Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
MAH'ŞER'İN KAPILARI ÖNÜNDE Lokman bir yetimdi. Reis Konur'un bütün ahalisi, çocuk kendini bildi bileli ailesiydi. Hor görüden çok uzakta, serbest ve mutlu bir şekilde büyümüştü. Kabileler arasında seyahat eden kervanlarla beraber dolaşır, verimsizliğin ortasında can çekişen bu sınırlı ülkede bir gezgin misali günlerini geçirirdi. On dört yaşında, artık bu sınırlı topraklar gezgin ruhuna dar gelmeye başladığında, yalnız başına seyahatlere çıkma fikrine kapıldı. Ve aklına giren ilk yön kuzeydi. İsteği fazla şaşkınlık yaratmamalı; zira Meçhul Geçit'e dair anlatılanlar hep ilgi çekici olmuştur. Bir gün, sabahın çok erken bir vaktinde yola çıktı. İki hafta süresince kimse ondan haber alamadı. Kabile sıkıntı ve kederle dolmuştu. Ne var ki bir gün ansızın çıkıp geldiğinde ona kimse kızmadı. Daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse, kızmak ve cezalandırmak, Lokman'ın uzaktan gelişini gördüklerinde yapmaya karar verdikleri şey olsa bile, çocuk atından dehşete düşmüş bir halde inip Konur'un karşısına geçtiğinde, artık planladıkları sitemden çok çocuğun korkmuş haline yoğunlaşmışlardı. Gittiği yerde ne gördüyse, bu hayra yorulacak bir şey değildi: "Kuzeye gittim Beyim. Sınırdaki boyların gözcülerini aşıp, Meçhul Geçit'in ötesine geçtim. Sırf ket vuramadığım merakımdan... Sınırlarımızı taciz eden, hikâyelerde anlatılan o yabanileri daha yakından görebilmek için. "Fakat yabanilerle karşılaştığım an, korkunç şeylere tanık oldum. Onlardan çok daha yabani, acımasız, uzun ve gözü kara savaşçılar, bu yabanileri gaddarlıkla biçiyordu. Genç yaşlı, kadın erkek demeden... "Ve uluyorlardı Beyim! "Aldıkları her canda ulumaları daha dayanılmaz bir hal alıyordu. Bir tepenin ardına saklanıp onları gözledim Beyim. O kadar çoklardı ki! Kupkuru ve dümdüz toprağı kapkara bedenleriyle örtmüşlerdi. Durmadan öldürüyor ve uluyorlardı. "Beyim Konur! Onlar buraya, Meçhul Geçit'e doğru iniyorlar. Sınırda kimse bana inanmadı ve küçümseyerek yolumu açtılar. Bir şeyler yap Beyim! Yoksa bu barbar ülkemizi talan edecekler." O'dorklar geliyordu. Akın akın... Duraksamadan. Yurtlarını boşaltmış, fethe başlamışlardı. Katliamlarla süslenen bir fetih. *** Alışık olanlar için, hep tuttukları yolun hiç zorluğu olmaz. Zira belli nirengi noktalarını kafalarına kazımış olan bu müdavimler, varılacak yerin ne kadar uzakta olduğunu bilerek ilerlerler. Mesafe ne kadar netameli olursa olsun, işte, o bilindik tepenin ardında saklanan yerin elbet yakınlaşacağından emindirler. Bir gün, bir hafta, üç ay, dört yıl... Ne fark eder? Zamanın alışkanlıklar üzerindeki yegâne etkisi, onları unutulmaz kılmasıdır. Yollar aşıldıkça bir parça siz olur; siz, bir parça yol olursunuz. Anılarınızı adımladığınız, toprağın yaşlılık çizgileri gibi uzayıp giden fersahlar elbet biter, hem kuzeyden güneye, hem doğudan batıya... Peki, bir yolu ilk kez deneyim edenlerin hali? Hele ki bu yol kıraç ve kupkuru bir soğuk biçilen korkutucu kuzey yurtlarına doğru kayıp gidiyorsa... Kaç gün olmuştu? On, yirmi, elli..? Simmu'nun bir fikri yoktu. Kervanda tutsak olarak götürülen hiçbir çocuğun bunu düşünmediği kesindi. Her şey acınası bir ivedilikle yokluğa ve umutsuzluğa dönüşmüştü onlar için. Apansız aileleri yok edilmiş -çoğunun gözleri önünde- hor görülmüş, akıl almaz bir şiddete maruz kalmış ve kendilerini yurtlarından koparılarak, bilmedikleri bir buz kışının kollarına doğru iteklenir halde bulmuşlardı. Kaç gün geçmişti... Ne önemi vardı ki? Koyu, kopkoyu... Neredeyse somurtkan bir gri renkteydi gökyüzü. Teninde kara ve kalın bulutların kaba burgaçları döneniyordu ufuktan ufuğa. Bazı yerlerde simsiyah gözler gibi yeryüzündekilere bakan ve tehditkâr bakışlarını gözü pek rüzgârlarla harmanlayan bulutların çoğu kar yüklüydü ve koca koca devlerin inlemelerine benzeyen uğultularla savura savura safralarını boşaltıyorlardı. Suratlara çarpan kar taneleri minik iğneler gibi batıyor, hemen ardından yetişen soğuk esinti iğnelerin battığı yerdeki acıyı sızlatıyordu. Arazi, hayret uyandıran ve fersahlar boyu sürüp giden düzlüğü ve çoraklığına tezat kar yağışı ile besleniyor, rüzgârın harmanlamasıyla, köpükleri dalgaların ucunda uçuşan fırtınalı bir denizi andırıyordu. Eşine az rastlanır bir coğrafyanın düzlüklerinde, altlarında soğuktan gerilmiş toprak çatırdayarak yarılıyordu her adımda. Burası ne batıya ne doğuya aitti. Belki de üzerinde yol aldıkları yer eskimiş bir ülkeydi; asırlar önce kadim sayılmış sınırları içinde, doğuya ve batıya göre çok ama çok eskiydi. O yüzden yaşlanmış ve ölüyordu belki... Miadını doldurmuş, yeryüzünün yok olmayı bekleyen bir köşesi, buruşmuş ve hareket etmeye mecali olmayan bir bireyiydi bu ülke... Ve süprizlerle doluydu. Soğuktan ölen pek çok çocuğu arkalarında, kurak toprakların açlıktan kudurmuş leş yiyenlerine bırakan kafile, asla yavaşlamadan, temposundan ödün vermeden kuzeyin kuzeyine değin gelmişti. Kafilenin esirleri daha ne kadar yol alacaklarını, bir sonraki gün kimin bu mücedeleden yenik ayrılacağını merak edip korkarak ilerlerken, arazi aniden ve kesin bir hatla önlerinde bitiverdi. Toprağın bittiği çizgiye yakın olanlar, aşağıya doğru sınırsızca inen derin ve ürkütücü yamaçların kıyısında durduklarını gördüler. Sonsuz düzlüklerin ortasındaki kapkara bir delik gibi ağzını açmış onları karşılayan bu geniş yarık, batıdan doğuya doğru büyük bir yay çizerek kuzeye uzanıyordu. Aşağısı muğlâk bir sisin içindeki uğultulara teslim olmuştu. Önlerindeki yamaçlar, kara ile gri arasında daireler çizen sislerin bağrına doğru kayıp kayboluyordu. Müphem derinliklerden onlara kadar ulaşan uğultular, yamaçlara sürtünen demirden tırnaklar gibi inildiyor ve sık sık aşağıdan taşıdığı kar öbeklerini üzerlerine püskürtüyordu. Aklında idrak kabiliyeti bulunan bazı çocuklar, bu karanlık ve gölge yurduna inecekleri gibi korkunç bir önseziye tutuldular. Ki haklıydılar. *** Görkemli, kalabalık ve ağır kervanları yavaşça durma emareleri göstermeye başladı. Simmu da soğuktan kırılanlar arasındaydı. Baygın ve ateşli günler boyunca buhranlı görüntüler biriktirmişti. Çoğu zaman ne gördüğünü bile anlamadan, çapaklanmış ve yorgun gözleri ona herşeyi çarpıtarak anlatıyordu. Çevresindeki herşey uçucu bir hal almıştı. Hep dalgalanan ve kıvranan şeyler görüyordu. Barbar O'dorkların çocukları acımasızca hırpalayıp sağa sola savurduklarını, ölenleri öldükleri yerde bırakıp, leş yiyenleri başlarına toplamak için minicik bedenlerinden kanlarını akıttıklarını, geride kalan yaşıtlarının durmadan ağlayıp anne babalarını çağırdıklarını ve ara vermeden iç çekerek sızlandıklarını, bir kâbus vahşiliğinde anımsıyordu. Yolculuk, Simmu açısından bakılınca kesinlikle çok belirsiz geçmişti. Zaman ve mekân mevhumunu duyumsamaktan yoksundu. O ürpertici yamaçlardan aşağıya inişlerini dahi sadece acı veren sarsıntılar ve ağrılar olarak hatırlıyordu. Sadece, ara sıra zorla kendine getirilmeye çalışıldığını anımsıyordu; ve boğazından yakıcı bir içeceğin yutturulduğu zehir gibi bir tat vardı dilinin ucunda. Vücudunda amansız bir kırıklık ve zonklama hüküm sürüyordu. Bilincinin hem altı hem de üstü yoğun bir karmaşa içerisindeydi. Anne ve babasının katledildiği ana dair anılar, mislice artarak ona saldırıyordu. Sonuçta hastalık hali tam bir karabasana dönüşmüştü. Buna canları acıtılan ve korkutulan akranlarının feryatları ve bu gaddarlık sayesinde eğlenen O'dorkların hunharca atılan kahkahaları eklenip durdu. Bütün bu melun birikimlerin, nihayet gerçekliğe uyanışla daha normal ve -ne kadar mümkünse- kabul edilebilir bir raddeye çekildiği tuhaf ve buz gibi bir anda, Simmu bulanıklığın verdiği uyuşuklukla bir sedyenin üzerinde taşınırken kendine geldi. Savaş Kervanı devasa bir yapının kapıları önüne varmıştı. Evet, sırtına diken gibi batan bir sedyenin üzerinde uyanmıştı Simmu. Yolculuk ve hastalık onu oldukça zayıflatmış, ne var ki bir şef çocuğu olduğundan olsa gerek, en azami ölçüde kendisine bakılarak ölmesine izin verilmemişti. Yattığı yerde kafasını kaldırarak etrafına bakındı. Etrafı uzun boylu O'dorklarca sarılmıştı. Yüksek ve kötü kokulu bir duvar tarafından çevrelenmiş gibiydi ve sedyesini tutan dört O'dork, kalabalık içerisinde itişip kakışarak ilerliyordu. Sağdan soldan meraklı fısıltılar, geniş çapta ise boğuk ve her beraber icra edilen acayip haykırışlar duyuyordu Simmu. O'nun kendine geldiğini gören ve sedyesini taşıyan bir O'dorkla göz göze geldi. Savaşçı, çevrelerindeki uğultunun üzerinden hain bir şekilde sırıttı ve bütün dişlerini Simmu'ya sergiledi. Simmu, adamdaki kötü niyeti sezmişti fakat elinden gelebilecek hiç bir şey yoktu. Çok sık ve yüksek ağaçlardan oluşmuş bir ormanın zeminindeymiş gibi boğucu ve sıcak bir havayı ciğerlerine çekerken, kendisine doğru pis pis sırıtan O'dork, sedyenin tuttuğu ucunu yere çarptı. Önündeki arkadaşının kalın ensesine bir tokat attı. Öndeki O'dork kükreyerek saldırdı ve geriye döndü. Tam ona tokat atan arkadaşına saldıracakken, herşeyi başlatan O'dork, ona Simmu'yu gösterdi. Bu sefer öndeki O'dork çocuğa korkutucu bir şekilde gülümsedi ve çocuğu iyice ürkütmek amacıyla gözlerini kocaman açıp, suratını aniden Simmu'ya doğru yaklaştırdı. Simmu yattığı yerde yüzünü diğer yana çevirdi. Fakat bu sefer iki O'dork sedyeyi sallamaya ve ulumaya başladılar. Seslerinin kaba hırıltısı, kalabalığın serkeş uğultusuyla birbirine karışıp çarpışıyordu. Simmu dehşet içinde titreme nöbetine tutuldu. Kalbi acı içindeymişçesine sessiz gözyaşları döktü. O kadar çaresizdi ki! Etraftaki anormal uğultu ve boğucu hava çocuğun kulaklarında nabız gibi atan bir sıkıntı peydahlıyordu. Bu da yetmezmiş gibi, sedyesini taşıyan O'dorkların iğrenç zevklerine meze olmak onu dehşet içerisinde bırakmıştı. Neler olduğunu merak eden etraftaki diğer barbarlarda ona doğru dönüp böğürerek kahkahalar atmaya ve yüzüne doğru çarpık suratlarını göstermeye başladılar. Çocuk çığlık attıkça eğlentileri hoyrat bir hal alıyordu. Simmu'nun tepesinde kapkaranlık suratlardan bir orman yükselmişti. Hepsi onu sarsıyor, kafasına demir çubuklar gibi sert parmaklarıyla vuruyor ve anlamadığı dillerinde bir şeyler homurdanıp gülüyorlardı. İçlerinden biri onu koltuk altlarından tutup havaya kaldırdığında incecik, korkmuş ve infial halinde bir çığlık koyverdi. Onu kaldıran barbar çocuğu havaya savurdu ve Simmu eller üzerine düşüp sağa sola savrulmadan önce, aslında akıl almaz bir kalabalığın ortalarında bir yerlerde olduğunu anladı. Heyecanla nefesini tuttu; O'dork ordusu, Lokman'ın bahsettiği ana kentin kapılarına gelmişti. Artık o mahşeri kalabalığın içinde değil de üstünde olduğu için, bıçak gibi kesilen sıcak ve solunması imkânsız havanın yerini sert rüzgârın soğuk, aman bilmez ve şiddetli esintisi almıştı. Kendisinden çok daha uzun O'dork savaşçılarının arasında boğuk bir uğultu gibi duyduğu sesler şimdi on binlerce kafanın üzerinde çınlıyor, Simmu'yu bir gürültü denizinin ortasındaki fırtına gibi yalpaya alıyordu. Simmu havaya kalkmış ellerin üzerine her düşüşünde, bu düşüşü kutlayan 'oley!' seslerinin içinde kalıyor, daha sonra yeniden havaya atılarak daha önlere ya da herhangi bir yöne doğru umarsızca savruluyordu. Simmu'nun ne ruhu ne de benliği direnebilirdi. Çocuksu duyguların veya saf kalbin ve ruhun delik deşik edilip tecavüze uğraması kahkahalar atılarak kutlanıyordu. Bunun idrakinde başarısız olacak olan Simmu hem anlayamamanın sıkıntısıyla hem de üzerine yüklenen bunca duygusal ve fiziksel şiddetten dolayı bilinci kapalı bir ağlama ve korkunç dehşetlere kucak açma nöbetine tutulmuştu. Beş ya da altı atılıp tutulmadan sonra kaldığı ellerin üzerinde önlere doğru sürüklenmeye başladı. Sakinleşmek için iyi bir fırsattı bu... Ağlamaktan ağrıyan başına biraz müsaade etmeli, içini çekmekten mahvolmuş ciğerlerine anlayış göstermeliydi. Bir yandan buz gibi rüzgârlar, diğer yandan ise altında akıp giden sert parmaklı ellerin hunhar yoklayışları kıstırıyordu bedenini. Birden bastıran üşümesi dişlerini münasebetsizce tıkırdatmaya başladı. Dertop olup ısınmak istediği zaman eller buna mani olup Simmu'yu yeniden havaya fırlatıyor ve çocuğun kendine gelmesine asla izin vermiyorlardı. İçten içe kımıldanan haşmetli barbar ordusunun bekleştiği yer O'dork Kentler Vadisi'nin ana giriş kapısıydı. Daha doğrusu, Ana Kent olarak isimlendirdikleri Mah'şer'in kocaman, tunçtan yapılmış çift kanatlı kapılarıydı. Tüm kentleri içine alan yer Ana Kentti... Kapı, ordunun önünde yüksek bir bent gibi dikilmiş surun orta kısımlarına denk gelen bir açıklığa yerleşmiş vakur bir tanrı gibi buyurgandı. Görünüş itibariyle griyi andıran bu eski duvarlar kocaman bloklardan inşa edilmişti. Bu yüksekmi yüksek kesme taş yığını, kalabalık ordu ile Kentlerin bulunduğu düzlüğü ikiye ayırıyordu. Böylece, şu anda ordunun toplandığı alan, şehirlerin oluşturulduğu araziye girmeden evvelki bekleme bölgesi oluyordu. Sur'un bir ucu, büyük çukurun batı ucundaki dimdik yamaçlarla birleşiyor, diğer yanda da doğu yakasındaki tuhaf taş bloğun ortasına saplanıyordu. Simmu kafasını kaldırıp etrafı gözlemlediğinde, kuzeyde öfkeli ve kara bir duvar gibi yükselen duvarın ortasından fırlamış bulanık renkteki tunç kapıları, diğer yönlerde ise içinde bulundukları büyük çukurun dümdüz yamaçlarını görüyordu. Tepelerinde gri bulutlardan başka hiçbir şey yoktu. Gün ışığı ancak sembolik bir katılımda bulunur gibi silik bir aydınlığın geçmesine müsaade eden bulutların ısrarcı perdesine takılıyordu. Duvar boyunca en az on sıra halinde yanan meşaleler, gözlere cehennemin kapısından içeriye girdikleri izlenimini sunuyordu. Bir zaman sonra Simmu, vahşilerin belirli bir kelimeyi, bir tezahürat gibi yineleyip durduklarını ve her tekrarda dört bir yandan başkalarının da bu anlaşılmaz kelimeyi telaffuz etme işine giriştiğini duydu. Ordunun hep bir ağızdan aynı ve anlaşılmaz kelimeyi, hızlı hızlı tekrarlamaya ve her seferinde kelimeyi daha gürültülü, kaba ve sabırsızlıkla söylediğini işitti. Elleri üstünde onu dolandıran O'dorklar, bu sefer ritme uyarak Simmu'yu atıp tutmaya başladılar ve tezahürata, küçük çocuğun düşüşlerine adadıkları 'oley!' ler karıştı. Şimdi sur ile yamaçların kara gölgeleri arasında kalmış ordunun üstünde korkunç bir gürültü yükseliyordu. Tek bir kelimenin, binlerce ağzın böğürmesi sonunda patlayan varlığı tekrar tekrar yankılanıp gümbürdüyordu. Simmu'nun kalbi iki taş arasındaki ufak bir arpa misali sıkıştı ve gözleri yeniden yaş tuttu. Çılgınlık mertebesine doğru kontrolsüz bir biçimde yükselen tezahürat adeta kafasının içinde zelzeleler yaratıp, duyma kabiliyetine işkence ediyordu. Bütün O'dorklar aynı şeyi, aynı tutkuyla ve aynı tedirgin edici tempoyla çığırıyordu. Simmu, ordunun bunu yaparken hep yüzlerinin duvara dönük olduğunu fark etti. Ki o anda daha ilgi çekici ama aynı derecede beklenmedik -Simmu için- bir sürpriz talihsiz çocuğu bekliyordu. Duvarın müphem ve yükseklerdeki karanlıklarından, ordunun tezahüratına karşılık geliyordu. Simmu kafasını kaldırıp kara suru belirsizlik içinde seyretti. Sanki o kalabalık, boğuk ve güçlü uğultu sıkışıklığı duvarın her yanından sızıyor, tepelerine yağmur damlaları gibi düşüyordu. Simmu hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Elleri üzerinde atılıp tutulduğu ordu deli gibi haykırıyor ve bir karşılığı andıran o basık uğultu hemen ardından duyuluyordu. Simmu tedirginlik ve huşu içinde bekledi... Neler oluyordu? Nereden bakılırsa bakılsın yüz adam boyundaki kara ama pürüzsüz surların ardında onu ne bekliyordu. Kentler... Simmu hayatında ilk kez bir kent görecekti. Yine de mutlu olduğu söylenemezdi. Çocuğun kırbaç gibi şaklayan acıları ona heyecan ve merak için rahat vermiyordu. Eziyet ediliyor, hor görülüyordu. Düşmanlığın tek sebebi kendisiymiş gibi darp edilip, manevi işkenceye tutuluyordu. Evet, Simmu ilk kez bir kent -hatta kentler- görecekti. Ama neye yarar? Ansızın Simmu irkildi ve hoyrat dalgalar gibi kulaklarına çarpan karşılıklı tezahüratların, yek bir zafer nidasına dönüştüğünü, hemen akabinde de devasa tunç kapıların açılmalarına delalet olan gıcırtıların içini karıncalandırdığını hissetti. Zafer gurultusu ipinden kurtulmuş kuduz bir canavar gibi dört bir yana saldırıp havayı dalgalandırıyordu. Surlardaki meşalelerin aydınlığı söner gibi olup yeniden, bu sefer daha doyumsuz bir açlıkla alevlendi. Açılan kapıların berisinden müthiş bir aydınlık, coşkun bir alev nehri gibi üzerlerine akmaya başladı. Simmu, kapının ötesindeki altın sarısı ışıltıların büyüsüne kapıldı. Neredeyse her şeyi unutuverecekti. Bütün sıkıntıları, ruhundaki onulmaz yaraları, acılarını, hatta anne ve babasını... Hayatında böylesine şaşalı bir ışık cümbüşü görmemişti. Aklında gücün belirgin olmayan simgeleri belirdi ve O'dorkların tüm barbarlıkları ve kancıllıklarına hissettiği öfke yanında, bu güç sembolü ışık sayesinde onlara çapraşık bir saygı duydu. Kendinden geçmesi an meselesiydi. Işık onu esir almıştı. İşte ne olduysa o zaman oldu. Yavaşça, ağırlığına ve heybetine yakışır bir sakinlikle menteşeleri üzerinde dönen giriş kapıları, surların üzerine birikmiş sayısız O'dorkun selamlamasını, aşağıda kapılara doğru ilerleyen ve sıkışan gaddar askerlerin ulumalarına buluyordu. Simmu'yla eğlenen O'dorklar, kapılara doğru akan kalabalığa takılıp sürüklenmeye başlamıştı. Simmu'yu, kullanılmaktan ötürü eskimiş bir eşya gibi yere attılar. Ardından engellenemez vahşilikleri içinde başlarını sallayıp dillerini saldırgan hayvanlar gibi şaklatmaya başladılar. Kollarını tedbirsiz ve şiddetle, adeta münasebetsiz bir dansı icra ediyor gibi havada sallıyorlar ve kocaman ayaklarını hınçla toprağa vuruyorlardı. Bu esnada kapılara doğru akan kalabalık, kapıların önünde giderek sıklaşıyor, bedenler birbirine yaslanıyor, sıkışıyor ve tıkanmaya başlıyordu. Simmu atılıp bırakıldığı yerde derhal ayağa fırladı çünkü o kendi başının çaresine bakmazsa, bu kana susamış yaratıkların onu ayakları altında ezdiklerini fark etmeyeceklerini çok iyi biliyordu. O'dorklardan mürekkep akıntıya itaat ederek, dev gövdelerin arsında kalmış minik bedeniyle, inanılmayacak derecede saçma olan vaziyeti dolayısıyla hayatını kaybetmemeye çalışmaya başladı. Nefes almak gitgide zorlaşıyordu. Simmu'nun ciğerlerine temiz hava yerine, dip dibe ilerlediği ve en fazla bellerine geldiği O'dorkların bet ve mide bulandırıcı kokuları doluyordu. İtilip kakılıyor, O'dorkların elleri dirsekleri ya da ayakları, yanından geçerken çocuğa can yakıcı darbeler indirerek vuruyordu. Havasızlıktan gözleri kararır gibi olmuştu. Etrafındaki mutlak ve dehşet uyandırıcı uğultu giderek boğuklaşıyor, çocuk her an biraz daha bilincinin yitmesine engel olamıyordu. O esnada, göremediği bir el kolunu sıkı sıkı kavrayarak onu havaya kaldırdı ve çarpık bir O'dork suratıyla karşı karşıya kalacak biçimde kucağa alındı. "Demek hala yaşıyorsun insan evladı. Güzel. Reis memnun olacak!" Uğultuyu bastırmaya çalışarak konuşan bu canavarı hatırlamıştı Simmu. Felaketinin mimarı bir kez daha onu bulmuştu. "Düzensizlik bizim düzenimizdir. Bu kapılardan girene kadar hiçbir şey yapamayız. Ama sabret. Kapının ardında feraha ereceğiz." Menfur bir kahkaha patlattı, "şey... En azından ben ereceğim!" Can sıkıcı, yavaş ve itişmeli kakışmalı ilerlemenin ortasında, Simmu ve kucağında ilerlediği O'dork, heybetli kapının derin eşiğine değin gelmişlerdi. Kapı o kadar azametli ve ürkütücüydü ki, kafasını yukarı kaldırıp açık kapıların en üstüne aval aval bakan Simmu, O'dorku tarifsiz bir neşeye gark etti. Vahşi yaratık homurdanarak kahkaha attı: "Sizin bezden çadırlarınızın yırtık kapılarına benzemiyor değil mi? Ama sabret. Daha çok şaşıracaksın!" Kutlamaya benzer çığlıklar, uğultular, kakafonik bir melodi ve barbarca zaferi kutlayan rüzgârın gürlemesi Simmu'nun kalbinde daha derin bir yarık açtı. Kapı kemerinin neredeyse on adam üstündeki uzun ve tuhaf açılı balkonlarda, birbirine girmiş kolların ve kafaların, neredeyse sayısız biçimleri, aşağıya doğru, sanki onu tehdit edercesine sallanıyordu. Kapının iki yanında bu acayip balkonlar üst üste istiflenip, şehirleri içine alan düzlüğün etrafındaki yamaçlar boyunca uzanıyordu. Simmu evinden ne kadar uzakta olduğunu o an, en güçlü biçimde idrak etti. İşte o en tehlikeli ve dehşete düşmüş anında, beraber içeri girdikleri O'dork onu sarstı ve Simmu bir kez daha, içindeki tüm duygulara saldıran suratla yüz yüze geldi. O'dork zafer naralarının bütünleşip çığırından çıktığı mertebenin üzerinden, salyalarını saçarak bağırdı: "Yeni evine hoş geldin!" Ve küçük çocuğu omuzlarına alıp, manzarayı daha iyi görmesini sağladı. Kapı, uzak tarafı bir hançer gibi kıvrık olan yayvan bir düzlüğe açılıyordu. Düzlük kapının iki yanında, surlarla yamaçların birleştiği çizgilere kadar yayılmıştı. Yamaçların ve surların üzerinde, sanki yamaçlardaki girinti çıkıntılara boyun eğilerek oyulmuş kat kat balkonlar uzayıp gidiyordu. Her birinde, belki de binlerce ışıl ışıl meşale alevi titriyor, balkonların durmadan devam ettiği kuzey yamaçlarına doğru önemsiz noktalara dönüşüveriyordu. Bu soğuk ve mat yamaçlarda en az surlar kadar heybetliydi. Kapının önündeki düzlüğün iki ucundaki geniş ve dik olmayan rampalar bir kat daha aşağıya inip, aşağıdaki alanda açılmış yuvarlak bir meydanda birleşiyorlardı. Ötede, eğer Simmu yanlış saymadıysa yirmi bir kent vardı. İşte düzlük bu kadar geniş ve düzdü! O'dork kentleri, sıradan bir şehir gibi enine değil boyuna büyüyen yerleşimlerdi. Simmu'nun baktığı yerden karıncaların yükselttiği topraktan tepelere benziyordu. Ovanın orasına burasına düzensiz bir şekilde oturmuşlardı. Şehirleri birbirine bağlayan yollar, incecik siyah iplikler toprağın üstüne atılmış gibi kıvrım kıvrımdı. Tüm kentlerin dikildiği ovanın ortasına denk gelen bir bölgede, tüm kentlerden daha yüksek ve parlak bir sütun, toprağa saplanmış bir ok gibi yamuk fakat sapasağlam bir halde yükselmişti. Ucunda kor gibi, kızıl sarı parıltılar saçan bir küre duruyordu. İşte Simmu'nun aydınlığıyla sarhoş olduğu ışık kaynağı buydu ve Simmu onun azar azar söndüğünü hissediyordu. Ordunun muazzam kalabalığı kapıdan içeri doluştukça, savaşçılar sağa sola dağılmaya da başlamış, gruplar halinde toparlanıp kimi balkonlara çıkan taştan merdivenlere yönelmiş, kimi aşağıya doğru giden rampalardan koşarak inmiş, kimisi de kapılara tırmanıp salyalarını saçarak çığlık atmaya başlamıştı. Simmu ve omuzlarına tünediği O'dork rampaya doğru yöneldi. En alt düzlüğe indiklerinde kalabalık artık azalmıştı. O'dork sonunda Simmu'yu omuzlarından attı ve ileriyi gösterdi: "İşte seninkiler orada!" önlerinde yükselen ilk kentin önünde bekleşen bir kalabalığı işaret etmişti. "Eğer birilerine akşam yemeği olmak istemiyorsan oraya ulaşmalısın. Bekleyenlerin çoğu insan etine aç." Ellerini Simmu'nun önünde ileriye doğru salladı. "Hadi. Koş Simmu! Bir gün babanın intikamını almak için koş!" Simmu gözyaşları içinde koşarken, gaddar bir kahkahanın ivedilik içinde uğultulara karıştığını düşündü. Yanından geçtiği O'dorklar onunla alay ediyor, kafasına ya da sırtına şaplaklar indiriyor, dengesini bozmaya çalışarak onunla eğleniyorlardı. Simmu Lokman'ı uzakta, kalabalığın içinde belli belirsiz seçene kadar, körpe ciğerleri patlayıncaya değin koştu. Sonunda 'Lokman!' diye haykırdı ve şaşkınlık içindeki delikanlıya sarıldığında hüngür hüngür ağlamaya başladı. Izdırap ve sıkıntının bağrında geçecek günler başlamıştı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |