Mektubum sanırım fazla uzun oldu, çünkü daha kısa yazmak için yeterince vaktim yoktu. -Pascal |
|
||||||||||
|
*** Hayalet yankılar ciğerlerini titretiyordu. İzbe ve karanlık mağaranın soğukluğu içine işliyor, beynini uyuşturuyordu. Az önce, onu ve kurbanını buraya kadar getiren fenerin pilleri bitmiş, artık kaçınılmaz bir şekilde ışıksız kalmıştı. Ruhuna yayılan ham ürperti sertleşti ve dizleri üstüne çökerek, gelişi güzel deştiği kurbanından geride kalanlara doğru ilerledi. Karanlık görmeyi imkânsız kılıyordu ya, yere saçılmış sıcak kanın kokusunu, hiç ummadığı bir şevk ve coşkuyla alabiliyordu; adeta kaçkınca bir neşeydi bu. Soğumaya yüz tutan etin buharlarında çatlaklık ve günahkârlığın amberi tütüyordu; normal, insancıl tepkiler değildi hiçbiri. Ne var ki bu hisler onu çekimser kılmadı. Bilakis hırsını yönlendiren istem ve tutku, bu duyguları temel almıştı. Avuçlarını pelte kıvamındaki kan birikintisine daldırınca, algısında kıpkırmızı bir arzu ateşe tutuldu. Bu ona yetmemiş olacak ki, avuçlarını kanın içinde, daha fazla zevk almak ister gibi gezdirdi. Kan kımıldanıyordu adeta; tüm elini, parmaklarını ve boğumlarını kaplıyordu. Nefesleri hırıldayarak mağaranın habis yankısında canlanıp, karanlık birer ağız oldular. Sonunda bu garabet nağmede, kurbanının yüzü bir anı olarak parladı. Katiline bakarken son nefesini hayretle vermişti. Ve tam da o esnada pilleri biten fener, bu anı ölümsüzleştirmeye karar vererek sahneyi karaltı ve sinsiliğe bırakmıştı. Şimdi bu gaddar ruh galeyana geliyordu. Kanla sıvanmış ellerini atik bir hareketle kaldırarak arkasındaki mağara duvarına çarptı. Karanlığa nazire yaparcasına, parmaklarının taşa çizdiği kırmızı ve vahşi çizgiler capcanlı ışıldadılar. Bu duvarın dibinde, hayallerindeki sona doğru gidiyordu. Bilmiyordu ki her tutku şehveti ararken çoğalır. Onu bulunca da, aslında ötesi manasız kalır. Zira ötesi, hayal kırıklığıdır. Önüne set çekilemez zafer havası, beklediği süre uzadıkça sündü ve yerini işkillenmeye bıraktı. Biraz sonra kaba mağara duvarında avuç içini gezdirmeye son vermişti. Suratına acıklı bir gücenmişlik yayıldı. Doğrulup dizleri üstünde yükseldi ve bir metre kadar önündeki soğuk kayaya avuçlarını yeniden bastırdı. Bu, çaresizlik içinde, ölüm kalım meselesi sayılacak bir işin yeniden, canhıraş ve kaçınılmayan denemesiydi. Kulaklarına basan nabzından ve kendi yorgun nefesinden başka bir şey duyduğu yoktu. Duvarı, kaybetmişlerin gururlu fakat inkârcı üzüntüsüyle ittiriyordu; her nefeste biraz daha kuvvetli… Engel olmaya çalışsa da, hayal kırıklığı kendini ürkekçe göstermeye başlamıştı. Aklı içinde, bu sapkın işi neden yaptığından, arzuyla beklediği olayın neden gerçekleşmediğine kadar sayısız soru biçimleniyordu. Hâlbuki o kadar emindi ki… Kanla bu duvarı kutsadığında gerisi çok kolay olacaktı. Lakin korkutucu bir boşluğa benzeyen bu bozgun hissine kendini kaptırdıkça, nefesleri endişeyle hızlanıyordu. Gayri ihtiyari, kendini anormal bir zorlamanın içinde buldu. Var gücünü aktardığı kolları dermansızlık emareleriyle yanarken, o minik minik inliyor, dudaklarından tükürükler serpiliyordu. Hayallerini yıkan her saniye onu daha da hırçınlaştırıp sersemletiyordu. Kendi kendine itiraz etti. Ona yalnızca diri ve karanlık soluklar eşlikçiydi. Ne yani? Açılmıyor muydu? Hulasa, bitap bir biçimde duvarın dibine oturup kalmıştı. Sinir krizlerine gebe fikirleri havsalasını yakıp kavuruyor, hırs ve hayal kırıklığı onu, çok çetin bir sıkıntıya sevk ediyordu. Bu noktaya değin gelmişken her şeyi en baştan alamazdı. Artık ne kurban bulabilirdi ne de çığırından çıkmaya hazır bir akıl; Zira aklı da onu yüz üstü bırakmaya niyetliydi. O yüzden, zifiri karanlığın soğuk fısıltısına kulak verip derin bir nefes aldı. Denklemdeki eksiği bulmak için önce sakinleşmeliydi. Ardından en başa, formülü kafasına sokan o kuruntu dolu ihtiyarla konuşmasına dönmeliydi. O bunak herif, tüm hayatındaki boşluğun şifresini verir gibi konuşmuştu onunla. En kuytu noktasında paslanmış bekleyen tutkuya dokunmuş, onu beklemediği biçimde silkelemişti. Tüm faniliğiyle çürüyen şu dünyaya bir mana katmış, uzak bir emeli yakın etmişti. Heyecanla o konuşmanın geçtiği anı hafızasında arayıp durdu. Neydi o konuşmayı bu kadar arzulanır kılan… Neydi? Bir müddet kendini zorlayarak anımsamaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Oysa daha bu sabah konuşmamışlar mıydı? Bu kadar çabuk unutmasına olanak yoktu. Endişenin sıcaklığı kalbine bir şüphe düşürdü; gerçekten bu sabah mı konuşmuşlardı? Uçuyordu hafızası elbet; bunu dehşetle hissediyordu. Havsalasından kaçan her detay loş mağaranın bilinmezleri arasında yitip gidiyordu. Her bir anı kırıntısı – en çok ta hatırlamaya çalıştıkları- ışıklı bir patlamayla solup kayboluyordu. Korkuya en vurucu biçimde kapılışı bu esnada oldu. Bir saniye boyunca kendini dünyanın en yalnız ve en çok acı çeken insanı olarak hissetti. Ve bir saniye sonra bunu da unuttu. Bir dağın zirvesinden düşer gibi bir ağrı ve nefessizlik kaplıyordu her yanını. Her şey çok hızlı ve onun tahmin etmediği bir biçimde aleyhine dönmüştü; soluyor, seyrelip hafifliyordu. Artık kafasını kurcalayan ne ihtiyar kalmıştı ne onun aklına uyup giriştiği bu oyun, ne de kurban olarak kendi kendini öldürdüğünde, kendisiyle göz göze geldiği o tuhaf an… Mecali ona son anlarını zehir ederken, karanlıkta, kendini kurban ettiği yere baktığını varsaydı. Dünyanın en derinlerindeki hissiyatsız kökler, onun sonuncu tebessümüne şahit oldu. Son nefesi rahatça aldı. Uyuşamadığı bu dünyayı, ona uymak zorunda kalmadan ardında bıraktı. *** Orada, sonsuz uzayın birinde odalar devinir. Ve alemler, başka alemlerin içindedir; Onlar da başkalarının içinde… Bir kozmik cinnetin gazabı silkinir, uzaktan da uzaktaki bir yerde fani evrenimiz ışıldarsa bembeyaz, Odalar yakın olur anında. Ki onlar, odalara efendi sayılanlar, seçilmişlerini böylelikle bulurlar. Şüphesiz er geç hepsini bulacaklar. Belli mi olur; belki de kıyametin kapısı işte böyle aralanacak. *** Hep böyle olacaktı… İçlerinden biri dikkat kesilmiş dinliyordu. O hep dinlerdi. Çok az iletişim kurar, ondan da az hareketlenirdi. Sadece, duyması gerekeni kaçırmaktan korkarak bekler ve dinlerdi. Çok az sevinir, ondan da az sabırsız bilinirdi. Diğerleri de vardı. Taştan odayı paylaştığı dokuz ya da on –ki birinin varlığıyla yokluğu birdi- hemcinsi içi yozlaşmış bir bekleyişi, kadim bir alışkanlık edinmişlerdi. Onlar, kesme taşlardan mürekkep gri duvarlara unutkanlık duygularıyla bakar, taş blokların derzlerini dalgınlıklarıyla sıvarlardı. Merak edilecek bir yanları yoktu. Cisim olarak sınırlıydılar ve tabirsiz birer figürdüler. Ne etten kemiktendiler ne üstte ne de alttaydılar. Bir odayı dünya edinmiş, galiz yaşayışlarını tek bir habere bağlamışlardı uyuşmuşçasına. İstisnai vakitlerde sadece, ayılırlardı baygın hallerinden ve kıpırdanırlardı ‘ancak’ dumanlar kadar… Sayılmamış zaman dilimlerini uykuya yatırırlarken birer birer, gri taş bloklar yuvalarında ileri geri oynamaya başladılar. Taşın taşa sürtmesi kamaşık bir ses çıkardı. Bu itici sesin kımıldanmasıyla birlikte dümdüz duvarlar, köşeli girinti çıkıntıların ağır ağır değişen motifleriyle, bir yerde genişleyip bir yerde ufalan gölgelerin çehreleriyle desenlendi. Öylece beklemeye durmuş topluluk, sadece ilkel canlılara yaraşacak bir iletişimi andıran alışılmadık uyumlarıyla, hafifçe fakat sıra ile titremeye ve dalgalanmaya tutuldular. Şüphesiz bu, haberdar oldukları ve uzun vakittir gerçekleşmesini umdukları gelişmenin ufukta göründüğünün alametiydi. Gerçekten de içlerinden birisi, düşünmeden konuşur gibi ‘duvarlar’ dedi ya da ne uğuldadıysa bu, duvarları belirtir bir sesti. Kesme taşlar birbiri üzerinde, altında sağında ve solunda oynuyorlardı; Bir ileri… Bir geri… Ve hiçlikten uzanan bir el ona dokunmuş gibi sarmal salkımına dönüşen biri ‘açılıyor’ diye cevapladı. Orada bulunuşu büyük bir dakiklik eseri tam vaktiyle uyuşan onuncuyla birlikte diğerleri onu tasdik ederken incelip uzadılar; Ki sonra yeniden pek çok dalgalı hüviyetlerine dönüşleri esnasında, hayalleri yeknesak bir imgeye tutsak oldu; Açılışın durağan emareleri kapısız ve penceresiz odalarına için için sızıyordu. Gri taştan duvarlar odayı serinletip karartmıştı. Odada hiç pencere yoktu, ne de bir kapı olsun. Dört yan kesme taşlarla sıkı sıkıya örülmüş, tekinsiz puslar misali yayılmış ince bir uğultuyu içine hapsetmişti. İçlerinden biri, hala, ketum ve yıpratıcı bir ısrarla dinliyor, yüce bir kalpsiz misali bekliyordu. Taşlar sakinleşmişti artık. Duvarlar yeniden dümdüz bir satıhla birleşiyordu köşelerde. Dokuz ya da on hemcins, duvarların dışını bilmezdi. Ne pencere ne kapı… Biricik ve yorgunca umutları o hep dinleyen, yalnızca dinleyen, tahripkâr bir üsteleme ve zorbalıkla bekleyen türdeşleriydi. Sorgulanmaya gelememişti şimdiye kadar. O dinlemezse başlarına gelecek felaketi bilmeyen fakat vukua gelmesinden korkan diğerleri elleri kolları bağlı, duvarların derzlerinde bakışlarını kötürüm ederek beklerdi. Azar azar tatmin oldukları –belki de- milyonlarca yıl boyunca hep ‘dinleyene’ iman etmiş, onun kelamını sorgusuz sualsiz kendilerinin bilmişlerdi. Hulasa, ta en başından –gerçekten en başından, en başı neyse her şeyin, oradan- beri uzakları dinliyor olan, orada birden bulunarak kollara ayrılıp daireler çizen onuncuya neredeyse korkutucu bir umutla uğuldadı, ‘Açılıyor’ Bunu takiben ‘puf’ ederek sırra kadem basan onuncuya aldırmadan heyecanlanan diğerleri, odada sinirli fakat hevesli uçuşmalara tutuldular. İçlerinden biri ‘dinleyen’e, ‘duydun mu ki?’ dedi. Bu soru önlenemez, yatağından taşmış bir özlemle cevaplandı: ‘Hem de nasıl!’ *** “Öncelikle sorularınız beni oldukça şaşırttı komiserim; Bu konu hakkında, benim bile aklıma gelmeyen şeyler soruyorsunuz. Fakat bir ölümden söz etmek beni biraz tedirgin ediyor. O yüzden intihar konusuna birazdan değineceğim. “Bu odada topladığımız on hastamız, henüz sınıflandıramadığımız bir hastalıktan muzdaripler. Ve hepsi, sizin de öğrenmiş olduğunuz gibi, ortak bir hayal dünyasında yaşıyorlar; yaşadığımız dünya ile ilişkileri oldukça sınırlı ve beklenmedik. Yani, birdenbire etraflarına duyarlı hale gelseler bile bu umursamazca ve kendi koydukları anlamsız kurallar dâhilinde oluyor. Nasıl mı? Şöyle ifade edeyim isterseniz. “En başından anlatmam gerekiyor –eğer vaktiniz varsa- “Şu, yüzü karşıdaki duvara dönük olarak ayakta dikilen yaşlı adam hiç konuşmaz. Kımıldamaz da… Ona bir sandalye verdik ama hizmetliler onu zorla oturtmazsa asla oturmaz. Sadece duvara bakar. Düşüncesi bile insanı yorarken… Ne bileyim, o duvara öyle bir dikkatle bakıyor ki, sanki duvarın arkasındaki bir şeyi izliyor; ya da dinliyor. Gördüğünüz on hasta arasında en eski olanı o. “Aslında diğerleri de ayrı birer muamma. Hiçbirini buraya biz koymadık –yani hastaneye- Kendileri sırayla kapımıza geldiler. Hah! Hem de ne geliş! Tamamen denetim dışı ve vahşiydiler. Etraflarına ve kendilerine amansızca zarar veriyorlardı. Sakinleştirmek neredeyse mümkün değildi. Hiçbir ilaç onlardaki hınç ve iradeyi kırmaya yetmiyordu. Biz de onları sürekli bağlı ve müşahede altında tuttuk. Bir yandan akıllarını kemiren bu garip deliliği anlamaya çalışıyor, öbür yandan iletişim kurmanın bin bir türlü yolunu deniyorduk. Fakat nafile… “İlk gelen –şu dizleri üstünde yere oturmuş size doğru bakan- uzun süre boyunca bir yatakta bağlı kaldı. İnanın o bağlardan kendini kurtarmak için debelenmediği bir an bile yoktu. Çaresiz kalıp onu ilaçlarla uyutmadığımız tüm zamanlarda dişlerini sıka sıka kurtulmaya çalışıyordu. Ne var ki bir gün duruldu ve boş boş tavana baktı. Merak ve endişeyle ona yaklaştığımı hatırlıyorum çünkü dudakları kımıldanıyor, onca zamandan sonra iletişime geçiyordu. Fısıldayarak ‘Açılıyor’ dediğini duydum. Öylesine heyecanlanmıştım ki, hademelere onu çözmelerini söyledim. Bu büyük bir tehlikeydi zira ne yapacağını şimdiye dek kestirebilmiş değildik. Fakat içimden bir ses bana habire baskı yapıyordu. Ki onu dinlemekle iyi mi yoksa kötü mü yaptığımdan hala emin değilim. “Onu çözüp etrafından uzaklaştık –ama aniden müdahale edebilecek nebzede dikkatli ve hazırdık. O ise hiç rahatsız olmadan yataktan kalkıp odadan ayrıldı, koridoru geçerek merdivenlerden yukarıya çıktı. Ağır ağır yürüyerek buraya, bu odanın kapısına geldi ve durdu. Duraksamadan odanın kapısını açtım. Müthiş bir heyecan içerisindeydim. Kapıyı açar açmaz yavaş adımlarını devam ettirdi ve… “Bana inanır mısınız bilmiyorum ama o hastamız yirmi senedir bu odada ve aynı diğerleri gibi aynı şekilde beklemekten asla yorulmadı, ne ki usansın. O’nu bu odaya almamızdan üç gün sonra üçüncü hastamız ortaya çıktı. Aynı diretme, öfke ve akıl almaz bir hınç ile… “Diğerleri de seneler içinde kapımıza gelip aynı tepkilerde bulundular. Dolayısıyla, onlar ve rahatsızlıkları hakkında edindiğimiz tecrübeler sabitlenip güvenilirleşti. Kapımıza gelerek tepinen ve etrafına zarar veren kişileri doğrudan bu odaya alıyorduk. Şimdilik on kişiler –yirmi seneyle oranlayınca insanı fazla rahatsız etmeyen bir rakam biliyorum- Fakat bu o kadar akıl almaz ve çözümsüz bir durum ki, inanın kariyerimi onları anlamaya çalışarak heba etmekten korktum hep. Bu hastaneye ve misafirlerine otuz yılımı verdim ben. Eğer bu on kişiyle uğraşıp, onların rahatsızlıklarına bir çare aramaya kalksaydım, sizi temin ederim on sayısının mislice hastaya deva olamazdım. Ve bugün bile, aldığım bu karardan dolayı vicdan azabı çekmiyorum. “Üstelik –tüm bu senelerin ağır ağır geçmesinin yanında- sizin gelip de, bu on zavallıyı bir cinayet ya da intiharla ilişkilendirme varsayımınız dahi beni etkilemiyor. Onlar, yıllara sarih bir talihsizliğin kurbanlarıdır. Müsterih olun. Hiçbir zaman içlerinden biri ya da birden fazlası bu odayı terk etmiş değil. Gözlerimizin önünde tükenip gitmeleri dışında hep buradaydılar. Meçhul bir bekleyiş içinde unutuldular.” *** Komiser S____ bahçeye çıkınca bir sigara yaktı. Güneşli bir gündü. Bu hayatı sevmeye yetecek kadar aydınlık ve sıcak bir sabah. Buna rağmen S____’nin aklına perdeler ineli günler olmuştu. Şüphe duymakla tükettiği yıllardan sonra, asıl havadisler o kadar kısa zamanda çıkmıştı ki ortaya, farkındaydı ki bütün bunları mantığına sindirtecek vakti kalmamıştı. Hızlı bir kabullenişin çanları çınlıyordu içinde. Dahası, az önce biten hastane ziyareti ve hastanenin bahçe kapısında beliren kişi şüpheye yer bırakmamıştı. Üşümeye denk bir ürperti yayıldı S____’nin her yanına; hem de böylesi güzel bir günde… Bundan sonra, her şeye rağmen direnen mantığın kalesinde heybetli kapılar açılacak ve rahatsız edici yeni bir hayatın bambaşka siluetleri içeriye akacaktı. Bahçe kapısından giren adamın üstü başı perişan bir haldeydi. Öyle ki, görünüşü ve yorgun hareketlerine bakılacak olsa, öfkeli bir kalabalık kendisini linç etmek isterken ellerinden zar zor kurtulmuş sanılırdı. Üzerindeki gömlek adeta bir paçavraya dönüp, tamamen vahşi kan lekelerine bürünmüştü. Kolları, elleri, yüzü ve bacakları, taşın toprağın üzerinde debelenmişçesine kesiklerle dolu, teni günlerdir güneş yüzü görmemiş kadar soluk ve inceydi. Sertleşmiş çamurun şekil verdiği saçları gayri nizami dikilmiş, attığı adımlara hükmeden tükenmişlik her yerini ele geçirmişti. Fakat bu kısmetsiz görünüşlü adamın tüm dikkati S____’deydi. S____’nin ona yaklaştığı nispette, O’da S____’ye doğru yürüyordu. Sanki müthiş bir dönemece yaklaşan kusursuz bir kaderi paylaşıyorlardı. İkisi de muğlâk ve kasvetli bir bilinmezlik vadeden kadim bir eşikte durmuşlardı artık. Ne geri dönüş vardı ne de bilmezlik. Hırpani adam konuşmaya başlarken karşısında, S____’nin benliğini bir ağrı dağladı. Bu noktadan itibaren, şuursuz cehaleti geride bıraktığını anlamıştı. “Şimdi benim sıram. Bu anı görebilmek için nasıl bir çılgınlık yaptığımı sen de gördün. Ama değdi. En nihayetinde tüm bu olanlar iki amaca hizmet ediyor. Birincisi buluşma; Nihayet beni de buldular. Dünyada amaçsızca geçen günlerim bitmek üzere ve sen buna şahit oldun. Bedenen burada olmamın hiçbir manası kalmadı artık; en fazla kandırmak için insanları, uyanmasınlar diye. Ait olduğum yeri ‘ancak’ hissedebiliyorum şimdilik. Oraya varınca başlayacağım yeniden. Şu anda aldığım mesafeleri hayal bile edemezsin. Öyle imkansız imgeler görüyorum ki yaklaşırken oraya, sadece ‘oda’ deyip geçmek kesinlikle haksızlık ve zalimlik olur. Giderken bildiklerimi de yanımda götürüyorum sanırım. Bu da bizi ikinci amaca götürüyor; Devamlılık. Bu bilgi benden sana da geçti. Artık farkındasın. Er ya da geç –bu hayatta ya da bir diğerinde… Vakit ne zaman olgunlaşırsa- Seni arayanlar da burada olacak. Unutma! Odalar sayısız… Aranılanlar hep burada; Dünyada… “Artık bana müsaade etmelisin. Çağrılarına karşı koymakta zorlanıyorum. Delilikle sıvanmış bu bilince kucak açmak, aklıma açılan köprüde koşup onlara ulaşmak durumundayım. Bu dünya –nihayet- bitti.” Kaderin sillesini yemiş gibi zorlukla ayakta duran adamın söyledikleri bittiğinde, S____ adama, istediği şekilde müsaade etti ve bahçe kapısına doğru yürüdü. Birkaç saniye sonra –beklediği biçimde- haykırışlar ve çığlıklar duydu. İçinden ‘On birinci’ dedi ‘Bilmem kaçıncı odanın ‘on birincisi’’… Bahçe kapısına ulaşınca, biten sigarasının izmaritini ileriye doğru fırlattı ve her şeye en baştan başlayanlara yakışan derin bir nefes aldı. Bu saatten sonra, mağaraya geri dönmesine ya da emniyet müdürlüğüne gidip bir intihar vakası hakkında ihbarda bulunmasına gerek kalmamıştı. On delinin kapatıldığı bir odada, üç gün önce gördüğü bir adamı kendisine bakarken bulmak –ve onun asla o odadan ayrılmadığına dair bir teminatı olmak- kafi derecede ikna ediciydi. ‘Ben bazı odalarda ‘onuncu’ bazılarında ‘bin bilmem kaçıncıyım’ demişti o buruşuk suratlı ve gamsız bakışlı ihtiyar. ‘Benim varlığımla yokluğum bir bilinir. Zira hiçbir zaman hiçbirine ait olmadım. Ben haber getiririm. Şu anda hem buradayım, hem bir odanın içindeyim. Eğer sana bu yetmiyorsa, başka başka topraklarda, başka diller kullanarak başkalarını da ikna etmekteyim. Bu demek değil ki herkesi ikna etmekte mahirim. Korkanlar müstesna… ‘Yok, illa ki ikna olmadım dersen D____ Köyü’ ndeki saklı mağaraya git. Orada kimi bulursan bil ki ölüdür. Vakit gelince de dirilecek olan bizatihi odur. Sonra da B____ Deli Hastanesi’ e git. Dediklerimi doktora sor ve odanın ortasından sana bakarken beni gör. ‘İçindeki boşluğu görmezden gelme. Düşmekten ancak kabullenerek kurtulursun.’ Bu yetmişti aslında ona. Kalbini ürperten bu adama inanma arzusuna korkunç bir hoş geldinle kucak açmıştı. Yine de, D____ Köyü’ndeki saklı ve karanlık bir mağarada intihar etmiş deli bir adamı, hastanenin bahçesinde görmek ve onun söylediklerini dinlemek te her şeye yeniden başlamak için bayağı sersemletici bir sebepti. S____ kendi akıbetini tahayyül ederek yeni bir sigara yakıp arabasının yanına doğru yürüdü. Hastanenin bahçesinden yükselen çığlıklar bile bu güneşli güne darbe vuramıyordu. Durup geriye döndü ve hastanenin kapısından fırlayan görevlileri seyretti. ‘Onbirinci’nin üzerine muazzam bir uyumla çullandıkları vakit gülümsedi. O’nun delilikle gizlenen yolculuğu bitiyordu. Buna rağmen hademelerin tek derdi, onu kontrol altına alıp sıkı sıkıya bağlamaktı. Başka bir alem, bambaşka bir düzen, taştan bir odayı dünya edinmiş ‘şeyler’ çok garip laflardı aslında. Düşüncesi bile komikti. Düşünmek… Komikti.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |