Hiçbir şey yaşam kadar tatlı değildir. -Euripides |
|
||||||||||
|
Yavaş yavaş soğuyan ve tamamen kordan mürekkep bir kürenin, boşlukta devinerek katılaşmasını seyrediyordu. İnce ve uzun bir su damlasına benzeyen kafa-vücudunu titretti ve bir sıçrayışta yüzeyinden hala dumanlar yükselen bir gezegenin üzerine atladı. Aynı anda kafa-vücudunu saldı ve devasa kanyonları dolduran bir okyanus misali, siyaha çalan gri yüzeyin girinti ve çıkıntıları etrafına yayıldı. Uçsuz bucaksız uzanan teninde heybetli dalgalar dirildi ve gezegenin dağları eteklerindeki kayaları aşındırdı. İnce bir çığlık kopartıp yeniden kafa-vücut haline dönünce, en başta durduğu yıldıza doğru zıpladı. Korkmuş ve kızmış olduğundan, beklenmedik ve can sıkıcı formlarda çare arıyordu. Önüne çıkan her şeyi ters yüz edecek denli habis ve isyankardı. Çekince yarattığı kesindi. Bilakis hiddeti haddini aşmaya yaklaşmıştı; sesi ve tepkisi alemin duvarlarında ince bir dalgalanma gibi mırıldanırken, o pekala bunun farkındaydı. Öldüğünü bildikleri ve birazdan patlamasını bekledikleri yıldızın lavlarını, kafa-vücudu üzerinde gezdirdi. Bunu son kez yapıyor olmasının acısı dört yüreğinde ve dördünün açıldığı odacıkta onulmaz sancılar yaratıyordu. Bir kez daha tekrarladı: “Bu haksızlık!” “Her şey açık ve netti. Ben haksızlık göremiyorum. Bizi uyardı mı uyarmadı mı? Bir düşün bakalım.” Ona karşılık verenin vücudu karanlık boşlukta daha karanlık görünüyordu. Beklenmedik açılarla kıvrılan ve başladığı yada nihayete erdiği noktanın meçhul olduğu müphem bir şeklin sınırlarını belirten ince ve parlak bir ışık, o konuşunca kıpırdanıyordu. Belki de bu, oydu. “Ama ‘zamanı’ biz bulduk ve onu bizden alıyor. Üstelik ne için?” bedenini kendi ekseninde yüzlerce kez çevirdi ve heybetli bir burgu-kuleye döndü. Döndükçe ve burguların sayısı arttıkça boyu uzamış, bir yanı yıldızın patlamaları artan lavları içine, diğer yanı ise oradan geçmekte olan bir göktaşının soğuk kayaçlarına dayanmıştı. Öfkesine hakim olması işte bu denli zordu! “Bizim aksak ve kibirli yaratımlarımız için. Üstelik ‘zamanı’ biz bulmadık. Zaman kendini inşa etti. Burada; bu karanlık ve yankısız boşlukta…” belli belirsiz oynayan ışıklar, vücudun alemi işaret ettiğini düşündürüyordu, “Ve şüphesiz bu yeni ve capcanlı boyuta ‘ol’ diyen olmasaydı, bizim hesaplarımız bunca faaliyeti tetikleyemezdi. Bu ne demek biliyor musun?” ışıklar bariz bir küp biçiminin çizgilerinde pırıldadı ve aniden yıldızın etrafında turlar attı. Diğeri burgularını düzeltmiş, meteorları avlıyordu. Dinledikçe huysuzluğu arttı. “Bilmek zorunda mıyım? Onun kaprisleri yüzünden zamanın dışına atılacağız. Hem de neden? Yarattığımız için.. yaratmak kötü mü?.. zamanı yaratmakla kötü mü ettik?” kafa-vücut yeniden titreyerek yıldızdan atladı, bir an gözden kaybolup yeniden lavların içinde ortaya çıktı. Yıldız soğuyordu. “Boş konuşuyorsun. Anlaşma en başında yapıldı, bunu bilmen lazım. Senin zararsız ufaklıklar yaratmana bir şey diyeceğini mi sanıyorsun? Onların içini ruhlarla doldurmanın rahatsız edici olduğunu mu düşünüyorsun? Öyleyse şunu düşün: biz hiçliğin dibinde ‘ol’mayı beklerken bize ne dedi? ‘Yaratımımın benzerini sakın denemeyin. Hatta yaratımıma özenmeyin, hatta ve hatta yaratımımın bir nebzesini dahi düşlemeyin. Böylesi bizi karşı karşıya getirir ve şüphesiz ben kazanırım. Zira sizin bilmeye vakıf olmadığınız her şeyi ben bilirim ve her şeyin olacağı vakti içimde gizlerim. Öznelleştirdikleriniz aslında benim işim ve marifetimdir. Size yapmayın dediğimi yapmanız bana koymaz –çünkü ben mutlaka onu istemişimdir. Fakat siz cezanızı bulursunuz ve yine de ağlayıp durursunuz.’” Şimdi ışıklar birbirine girmişti. Ne oluyordu? Beden izaha gelmez sıkıntılar mı yaşıyordu? Arkadaşının korkusu, o her ne kadar mantıklı davransa da, içine mi sirayet ediyordu? Işıklar yeknesak bir yanıp sönüş nöbetine tutuldu ve yukarısı olabilecek derinliklere baktı. “Var olmaya açken bunları kabul etmedik mi? Hatırla! Tam da böyle oldu ve o yine de bize gülüp ‘ol’ dedi. “Şimdi, yarattıklarımızın aslında onun işi olduğunu görmüyor musun? O sadece elini çamura sokup kirlenmek istemedi, o kadar. Zaman onun planlarının sadece birisi… Aynı ‘yaşam’ dediği o acayip döngüyü yaratımlarımız üzerine salacağı gibi.” Yıldız sarsılmaya başlamıştı. İkisi yıldızın sıcaklık kaybeden lavlarını elleriyle okşadılar. Kafa-vücutlu olan guruldayarak son kez duasını etti. Bir daha dua olmayacaktı; başkaldırı da… “Bir şeyi merak ediyorum” dedi ince uzun su damlasına benzeyen, “bunlara kendisini nasıl bildirecek? Şimdi onlar, kafalarına koyduğumuz eti kullanamazlar. Kullandıklarında da, Onun varlığını inkara kalkarlar. Onlara yaklaşamaz, onlarla konuşamaz. Çünkü onların basit olmalarını arzulamıştık. Hal böyle olunca, onlarla oynamanın ne anlamı olacak?” “Zamanı bu sebeple kullanacak” dedi ışıklarla karanlığı sınırlandırılmış olan. Sonsuzluğu sarmalamış kutsal nurları andırıyordu, “Yaşam dediği döngüyü içlerine sokunca, zamanı üzerlerine salacak. Zamanın onları bir tuhaf yapacağı kesin; kendisinden beklediğimiz buydu zaten –haydi başlayalım…” kafa-vücutluyla beraber, alemde bir yarık açtılar, ama bu sohbetlerini engellemeyecek denli önemsiz bir işti; yarıktan tarifsiz manalarda yayılan renkler ve ışıklar, bu yeni evrenin karaltısı içine ilk veya son defa yayılırken, karanlığın sesi gibi görünmeden konuşuyor olan devam etti, “Değiştirme yetisinden içine bol bol koymuştuk. Ve süreç tılsımı.. O öyle veya böyle fark edilir olacaktır. Asıl merak ettiğim, onları türlü kafa karışıklıklarıyla yorarken eğlencesinin ne denli büyük olacağı. Düşünsene! Mükafatlar ve cezalar… itaat ve korku kafalarındaki eti kurcalayacak ve beklenmedik bir durum oluşacak.” Su damlasına, ona belki de esin kaynağı olmuş kadar benzeyen, ölçüsüz yüksekliklerdeki belinden incelerek yarıktan içeriye süzüldü ve yarık kapanır gibi olurken dışarıya çıktı. Evren aydınlığa hasret kalarak kendi ışık kaynaklarından medet umacağı milyonlarca yılı sırtlanmaya hazırdı. Su damlası Karanlık vücutlunun yanında durdu ve içinde yüzen iki cismi, karanlığın ışıklı çerçevesi olan arkadaşına gösterdi ve aniden bir şeyi hatırladı: ‘cennet ve cehennem’ diye mırıldandı. “Kesinlikle” dedi diğeri, ışıkları yılanlar gibi eğrilip bükülmüştü, “onları bizim hayallerimizle kendine bağlayacak.” Şimdi kafa-vücudun ortalarında bir yerde yüzüyor gibi duran iki ‘şeye’ bakıyordu. Yakıcı ışıkları, arkadaşının teninden buharlar kaldırdı. “şüphesiz…” dedi gözlemde bulunarak, “kotardığımız en harikulade iş, bunlar değil. Bize has bir olgunun onlara da lazım olacağını düşünmek sanırım hatalı bir varsayımdı.” Sıcak ve aydınlık uzantısını arkadaşının kafa-vücuduna yaklaştırarak, onu dalgalandırdı. İçeride öylece duran ‘şeyler’ kendi kendilerine hareket ediyor, tepki veriyorlardı. “İrade mi?” diye sordu kafa-vücutlu. “İradeyi koyduk çünkü bu da bir deneydi. Formüle edilerek kesinliği ispat edilmemiş sayısız fikirlerle doldurduk onları…” bu sefer kendi hareketiyle dalgalandı, “sırf gözlemlemek için.” “İşte bak! Kendin söyledin; biz onları gözlem için, önemsiz kobaylar olsunlar diye yarattığımızı sandık. Lakin görüyorsun ki O, bunu bekliyormuş. Her şeyi onlar için hazırlamış ve bizim gibi, belki de yaratımın en mükemmeliyetçi ziynetlerini kendi tasarımı içinde kullanıp eritmiş. Bize ‘ol!’ derken ihsan ettiklerini, belli oluyor ki sadece bunun için saçmış.” Işıklı karanlık, düz bir çizgi halini alıp sağa sola esridi. “Ya diğer alemler?” dedi kafa-vücut. “Bilemem. Bilecek kadar ne aklım kaldı, ne de dirayetim. Oncadır hevesle özümüze katmayı arzuladığımız ‘zamanı’ onlara sunuyor, bizim emeğimizi hiçe sayarak. Asla zamanın nasıl bir şey olduğunu bilemeyeceğiz. Eskimeyi, yorulmayı ve beklemeyi tadamayacağız” sustu. Suskunluğu ya asırlar boyu sürdü, yada bir nefes alımı kadar. Bundan emin olunamazdı çünkü henüz zamanın kumları düşmeye başlamamıştı. Fakat devam edip söylediklerini kafa-vücut hayretle duydu: “Bu haksızlık!” demişti. Ve işte zamansızlığın en beter yanlarından biri de buydu. Dönüşler ve bir diğerinin yerine geçişler asla bitmiyordu. Belki de bu diyalogu milyarıncı kez yapıyorlarken bir o kafa-vücut oluyordu, bir diğeri. Peki o, hangisiydi? İşte artık sonsuz azaptan kurtulacakları an gelmişti. ‘an’ denilen vakıa, zamanın ağır sarkacı alemi bir yandan bir yana süpürürken anlamlı olacak ve aslında, tam da düşündüklerine benzer bir kurtuluş onlara sunulacaktı. İkisi belki de milyar ve birinci kez aynı diyalogla cebelleşirken, zaman beklenmedik bir şekilde uyanacaktı. Onlar da uzun çalışmalarının semeresini yeniden hiçliğe dönerek alacak ve zamansızlığın onları asla bulamayacağı bir ‘yersizlik’te duracaklardı. İkisi de zamanı duydu ve içlerinden biri “hadi” dedi, “Atla!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |