinden: “Korkma! Gel ya özlemle varlık bulan; yokluktan yokluğa gidecek ama yine de binlerce yıldır zamanın ağırlığını bu karanlık çukurda çekmek zorunda kalan. Sana verilen payeyi bilmeden ve yine de isyan etmeden bekledin. Karanlığı herşeyden önce sana musallat ettik ki böyece sin ve sabret. Onunla seni yanıltışımız elbette sebepsiz değil. Bu sayede yaratımın dışında olmadığın halde sana tam tersiymiş gibi gösterdik ve sen, sanki bir günah işlemişsin gibi bekledin. Kimin nasıl ve ne şekilde sınanacağını yalnızca biz biliriz. Bak! Halbuki senin vazifen en ağır olanı. Sen noktasın. Bitişin saltanatı üzerine olsun. Sonsuz kapının eşiğindeki gardiyansın. Sen öt ki, ahir zaman alemlere yayılsın. Ey Sûr! Bekletildiğin vaktin hakkı adına, öt!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |