"Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler." -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Çaresizlik… ülkenin içinde bulunduğu durumu ancak böyle anlatabilirim. Çığırından çıkmış ümitsizliğimizle başvurduğumuz son çare, zincirleme bir yas doğurdu. Derin bir sessizlik içinde, kralın aldığı son kararın uygulanmasını seyrediyoruz günlerdir. Porald’ın kapısı önünde sayısız ordugah kuruldu; hakimiyetimiz altındaki on altı ülkenin ve bir çok boyun askerleri emre itaat ettiler; çünkü gelen tehlike herkesi ilgilendiriyor. Mora boyanmış gökyüzünün her yeri kapladığı Batı Kıtası’nda kimsenin kaçabileceği yer yok. Ve her şeyin başlangıcı olmasa da –kimse başlangıcını bilemiyor- çaresizliğin darbesini en ağır şekilde ruhlarımıza indirişi, Nu’karh adlı hayalet kentte ümit olduğunu hayal eden O’delh isimli efsuncunun ölüm haberiyle bağlantılı. Batı Kıtası’nda denir ki, Messa Masana’nın İhtişam Çağı başlangıcı, Yedi Mor Ay’ın Doğu Kıtası göğünde aynı anda görüldüğü haberiyle başlamış. Bu tuhaf ve inanılmaz haberi deli lakaplı bir efsuncu getirmiş. Kendisi, o zamana değin doğuya gidebilmeyi –ve aynı zamanda dönebilmeyi başarmış ikinci efsuncuymuş. Tek amacı Doğu Kıtası’na günah sayılan bir yöntemle gidip dönerek hurafeleri savuşturmakmış. Zira o zamanlar Efsuncular Loncası’nın pek çok yöntemi sorgulanırmış, hatta büyük kısmı yasaklanmış.(Bu zamana çok az kısmı kaldı; güçten düştük. Ama artık bu bile önemli değil…) Deli efsuncu dar kafalıları geriletmek ve susturmak adına gideceğini söyleyerek “Doğu’dan nasıl haberdar olduğunuzu unutmayın! Eğer yıllar önce bir efsuncu doğuya gidip gelmeseydi, bugün hala, doğuda yalnızca Çorak Topraklar’ın olduğunu varsayacaktınız” demiş.Aynı yöntemle gidip gelerek, loncamıza saldıranları susturabileceğini düşünmüş. Fakat yıllar sonra geri döndüğünde, başarılı olmasına rağmen lanetlenmiş çünkü efsuncular üzerindeki baskı, o gittikten sonra daha da artmış. Lakin yakılarak katledilmesiyle sonuçlanacak yargılanmasında şunu söylemiş: “Yedi Mor Ay doğu göğünde yükseldi! Ve ben bu sayede geldim. Barbarlar ve yağmacıların boyunduruğundaki Nu’karh ve nice kardeş şehirleri kurtuldu. Ölü Kral buyruğa uydu ve Tanrıların hükmüyle Solom Şehri’ndeki evinden çıktı. Aynı gece kötülüğü def etti, sonra meçhule döndü. Aldığı intikamın alevini de yanında götürdü. Kaholi Tanrıları, bütün doğudaki en soylu kentleri kurtardı ve kutsadı. “Hal böyleyken döndüm ben; onların iradesiyle. Muhakkak bu, anlayan ve kavrayabilen için hayırlı bir haberdir. Hem şu an hem de gelecek için. Eğer size anlattıklarımı yanlış okumaya kalkarsanız tam tersi de olabilir. Verdiğim müjdeyi hafife almayın: Messa Masana yüzyıllarca sürecek bir ihya yaşayabilir. Halkımız ve idaremiz altına girecek halklar mutlu ve huzurlu olacaklardır. Hayırlı haberimi geri çevirmeyin, zira yazgıyı yüceler, seçimleri bizler yaparız. “Size bu güzel havadisleri, bu mutluluk verici müjdeleri nasıl getirdiğimi hatırlayın! Eskilerin atıl kafalı boşboğazlarının yasakladığı ve günah saydığı yöntemlerle –ki aslında böylece ikinci kez yarar sağlamıştır ülkemize. Uğursuz işler hayırlı haberler doğurmaz. Kafanızdaki örümceklerden kurtulun!” Ne yazık ki Deli Efsuncu yakılmaktan ve nefret edilmekten kurtulamadı. Onun adını artık yalnızca biz efsuncular hatırlıyoruz. Biz, son nesil efsuncular, izin verilen ölçüde öz lisanımızı geliştirip bu sanatın kalıntılarında yaşıyoruz. Halkın çoğu bize düşman ve söylediklerimizin büyük kısmına inanılmıyor. Sarayın içinde, üzerimize dikilmiş iğreti bakışlar altında yaşıyoruz. Bilinmeyen bir dürtüden ötürü sanatımız asla yasaklanmıyor… kafaları geri kalmışların batıl inançları olması çok mu şaşırtıcı? Atıl haldeki loncamız acınası biçimde ayakta durmaya çabalıyor. Saraydaki herkes, eğer nefretlerini üzerimize çektiğimiz zamanların dışındaysak bize karşı kayıtsız davranıyor. Kendi kendimize ölmemizi bekleyen leş kargaları gibiler. Arkamızdan sayısız söylenti yayılıyor. Aleyhimize konuşanlar, uzun zamanlardan beridir alenen ortalarda görünmekten çekinmiyorlar. Neden çekinsinler ki? Asırlardır, sistemli bir biçimde hareket alanımız daraltıldı. Bugün yalnızca öz lisanımızın farkında olup onu çok fazla geliştiremeyeceğimiz bir kalıba sokulduk. Lonca Ataları’nın bilgeliğinden yoksunuz. Işıksız bir yolda, ayağımızın altında bir yol olduğunu ancak ümit ederek ilerlemeye çalışıyoruz. Zorlukla saklayabildiklerimiz dışında tüm kayıtlarımız tahrip edildi. Artık yalnızca eski günlerdeki ihtişamımızla avunabiliyoruz. Kadim zamanlarla ilgili yetersiz bilgilerimiz, o günlerde efsunculuğun kademelendiğini anlatıyor. Ve yine o zamanlarda sayısı yirmiyi aşan basamaklar arasında, bizim şu anda en ileri kabiliyetlere sahip 0lanımızın dahi (ben de lonca Lideri olarak bu payeye üzülerek ortağım) o vakitlerde öz lisanını yeni keşfeden bir çocuğun rahatlıkla ulaştığı ‘üçüncü alana’ dahil olduğunu kederle fark ettik. Deli efsuncu neredeyse en üst alana ulaşmak üzereymiş; ‘Kara Bulutların Çobanı’ Anladığımız kadarıyla en üst ve en kudretli alana ulaşabilenlere ‘Gölge Dansçısı’ deniyormuş. Kaç kişi bu kadar yükselebilmiş bilmiyoruz. - Ne zaman ‘Gölge Dansçısı’ unvanının zapt edilmesi zor gücünü hayal etsem, o isme sahip olanın ruh kudretini kendimce tahlil edip, ürpermeden duramıyorum-. Bugün ise her şey –biz efsuncular için- fazlasıyla karamsardı. Neredeyse olduğumuz kimseler için utanç duymamız bekleniyordu. Zanaatımıza ve bize cephe alanların karşımıza dikilip yüzümüze onulmaz bir öfkeyle tükürmelerine yakın gözüyle bakıyorduk. Yine de durumumuz bu kadar kötüyken dahi, umulmadık olaylar etrafımızda şekillendi. Biz kendimizi halkın kaçındığı bir grup olarak adlandırmayı uzun yıllardan beri kabullenmişken, karşımızda meyus kişilikleriyle dikilenlerin kale duvarlarında büyük bir yarık açılır gibi oldu. Kimse yazgının böylesi oyunlar oynayabileceğine inanamıyordu. Yaşamın nefes alınan bütün kısımlarında, yüceltilen ile aşağılananın bir kefede buluşabilmesine imkansız gözüyle bakılırdı. Fakat kişisel ya da zümresel tutumların kaderi yok denecek kadar az etkilediği artık daha da kesinleşmişti. O’delh, loncamızın genç ve öz lisanı konusunda oldukça kabiliyetli bir üyesi, kralın kızının gönlünü çaldı. Haber, sarayın yankılı ve loş salonlarından Porald’a , Porald’dan da tüm Batı Kıtası’na yayılan bir şok dalgasını salıverdi. Hakimiyetimizdeki on altı ülkenin insanları, Kral Eldali’nin O’delh’i en ağır şekilde cezalandıracağına dair dedikodular hakkında konuşup durdu. Herkes bu şarlatanın çok ileriye gittiğini düşündü. Saray cellatlarının elinde hayatına son verilmesi, Fenoli’ye olan aşkının yarattığı şaşkınlık yanında sönük bir kabullenişle karşılanması beklenebilrdi; idam kaçınılmazdı. Fakat O’delh ile Fenoli herkesi karşılarına alarak, aylarca süren zorlu bir mücadeleye giriştiler. Hikayeleri o kadar uzun ve hayranlık uyandırıcı ki, eğer bir ozan gibi hakkını vererek anlatamayacaksam, bu işe girişmeyi asla düşünemem. Yalnızca O’delh’in Fenoli’yi kaçırdığını, mevsimler boyu kuzey diyarlarında saklandıklarını ve en sonunda pes eden Kral’ın bu izdivaca olur vermek zorunda kaldığını söyleyerek özetleyebilirim. Bildiğimiz kadarıyla Kral kızının sevgisini kaybetmemek adına evliliğe göz yummuştu. Başka ne olabilirdi ki?.. O’delh ile Fenoli’nin tüm halk tarafından hayretle ve kafa karışıklığıyla seyredilen düğünleri biz efsuncular için hem bir ışıktı, hem de kapkara bir gölgenin üzerimize düşmesine neden olan bir vakaydı. Evliliğin Messa Massana’nın aydınlık ‘İhtişam Çağı’na’ bir leke gibi sürüldüğü tüm sarayda fısıldandı. Bizim evlilikle ilgili düşüncemizi kimse umursamadı çünkü evlilikle ilgili hiç konuşmadık. Kapalı kapılar ardında toplanınca, bunun bir işaret olduğu varsayımına inandık. Onların meçhule gömdükleri eski güzel günlerimizi yeniden diriltmeye yönelik ilk hamle olabilirdi. Böylece sandıkları gibi İhtişam Çağı’na gölge düşmeyecek, aydınlık daha da göz alıcı olacaktı; zaman geçtikçe idrak etmelerini umuyorduk. Öfkeli bakışlarına karşılık vereceğimiz günün yakında olduğunu hissediyorduk. Lakin kader efsuncuları asla desteklememiştir. Bilinmeyen bir yerden gelen yabancı bir kadın, Kaholi ordularının gökyüzünden Batı Toprakları’na ineceğini ve mutlak hakimiyeti sağlayacağını haykırmasıyla buna daha da çok inandım. Sıradan hayatlarımızın duvarlarında beklenmedik delikler açan bu haberi kimse karnına ağrılar saplanmadan dinleyemedi. Zira ne zaman Tanrılar ve onların akıl sır ermez işlerinden bahsedilse, ürkek zihinlerin en karanlık odalarından bet ve iflah olmaz bir felaket hissi ayaklanır ve insanın üzerine yapışır kalır. Tahmin edilebileceği gibi bu uğursuz haber O’delh ile Fenoli’nin evliliğine yoruldu anında. Haset çekenlerin pek çok sebebi vardı. İlk başta, bu evlilik yüzünden hanedan ailesinin ismine ve kanına silinemeyecek bir leke sürülmüştü. Asırlarca Tanrıların nefretini üzerine çeken kimselerin –bunlar bizleriz- sarayda fink atmaları yetmiyormuş gibi, tahtta hak iddia edecek olmaları kafi miktarda gurursuzluk ve onursuzluktu.Yeni durumundan dolayı kendine bazı haklar yaratan O’delh’in saray mahzenlerinde kara büyülerle uğraştığı dedikodu olamayacak kadar aşikardı; ki bu gerçek halkı ve sarayı lanetlemek için Tanrıları haklı çıkarmıştı. O’delh sarayda efsun çalışmalarını en rahat yapanımızdı. Mahzenlerin bazılarında kara büyüler yaptığını açık açık kimse konuşmaya cesaret edemiyordu ama bu yine de bir sır değildi. Saray halkının anlamadığı şey ise, kara büyü yapmanın onun suçu olmadığı idi. Biz efsuncular büyü maharetimizi ‘Öz Lisanımızdan’ alırız. Öz lisanımız bize doğa tarafından verilmiştir; tamamıyla onun takdiridir. Lisanı keşfettikçe muhteviyatını da kavrarız. İşin bu aşamasında kimse bir suç aramamalıdır. Zira tamamıyla doğanın yönlendirmesiyle yoğrulur, onun kararları içerisinde yolumuzu buluruz. Eğer bize bahşettiklerini doğru şekilde anlayabilirsek, doğanın sunduklarını en iyi biçimde algıladığımız ortaya çıkar ve sonunda doğanın işleyişini kavramış ve geldiğimiz yerin ilkelerine sahip olmuşuz demektir. Hepimiz belli oranlarda kara büyüden payımızı almışızdır. İşte bu noktada normal halk bizi anlamakta zorluk çeker. Doğayı oluşturan etmenlerin aydınlık ve karanlık öğelerden mürekkep olduğu mantığını asla kabullenmez. O’delh kara büyülerini yaparken istim üstünde olduğunu bir türlü fark etmiyordu. Bizi normal halimizle bile neredeyse mendebur yerine koyan Saray tebaasının, kara büyü karşısında ne denli hırçın ve saldırgan olacağını ya düşünmek istemiyordu yada prensesle evliliğinin onu zehirli dillerden uzak tutacağına itimadı tamdı. Aslında gerçekten de bir süreliğine kimsecikler ağzını açıp tek kelime edemedi. Ne zaman ki o kadın konseyin önüne çıkıp kara haberleri bir bir dillendirdi, o vakit, saray entrikacılarına altın tepside konmuş bir fırsat gibi şekillendi. Verilen vahim haberler üzerine konuşulduğu miktarda, O’delh’in ve loncanın kabahatli olduğu hakkında da dedikodular yapıldı, bazen ulu orta konuşuldu. Kaholi Orduları’nın gelişinin moral bozucu haberi, ondan ve loncadan rahatsızlık duyan entrikacıların ekmeğine yağ sürmüştü. O meçhul kadın kehanete inanmamız gerektiğini, İhtişam Çağı’ndaki son günlerin muazzam bir yıkımla biteceğini söyledi. Loncanın başı olarak bende konseydeydim ve söylediklerini duydum. Kral ve konsey üyeleri kadını Ammansız bir sorguya çekerlerken onları, telaşlı ve tarumar tavırlarını ve karşılarına dikilmiş kadını, onun soylu, kendinden emin, soğuk ve korkusuz duruşunu karşılaştırdım. Saçma ve çocukça sorular soran konsey üyelerinin akıldan mahrum kişilikleriyle eğlendim, kadının beni destekleyen iğneli cevaplarına içten içe sırıttım. Ne zaman ki kadın bu boş sorulardan bıkıp konuşmayı ele aldı, artık ne güldüm ne de eğlendim. İliklerime kadar batan buz tutmuş iğneleri hissettim. Aklıma üşüşen milyonlarca imgenin ruhumu çökertmeye çalışmasını titreyerek seyrettim. Kelimelerinde ve duruşunda dolanan tavrın insanlık dışılığıyla, kadının sezgilere saldıran tanrısal içselliğini aynı anda kavramış olmaktan dolayı dehşete düştüm ve gözlerimi asla kırpamadığım için yanan bakışlarıma lanetler saydırdım. Belki de bu yüzden söylediklerini kelime kelime hatırlıyorum: “…Ben batılı değilim, ne ki doğulu yada güneyli ve kuzeyli olayım. Engin Çorak Topraklar’ın batısındaki on altı ülkede şehir şehir dolaştım. Hakimiyetinizdeki bütün yolları arşınladım ve görevimi bitirmek adına Porald dediğiniz bu yere geldim. Çevreme toplanıp kelamımı dinleyen herkese bu akşamı sıkıca tembihledim. Zira bu akşam tüm gözler gökyüzüne çevrilmeli ve inandığınız Tanrıların yenilgisi gözler önüne serilmeli, ki ben onların bir habercisiyim. Sözümü işitin ve bana kulak verin! “Tanrılar çoğu kereler rekabete girmeyi sevmezler; birbirlerinin güçlerine imrenmez ve yarattıkları misali hırs gütmezler. Lakin olan oldu ve Mor Ay Tanrıları, Sonsuzluğu Sahiplenen İlahlara boyun eğdirdi. Bu, zamanın evvelinden ve sizin zavallı algınızın tahayyül edemeyeceği bir hesaplaşmadır. “Şimdi nice alemlerde kulları olan Sonsuzluğu Sahiplenen İlahlar burayı, Batı Toprakları’nı Mor Ay Tanrıları’na bırakıyorlar. Alenen ortada olan bir gerçek varsa, o da yazgının alnınızda yazılı olduğu gibi gerçekleştiğidir. Her şey sizin öngördüğünüz veya çabaladığınız gibi sonuçlanmaz. “Hayır, böyle olmaz! “Siz kendinizi bir oyun taşından daha mı kıymetli sandınız? Öyleyse yanlıştan dönün, sizi terk eden Tanrılara isyan etmeyin. Ve sakın Tanrıları hor görmeyin ve onlar adına hükümde bulunmayın! Zira onlar size hem en kıdemli dostlarını ve hem de kurtuluşun hoşgörüde olduğunu anlamanızı gerektiren bir sınav gönderdiler. Yenilgi onların değil sizindir! “Tanrıların yenilgisi de galibiyeti de sizin sandığınız gibi gerçekleşmez. Kaldı ki ganimet gibi arzuları olsun. Onlar güç ve iktidarla sarmalanmıştır; ve siz asla nasıl savaştıklarını kavrayamazsınız. Onlar, kullarının sayısıyla güçlenip zayıflamazlar. Sizi seyrederler… ve hepsi bu! Yalvarıp yakardığınızda, emsalsiz yukarılardan size gülümserler. İşte o zaman itikadınız kuvvetlenir… sonunda onlar daha çok gülerler… “Bunları itaatsizlik edin diye söylemedim; sakın laflarımı çarpıtmayın! Tanrı gücünü kavramak size düşmez. Takdir eden, mükafat ve ceza veren yalnız onlardır. Bakın, size beni gönderdiler; çünkü iş sandığınız gibi değil! “Hiçbirinizin kulağına apaçık kurtuluşu söyleyecek değilim. Çünkü sizin kulaklarınız hırs ve kibirle tıkanmış, akıllarınız körelmiş. Zaten idraki zayıf olanlarla, teslimiyeti aptallık olarak görmeyenleri birbirinden ayırmak için burada değilim ama o günün de yakın olduğunu bilin! “Batı bırakıldı çünkü toprağa yazılmış söz böyleydi. Sonsuzluğu Sahiplenen İlahlar’ ın sizinle ilgili düşüncelerini biliyorum. Zira bana yaptıklarınızı ve nasıl da yoldan saptığınızı belirttiler. Yurdunuza bu bilgilerle indim. “Binlerce yıl evvel yazgının kırılabileceği bir fırsatı size sunduklarını ne çabuk unuttunuz! Size doğruyu getiren zavallıyı dinlemeyip gaddarca yaktınız. Kibirli, küstah ve hırslıydınız… hala öylesiniz! “Hepinizi felaket için uyarmaya vakıfım ben. Son günlerinizde itaatsizlik etmeyesiniz diye, her şeye kadir ve bağışlayıcı Tanrılarınız tarafından gönderildim. Belki bu sefer hakikati kabullenirsiniz de yolunuz üstüne yüce bir ışıltı dökülür.” Kral ve tüm kurul en derin sessizliğin ve şaşkınlığın maskeleriyle oturuyordu salonda. Tereddüt içinde ufak bir an geçirdik hep beraber. Ardından saraydaki kan emici lonca liderleri ağız birliği içinde onu şarlatanlıkla suçladı. Bir çoğu kadının söyledikleriyle alay ederek kahkahalar attı. Fakat o kadının keskin bakışları altında öyle bir ezildiler ki, en derin kabusların artık onlarla olduğuna eminim. Ölüme yaklaşmak için kötü bir yol… Kral Eldali kadını şüpheyle süzdü ama bunu yüzüne asla yansıtmamıştı. Göz bebeklerinin sınırlarında gezinen tuhaf bir ışıltıyla, dik dik bakıyordu. Tüm insanlığın ağır başlılığı onda vücuda geliyordu sanki… asırlık heykeller kadar sert ve soğuktu. En sonunda mermerden tavrında kırılmalar yaratarak erdemli bir adam gibi konuştu. O günün en son ve en dehşetli sahnesi oynanmak üzereydi: “Sen…” demişti Eldali, “sen Tanrıların habercisi olduğunu söylüyorsun. Peki o zaman… bize bir mucizeni göster.” Son kelimelerine hafif bir alay tınlaması hakim olmuştu. Zaten engel olamadığı dudağının kenarı minicik bir kıvrımla yukarıya doğrulmuştu. Kadından istediği kanıt, Atalar Kitabı’ndaki tüm habercilerin sahip olduğu bir yetenekti. Ve daha da önemlisi, hepsi erkekti. Pür dikkat kadını seyrettim: Kızıl saçları omuzlarından aşağıya kabararak iniyordu. Üzerindeki sarı ve tek parça kıyafet, omuzlardan ayakuçlarına değin altın iplikçiklerle desenlenmişti. Sarı ve kızılın olanca zıtlığı, kadının üzerinde huşu veren bir uyuma dönüşmüştü. Yüzü ne uzun ne de yuvarlaktı, öyle ki insan o yüze bakınca ‘işte’ diyordu ‘asla adı konulmamış kusursuzluk.’… tanıdığım çoğu insandan daha uzundu, neredeyse yedi ayak boyundaydı. Suratındaki kendinden emin ifadeyi tamamlayan sivri bir çenesi vardı. Kaşları yoktu –kusursuzluğun sebeplerinden biriydi bu inanın-. Bundan eminim çünkü burnunun şekli neredeyse fark edilmiyordu. Elleri geniş kol yenleri içinde saklanmıştı. Başını dimdik tutuyor, açık tenli boynunu içeriye sızan güneş ışığında ortaya çıkarıyordu. Durduğu yerde asla hareket etmiyor gibiydi. Ne zaman ki kralın sorusuna yanıt verecek oldu, işte o an kıpırtısızlığını muhteşem bir ahenkle bozarak kollarından birini havaya kaldırdı. Kolu kıyafetten sıyrılınca, büyük ve yankılı salonda müphem bir uğultu peydahlandı. Kral bile oturduğu gösterişli koltuğunda bir miktar gerildi. Kadın tüm gözlerin kendisine çevrildiğine kanaat getirdikten sonra, havadaki elini karnı ile kasıkları arasında bir yere koydu: “Ben mucizenin ta kendisiyim!” dedi, hakim olmanın verdiği gamsız bir tavırla. Yaptığı hareketi çözmek zordu. Birden salonun yüksek ve kemerli pencerelerine doğru baktı. Biz de onun gözlerini takip ettik. Alay edip böğürerek gülen saray halkının önde gelenleri çıt çıkaramayacak denli ürkmüşlerdi. Kadının salondaki havaya zerk ettiği tedirginlik buz gibi bir hava esmesine sebep oluyordu. İşte o anda aklımı çökertecek denli vurucu vukuat gerçekleşti: Pencerelerden loş salona dökülen güneş ışıkları bir anda karardı ve insanın yüreğini alt üst eden bir gürültü her yeri kaplayıverdi; kuvvetli ve haşmetli çatırdama salonun yüksek tavanına çarpıp kulaklarımızı iğneliyordu. Kuruldaki herkes afallayarak inledi. Böyle bir şey daha önce kimsenin başına gelmemişti. Öyle bir histi ki bu, yardım bekleyen çocuklar kadar acizdik. Panik havası yoğunlaşırken, lonca başları felakete uğramış suratlarını birbirlerine çevirip durdular. Gösterişli kıyafetlerinin paha biçilmez süsleri, kol yenleri ve etekleri ürperti içinde hışırdıyor, takırdıyor ve çınlıyordu. İstifini bozmayan ve şaşkın halimizi eğleniyormuş gibi seyreden kadın karnında tuttuğu elini, bakışlarını mimlediği tarafa uzattı ve o salondaki herkesten katbekat üstün olduğunu belirten kudrete bürünmüş sesiyle krala seslendi: “Şimdi daha fazla beklemene lüzum yok! Bu karanlık kubbeli salondan çık. Tebaandan olan her bir kişiyi en ağır korkular ve pişmanlıklarla dolduran şeyi görmek için gökyüzüne bak! Aylardır haberini verdiğim alamet artık doğdu. “Tanrıların işleri gönülleri çekiç misali ezer de herkes onlardan korkup secdeye gelir. Ama yemin ederim ki şimdi göğün büründüğü halin sizi secdeye getirmekle bir ilgisi yok. Tabii ki yok! Çünkü bu sonunuzun alameti, felaketinizin habercisi! Hiçbir secde, hiçbir yön sizi kurtaramaz! “Şimdi istersen halkına git. Hakimiyetin altındaki on altı ülkenin ordularını sancağın altında topla. Göreceksin ki bunu yaparken görkemli zorbalığına başvurman gerekmeyecek. Zira halkların hepsi, insanlarının tümü, şimdi senin seyrettiğin Tanrısal ifşayı görüyor ve emin ol ölüm ürpertisiyle dolu olarak şaşkına dönecekler. Kaholi Orduları üstünüze abanırken işe yaramayacak kuvvetini bir araya topla…” Dışarıdan, gökyüzünden gelen çatırdama ve gümbürtü o denli artmıştı ki, kadın haykırmak zorunda kalıyordu. Çılgın bir düzensizlik tüm yıkım imgelerine hayat vermişti adeta. Akıllar yitmek üzereydi ve bu da salondaki devasa korkuyu harlamaya yetti. Kadın bağırırken, ulu bir seviyeden gürlüyor da olabilirdi: “ İşte benim mucizem! Ben Tanrıların işaretiyim. Ben ansızın doğdum! Ansızın yok olacağım! “Beni buraya gönderdiler ki, adaletli olduklarını bilin! Kaholi Orduları Batıya iniyor… “İnsanoğlu bunu hep yapar… kendi kıyametini kendi hazırlar!” Bunlar son sözleriydi. Orada, siyah mermer döşemenin üzerine yığılıp kalmasının üzerinden neredeyse sekiz ay geçti. Kral Eldali konsey salonunu o an kaldığı gibi bıraktı. Kadın halen kapaklanıp yattığı yerde, başında nöbet tutan yirmi muhafızla bekliyor. O gün, gökyüzü morun en iç daraltıcı renkleriyle sarmalandığında gördüklerim, sahiden bir çift gözün görmekle dahi inanamayacağı türdendi. Şehrin zarif ve gösterişli siluetini oluşturan minareler, kuleler, kubbeler ve kemerler yavaşça ufkun önünde matlaşıp kararıyordu. Herkes Porald’ın meydanlarına, bulvarlarına ve sokaklarına doluşup, ruhlarına darbe üstüne darbe vuran mor ahenge bakıyordu. Her köşede haykırışlar ve uğultular yükseliyordu. Halk, Sonsuzluğun İlahları’na yakarıyor, aman dileniyordu. Zira karşılaştıkları durum, insan aklının ötesinde, yüce bir kuvvetin son oyunu gibi ağırdı. Kabullenmek, gördüğünü yüreğine kabul ettirmek çok zordu. O gün –ve sonraki pek çok gün, Sonsuzluğun İlahları’na yakaran bir ‘Kıta’ insan olduğuna eminim. Bunlara ben de dahilim. Lakin o kadının söyledikleri doğruysa, Tanrıların bile eli kolu bağlıydı. Kral artık konsey toplantılarını sarayın başka bir mekanında yapıyordu; Yedi Minareli Hekuna Salonu… toplantılarda dermansız bir çaresizlik hüküm sürüyordu. Sanki koca Batı Kıtası’nın kalbi Hekuna Salonu’ydu ve tüm ülkelere, şehirlere, köylere ve insanlara idrak zorluğu ve çaresizlik oradan pompalanıyordu. Porald dahil tüm yerleşimler sıkıntılı sessizlik günleri yaşıyordu. Çoğunlukla Kralın kararını bekleyen halk, üzerlerine çullanmış bu mor göğün ancak onun kararlarıyla dağılabileceğini umuyordu. Bilmiyorlardı ki kral en umutsuz ve yenilmiş olandı. Eli kolu bağlı konuşulanları dinliyor ve her seferinde gözlerindeki ifadeyi biraz daha kasvete bürüyordu. İşte O’delh, yeni sorunlar yüzünden unutulmuş ismini, yine bu zamanlarda gün yüzüne çıkardı. Bir efsuncudan beklenmeyecek derecede gözüpek ve heyecanlıydı. Sonraki toplantıda önerilerini sunacağını söylediğinde onu engellemeye çalıştım. Loncamıza ve efsunculara nasıl baktıklarını O’delh tam olarak kavrayamamıştı. Fenoli ile izdivacı onu imtiyazlı kılıyordu. Yine de yönetimde söz isteyen her efsuncu hiddeti üzerine çekerdi. Söylediklerimi umursamadı. Konuşacağını ve muhtemelen başımızdaki felaketin çözümünü bulduğunu söylüyordu. Bana eski kayıtları incelediğini, Deli Efsuncu’nun aslında doğudan, yüzlerce yıl sonra kullanılacak bir çözümle dönmüş olduğunu iddia ediyordu. Her ne kadar Deli Efsuncu ile ilgili gizli bilgilerimiz olduğu itirafı Kral Eldali’yi ve lonca başlarını memnun etmeyecekse de, O’delh’in bir umut yarattığını kabul etmiştim. O’delh konseyin önüne çıktığında ben ondan daha tedirgindim. Onun söyleyeceklerine dinlemeden itiraz etmeye hazır Saray Loncalarının temsilcileri, birbirlerine homurdanarak kralın O’delh’e söz vermesini beklediler. Kral geldi ve Hekuna Salonu’nda sessizlik oluştu. Kral koltuğuna oturdu ve O’delh’e anlatması için istemeyerek izin verdi… Kesinlikle Fenoli bu işin içindeydi. O’delh’in konuşması çok uzundu. Tenzih eden, ayıplayan yada onaylamayan fısıltılar, konuşmasının ilerlemesiyle azaldı, söndü ve bitti. O’delh, beklemediğim oranda aklı başında ve tutarlı konuşuyordu. Konuşmasının bir yerinde Deli Efsuncu ve meçhul yolculuğundan bahsetti. (bu bölümü konsey yazmanından aldım):, “… Yüceler Hakanı Kralım. Asırlar evvel Deli Efsuncu bir yolculuk yapmıştı. Loncamızı çekemeyen ve üstünlüklerinin tehlikede olduğunu düşünen bağnazların söylediklerini çürütmek adına doğuya gidecekti. “Şu anda bile doğuya gitmek için, Çorak Topraklar’ da günlerce uzanan tekinsiz bir yolu kullanmamız gerekirken, o vakitler doğu ile batının iki ilişkisiz yer olduğu muhakkaktır. “Aslında doğu diye bir yer olduğunu, İhtişam Çağı’ndan evvel Öz Lisanını kullanarak oraya gitmiş bir efsuncu olmasaydı asla bilemezdik. Ve bugün o tehlikeli yolu yapmaya gerek bile duymazdık. “Deli Efsuncu aynı temayı kendi öz lisanına uyarlayarak –ki o zamanda, aynı şimdiki gibi ‘görünmeden yolculuk’ uygulamaları yasaktı- bazı şeyleri nelere borçlu olduğumuzu hatırlatacaktı. İhtişam çağının ilk kralı Hekuna buna izin verdi, çünkü geçmişe karşı sorumsuz davranamazdı. Pek çok itiraz arasında bunu kabul etti. Deli Efsuncu gitti ve beş yıl sonra geri geldi. “Deli Efsuncu muhakkak mutluydu. Çürümüş zihinleri bertaraf edip, saygınlıklarının geri verileceğini düşünüyordu. “Ama her nedense, kendince yüklendiği amaç beklenmedik gelişmelerle süslendi. Hekuna’nın karşısına çıktığında, öyle sanıyorum ki elinde bağnazları utandıracak kanıttan fazlası vardı. ‘hayırlı haberlerle geldim’ dedi ‘günahkar eylemler iyi sonuçlar doğurmaz.’.. Yedi mor ayın doğu göğünde aynı gecede göründüğünden ve bunun Messa Masana’ ya güzel bir gelecek vaat ettiğinden bahsetti. “Gerçekten de öyle olmadı mı takdirlerin sahibi kralım? Yaşadığımız yılları saymak için, İhtişam Çağı’nın başladığı yılı başlangıç kabul edeli 2099 sene geçti. Ve ihtişam çağını açan ilk savaş, deli efsuncunun yakılmasından dört ay sonra yapıldı. “şunu belirtmek istiyorum efendiler. O zaman kimse Deli Efsuncu’yu dikkate almadı ve başka neler söyleyeceğini dinlemedi. Kararmış zihinler onun haklı olmasından korktu. Eğer bu günler –o meçhul kadının söylemiş olduğu gibi, ihtişam çağının son vakitleri ise bu, o yıllarda telaşla idam isteyen iktidar sahiplerinin suçu. Deli Efsuncu’ya sabır gösterilmeli ve söyleyecekleri sonuna kadar dinlenmeliydi. “Emin olduğum bir şey varsa, oda Deli Efsuncu’nun alametin nişanı olması dileğiyle bir ganimet getirmiş olduğudur. Ama ne yazık ki o ganimet şimdi bizim felaketimizi hazırladı, hem de kurtuluşumuz olacaktı. Onun nerede olduğunu ve nasıl kullanılacağını yalnızca Deli Efsuncu bilebilirdi. Ve biz onu yaktık… “…Artık öyle bir vakitte yaşıyoruz ki, batının tüm ordularını bir araya getirebilecek kudretteyiz. Hepsini bayrağımız altında savaşmak için çağırabiliriz. Peki Tanrıların orduları karşısında şansımız ne olur? Ben size haddim olmayarak söyleyeyim… Hiç!” O’delh kurulun önünde Yedi Mor Ay’ın hikmetinden bahsetti. Anlattıkları, Deli Efsuncu’nun yakılmadan bir gece evvel lonca üyelerine anlattıklarından ibaretti. Ayrıca başka şeyler daha vardı ki, bunları konseyle paylaşmamasını çok akıllıca bulduğumu belirtmeliyim. Çünkü Efsunculuğun batıdaki kökenleri çok eskilere, Messa Masana Ata Kral Kurratimara’nın sancağı altında kurulmadan önceki kadim vakitlere iner. O zamanlar –şimdi hatırlanmasa da Mor Ay Tanrılarına inanılırdı ve doğa ile insan arasındaki gizemli bağı kuvvetlendirmek için Mor Ayın ilahları haberciler göndermişlerdi. Efsunculuğun ilk bilgileri beraberce öğrenildi, loncamızın kurucularının bilgeliği ve erdemi oluşmuş oldu. Yani efsunculuk bize, artık doğunun tanrıları diye adlandırdığımız eski ilahlarımız tarafından bahşedilmiştir. Eğer O’delh bunları da boş boğazlık edip anlatsaydı, batıya inecek felaketten evvel loncamızın felaketi hazırlanmış olurdu. Onun yerine kral ve konsey üyelerine doğu göğünde Yedi Mor Ay yükselince oranın mahvolduğunu, batının ihya olduğunu söyledi. Bir düzen söz konusuydu; basit ve ağır işleyen bir düzen. Yani sıra Batıdaydı. Yedi Mor Ay batıda aynı anda yükselecekti. Sonrasında Batı çökecek, doğu ihya olacaktı. Kaholi Orduları karşısına çıkacak hiçbir kuvvetin şansı olamazdı. Sonumuz neredeyse kesindi. Buna rağmen O’delh, deli efsuncunun hikmetinden hala yararlanma imkanımız olduğunu söyledi. Çünkü onun, başımıza gelen bu felakete çözüm bulmuş olarak doğudan geldiğine, belki de Deli Efsuncu’nun çözümün kendisi olduğuna yürekten inanıyordu: “Deli Efsuncu günün birinde bunların olacağını biliyordu. Aynı felaket doğunun başına gelirken kendisi oradaydı. Vatanına bir çözümle gelmeyi kafasına koymuştu. Ama onu öyle aşağıladılar ki, ne yazık ki derin küskünlüğü yüzünden öfkelenerek bunu kendisine sakladı. “Yüce kralım! Nice zaman var ki kimseler gökyüzüne kafasını kaldırıp bakmaya cesaret edemiyor. Semayı donatan morun hikmetinden feyiz alınmıyor. Şimdi Ulud ve Duradna yukarıda belirdi ve diğer beş kardeş de en kısa zamanda yanlarında belirince ne yazık ki elimizde uygulayacak hiçbir yöntem kalmayarak ölümü bekleyeceğiz. “Karşınızda Messa Masana ve hakimiyetindeki tüm batı kıtasını kurtarabilecek yegane çözümü açıklamak için bulunuyorum. Asırlardır engellenen ve yasaklanmış bir geleneğin tek çaremiz olduğunu kabul etmeniz için size yalvarıyorum… Bırakın Deli Efsuncu’nun ruhunu çağıralım!” O’delh’i linç edilmekten kralın heybetli sesi kurtardı. Herkes kralın ağzından çıkacakları merakla beklerken, kral derin bir kuyuya düşmüşçesine düşüncelerine daldı. Uzun bir süre konuşmasını bekledik. Salondaki herkesin yüzünde, dışarıdaki mor aydınlığın yansımaları vardı. Konsey üyelerinin bir kısmı pür dikkat kralın taşlaşmış suratını seyrediyor, bir kısmı da nefretle O’delh’e bakıyordu. O’delh’in duruşu garipti. Kendini metin olmaya zorluyordu. Dizlerinin çözülmesine ramak kaldığına emindim. Bir ara göz göze geldik ve ona şansını zorlamamasını isteyen bir bakış fırlattım –en azından ben öyle sanıyorum.- Aslına bakılırsa, ölüyü geri çağırmak o kadar eskidir ve asırlardır uygulanmamıştır ki, söylediği şeyi nasıl yapacağını merak etmeden duramıyordum. Uğraştığı kara büyü süreçlerinde bu derecede ilerleyip ilerlemediğinden nasıl bu denli emin olabilirdi? En sonunda kral, üzerine vuran mor aydınlığı suratına kazınmış derin gölgelerle savuşturarak oturduğu koltukta öne doğru eğildi ve hepimizi ürperten sesiyle konuştu: “ İznimi aldın genç efsuncu. Bu izin, ileride utançla karşılanacak bir karar olsa da seni bu konuda serbest bırakıyorum. Tarihimize kara çalınması, geleceğe aktarılacak bir tarihimiz olmamasından yeğdir. Yalnız bu haber asla saraydan dışarıya çıkmayacak. Ve eğer tersi olursa, şu anda salonu dolduran siz kullarımı sorumlu kılacağım. “Var git ve bana çözümle gel!” Bu karardan üç gün sonra O’delh, büyüleriyle haşır neşir olduğu mahzenlerden çıkarak, gösterişli sarayın bahçeleri ve avluları içindeki en sade yapı olan lonca odamıza geldi. Yorgundu. Dahası ümitsizliğe düşmüştü; başarısız olma ihtimalinin ortaya çıktığı sıkıntısından anlaşılıyordu. Bana efsunu yapamayacak denli zayıf kaldığını ve kendisine aşırı güvendiği için pişmanlık duyduğunu söyledi. Krala vaat edilen çözümün gerçekleşmesinin, ancak efsuncuların öz lisanlarını birleştirirlerse başarıyı doğuracağını söylüyordu. Tek başına bir ölüyü çağırmak bir delilikti. ‘eskilerin nasıl bir kudreti varmış’ diye sayıklıyordu. Bunu söylerken gözlerinde kararan ifadeden, aslında bir nebze başarılı olduğunu ama başa çıkamayacağını anlayarak efsunu başlamadan bitirdiğini anlamıştım. Hiçbir efsuncuyu ikna etmem beklenemezdi. Ölü uyandırmak kara büyüler içinde en zoru ve en kudret gerektireniydi. Bu tip uygulamalarla nesillerdir ilgilenmeyen efsuncuları, yeterli dirayeti bulabilmeleri için nasıl kandırabilirdim? Lakin krala verilen sözden ve eğer bu gerçekleşmezse itibarımızın, bırakın itibarı belki tüm batı kıtasının yok olacağını tehditkar bir şekilde ima edince, lonca üyeleri kabul etmek zorunda kaldılar. Üzgünüm ama buraya ölüyü, Deli Efsuncu’yu çağırdığımız ayini aktarmayacağım. Tüm o an süresince gözlerim kapalıydı. Bana ve efsuncularıma zarar vermemesi için umutsuzca yakarıyordum. Ruhumu çökerten varlığını çılgın bir ağırlıkla nüfuz ettim. Şu vakitte, aklıma o anın imgeleri doldukça korkudan başka bir şey hissetmiyorum… Her şey bittiğinde ve gözlerimi açtığımda, hatırı sayılır bir vaktin geçmiş olduğunu anladım. Etrafımdaki bütün efsuncular bayılarak yere yığılmışlardı. Yalnızca O’delh ayakta duruyordu; üzerinden atamadığı dehşet yüzünden titreme nöbetine tutulmuştu. Bana söylediği ilk sözler ‘Nu’karh’a gitmeliyim’ oldu. Kelimeler ağzından yükselip alçalarak çıkmıştı. Ayin esnasında ayakta durma gücünü gösterebilmiş olmasını gizlice imrenerek –şimdi bundan dolayı utanıyorum-, dışımda ise takdir ederek seyrettim. Ayin odasında ikimizden başka kimse ayık değilken ‘madalyondan bahsettiğini duydun mu?’ diye sordu… duymamıştım. Hiçbir kuvvetin beni uyandıramayacağı bir dehşet uykusundaydım o esnada. Deli Efsuncu’nun O’delh’e neler anlattığı o odadaki herkes için bir sırdı. O’delh ikinci kez kralın karşısına çıktığında Nu’karh’a gitmek için izin istedi. Bu sefer konseyden yalnızca ben vardım. Kral tuhaf bir gerginlik ifadesiyle gidebileceğini söyledi: “ Bu utancı yarım bırakarak daha da derinleştirmeye hakkın yok, ilk önce bunu bil. Nu’karh’ a gitmek istiyorsun ve bu isim bana ve tebaama çok uzak bir kuytu köşe… bilmediğimiz bir yerde ümit olabileceğini söylüyorsun. Ne yazıktır senden ve fikrinden başka deneyecek hiçbir şey kalmadı. O yüzden unutma; umudumuzun küllerini kurcalıyorsun. Eğer bizi boş yere ümitlendirmiş olduğunu düşünürsen buraya hiç dönme; o çorak topraklarda ölene kadar yaşa. Zira batıya ümitsiz bir haber yayarsan, üzerimize en acı felaket bile çökse... seni bulurum.” O’delh dört gün sonra doğuya doğru yola çıktı. Elinde bir takım notlar ve kesinliği tartışılır haritalar vardı. Eyleminin hiçbir safhası için elle tutulur bir kanıtı yoktu. Bana, bazı koordinatlar çıkardığını ve Nu’karh’ın orada olması gerektiğini söylediğinde bakışları heyecanlıydı. Fakat o heyecan sislerinin arkasında O’delh’in saklamaya çalıştığı amansız bir hayal kırıklığı korkusu vardı. “ Tam bir buçuk senemiz var Eddar, efendim. Gök bize o zaman yedi ayı birden sunacak. Eğer yetişebilirsem, üzerimize kusacakları bedbaht yazgıyı kırabiliriz. Kimse bana inanmasa da –hatta kendi benliğim bile bana isyan ediyor olsa da, ben başarılı olacağıma inanıyorum. Şehrime müjdelerle geldiğimde kimse bizi eskisi gibi hor göremeyecek. İhtişam Çağı’nı kurtaranlar olarak tarihte yeniden yerimizi alacağız. Belki o zaman Deli Efsuncunun itibarını geri kazandırabiliriz, kim bilir?... elveda” dedi ve bu onu son görüşüm oldu. Onun gidişinden sonraki aylarda on altı ülkeye haberciler salındı ve ordular çağırıldı. Bir yıl süreye yayılmış sistemli bir toplanma ve yerleşme planı hazırlandı. Herkesi birbirine kenetlemesi beklenen böylesi sıkıntılı halimiz de dahi, loncamız hakkında söylenip, suçu inatla bize atanlar oldu. Hiç kimse çözüm üretemezken, aramızdan birinin hayatı bahasına bilinmeyen bir kentte deva aramaya gitmesini de hayra yormak istemediler. Aylardır, damla damla dolan bir kova misali, tüm ordular batının dört bir yanından Porald’a gelip, duvarların dışında biriktiler. Gökyüzünün morluğu hiç seyrelmedi ve nice zaman var ki güneş bize küskün. Artık sıcak, aydınlık ve neşeli bir günün tasvirini yapmakta zorlanıyorum. Her şey, asıl renginin üzerine yapışmış mor tonlarla var oluyor; ne sarıyı ayırt edebilirim, ne de kırmızıyı… Porald, adeta batının tüm nüfusunu yüklenmişçesine kalabalık. Ordularının peşine takılıp gelen topluluklar var; Yaşadıkları yerde yalnız ve çaresiz hissedenler. Şu anda bile saraydaki penceremden baktığımda, için için kımıldayan ve asla durmayan bir hareketlilik görüyorum. Aşırı yoğunluk şehri simsiyah ve dalgalı bir denize çevirdi. O’delh’in gidişinden sonra ben ve loncamda boş durmadı. Nu’karh üzerine öğrenebileceklerimize yoğunlaştık. Elimizdekilerin oldukça yetersiz olduğunu defalarca söyledim sanıyorum. Fakat ben bu sabah O’delh’in odasındaydım. Onun ölü çağırma ayininin ardından aceleyle karaladıklarını okudum. Bu bile Nu’karh’ın gerçeğini ucundan anlamama yetti ve ziyadesiyle rahatsız oldum. Nu’karh’ın üzerine kurulduğu kaya, Kaholi Tanrıları’nın kendi ihsanlarıyla desenledikleri bir kutsallığa sahip. Ayinden sonra O’delh şunları yazmış: “… Ölü efsuncu geriye çağırılmasının hiddeti içinde yadsınamayacak bilgiler verdi. Bilinmeyen ‘Yıkım’dan evvel –hatta yıkımın bile yanında oldukça yakın zamanlar gibi göründüğü kadim çağlar evvel, Mor Ay Tanrıları dünya üzerinde yürümüşler. “O zamanlar dünya daha büyükmüş ve üzeri gökyüzüne ulaşan buzullarla kaplıymış. İşte Mor Ay Tanrıları bu buzullardan devasa parçalar koparıp göğe fırlatmışlar ve onların üzerinde yaşamaya başlamışlar. O yedi parça, şüphesiz Yedi Mor Ay’dan başka bir şey değil( yine de Ay Tanrılarının neden sonsuzluğu sahiplenmekten vazgeçtikleri açık değil…) “Ve bu ay ilahları –başlarında Kaholi Tanrıları olduğu halde, tüm ırkların uyanması için belirli yerler seçmişler. “O’dork ve Miren adlı ırklar için Ud ve Kud kayaları –sanırım bunlar Çorak Toprakların kumları altında kaldı. Fakat başka bir olasılık daha aklıma takılıyor. Kuzeyde kaçak yaşadığımız yıllar içinde Fenoli’ yi tutsak alan ‘ölü canlar’ ın Zalim Kara’nın üç zirvesi arasındaki yıkık ve metruk kenti de bu kayalardan birinin üstünde kurulmuş olabilir. Bu iki kaya ve üzerlerindeki kentleri bulmamız artık imkansız. Zaten bu saatten sonra da gerekli değil. Kendi şehrimizi ve toprağımızı bildiğimiz gelecek günler olacak mı? Biz… olacak mıyız? “Dahası var. Mumaldiler için Ehad kayası –hakimiyetimizin gölgesindeki en güney topraklarda öbekleşmiş adalarda bulunan El’hadde şehri olabilir- ve insanların uyanmaları için Karhol Kayası. “Şu vakitte adını zikrettiğim ırkların adını benden başka duyan olmuş mudur bilmiyorum. Dünyanın bütün karalarını karış karış keşfetmiş durumdayız –Çorak Topraklar’ı tabii ki bunun içine alamıyorum. Yaşam bahşedilmiş toprakların üzerinde insanlardan gayri akıllı bir tür olmadığına eminiz. Fakat eskiden, ülke sınırlarımızı karşılıklı çizdiğimiz başka ırklarla aynı havayı solumuşuz… peki onlara ne oldu? anlayabildiğim kadarıyla bunlar bana söylendi. “Deli efsuncu uzun bir yıkım öncesi tarihi anlatmadı – yada ben korkudan her söylediğini takip edemedim- fakat düşüncelerim, Karhol Kayası’nın Nu’karh adlı hayalet kentin altında olduğunu söylüyor. Yani eğer masallar ve hurafe sayılan bilgiler doğruysa, orası kutsal bir güçle sarmalanmış. “Kayalar, sonsuzluktan vazgeçen Mor Ay Tanrılarının, akıl almaz yazgı sistemi içindeki döngünün hamle taşlarını oluşturuyor olabilir. O yüce kudretleriyle önemsiz gibi gözüken devasa hamlelerini neden ve nasıl uyguladıklarını kestirebilmek zor. Başlı başına bir ırkı yok edip, diğer yandan öbür ırkı yükseltebiliyorlar. İnsanların hakimiyetine bu açıdan bakınca önemsiz oyun taşları kadar değersiz olduğumuz hissine kapılıp afallıyorum. Mumaldiler sırra kadem bastığında insanlar – özellikle Messa Masana ve Batı Kıtası- engellenemez bir yükseliş sürecine girdiler. Ve eğer tahminin doğruysa döngü, insanlığın sonunu getirmek adına Karhol Kayası’ndaki kudreti uyandıracak. Göğün mora dönmesine bakılırsa, uyandırdı bile… “Bir zamanlar O’dorklar, Mirenler ve Mumaldilerle birlikte aynı toprak üzerinde yaşamız olabiliriz. Ve onlar beklemedikleri yazgı üzerlerine çullandığında elleri kolları çaresizlikle bağlı kalmışsa, şimdi de –bu zamanda, apansız ortalıklarda dolanıp tüm topraklara hükmetmeleri pekala olasılık dahilinde görülebilir. Asıl vahim gerçek ise, bu olay karşısında Kentari üzerindeki kıtalarda döngüyü sağlayan varlıkların, kayıtsızlıkla yazılanı kabul etmelerinin oldukça doğal kabul edilebileceğidir. İnsanlık gider, başkası gelir… “Başımızın üzerindeki gök kafesi morla kaplamış yazgı, kim bilir, Çorak Topraklar’ da vaktini bekleyen tamamen yalıtılmış bir halka yolu gösterebilir. “Bizim için öncelikli görünen eylem ise Nu’karh’ı ve Deli Efsuncunun esrarengiz planını üzerlerindeki gizemlerden arındırmak. Tanrılar gerçekten ırkları yok edip, ardından ‘ol’ diyerek yenilerini peydahlıyor olabilirler. Tabii böyle düşünürsek eğer, sırlarla dolu bilmeceleri kurtuluşumuz kisvesiyle önümüze seriyor da olabilirler. Yineliyorum… kim bilir! Deli Efsuncunun söylemeden yakıldığı sırrı ve kim bilir artık nerede gömülü olan ziyneti ardında, hiç ihtimal dahilinde olmayan sürprizler bizi bekliyorlardır belki…” Şüphesiz bunlar can sıkıcı ayrıntılardı. Tüm hayatlar son bulabilir, bundan habersiz yenileri başlayabilirdi. O’delh başka ırklardan bahşetmişti; Çorak Topraklar’da yüzlerce yıldır yaşayan ve kendilerini bilinçli yada bilinçsiz saklamış olanlardan… Açıkçası Tanrıların artık onlara şans vereceğini düşünmek yeterince gam dolu. Gel gelelim O’delh’in ölüm haberi ulaşana kadar, çaresizliği tersine çevirebilecek bir ümit olabileceğine umutla sarılmıştım. O’delh’ten gelen son Sarı Haber Küresi ellerimin içinde çözüldüğünde ise, hükümdarın ayakları dibindeki herkes gibi benim de tüylerim ürperdi ve çaresizliğin yakıcılığıyla kavruldum. Halbuki dün, mutluluk verici geleceğe sımsıkı sarılabileceğimize salık veren mesajı taşıyan Sarı Haber Küreciği avuçlarımda çözüldüğünde saraya dalga dalga ümit yayılmıştı. O’delh fersahlarca uzaktan, başarının kalınlaştırdığı sesiyle ‘Nu’karh’ı buldum!’ diyordu. Yüzlerde gerçek bir tebessüm görmeyeli uzun zaman geçmişti. Kral, tüm konsey üyelerinin ortasında yanıma gelip omuzlarımı bir dost misali kavrayarak, gülen gözlerle bana bakmıştı. Makus talihimizin değiştiğini ifade ediyordu. Efsuncuların yitirilmiş itibarlarının o saat itibarıyla geri verildiğini hissetmiştim. İçimi sımsıcak eden bu hınzır duyguya hemen kapılıverdim. Ruhumu serbest bırakarak doyasıya ihya oldum. Bütün günü başım dik dolaşarak, eskiden olsa suratıma tükürmek için fırsat kollayanların tebriklerini kabul ederek geçirdim. O’delh asırlardır üzerimize yığılan uğursuzluğu kaldırmıştı. Geleceğe dair umutlu olmak, saray salonlarında vakarla yürümek doyumsuz tatlarla bezeliydi. Gökyüzünde yayılmış mor aydınlık artık o denli yüreğimizi çökertmiyordu. Saraydan yayılan haberin şehirdeki etkisi müthişti. Birbirine karışan bir sürü uğultu ve haykırış anlaşılmazlığın timsali olsa da, kesinlikle heyecan vericiydi ve mutluluk tınıları taşıyordu. Şehirde ve surların dışında biriken halkın yerleşimlerinde, ordugahlardaki meşalelerin altında, kimse uyuyamıyordu. Kendiliğinden oluşmuş bir kutlama havası vardı. Hayatın yeniden geriye verilmesi şiddetle kutlanıyordu. Ta ki ikinci sarı haber küreciği gelene değin… Zaten kimse o sarı nesne havada narin daireler çizerek surlardan süzülüp saraya doğru yollandığında, onu hayra yormamıştı. Şüphe içinde kralın huzuruna çıkışımı en derin acılarla hatırlıyorum. Küreciğin çözülmesi ve onca meraklı gözün önünde kalın ve yankılı bir sesin ‘Efsuncunuz öldü!’ demesi, yürekleri ve ruhları yerle bir etmişti. Kara ve münasebetsiz haber, mutlu havadisten bin kat daha aceleyle yayıldı. Şehirdeki neşeli uğultu bıçakla kesilircesine bitti ve yerini karanlık bir sessizlik aldı. Mor gökyüzü en koyu pelerini üzerine çekti. Renkleri yeniden ve aniden unuttuk. Mor yine hakim… İki saat evvel Fenoli’nin ölüm haberi soğuk rüzgarları duvarlara çarparak yayıldı. Herkes bulduğu gölgelere ve tenha muhitlere çekildi. Bana gelen son haberlere bakılırsa, kral kendini Ana Salon’a kapatmış. Bize kara haberi getiren kadının baygın yattığı yerde meçhulü ve kızının kara haberini ruhuna serpiyor olmalı. Son alametin gerçekleşmesine az kaldı. Yedi gaddar ve acımasız Ay’ın yukarıdaki endamı, şiddetle akla saldıran çivili imgeleri üzerimize salıyor. Onların yedisini birden gören herkese aynı şeyi fısıldıyor gibiler; Tanrıların yedi evi fani canlar için değil. Canlarınız bu mucizenin diyeti olacaklar… Gökyüzünde yeniden çatırtılar ve gümbürtüler dolanıyor. Artık daha kuvvetli ve hiddetliler sanki… belli belirsiz uğultular ve binlerce çığlık duyuluyor her yerden; ufukların ötesinden, yerin dibinden ve yüreklerimizden… sonumuz yaklaştı. Tanrıların hak gördüğü yazgı çok acı. Güzellikle alamadıklarını, ulu adaletlerinin zorbalığı sayesinde zorla ele geçirecekler. O’delh haklı mı? Deli Efsuncu bir tanrı namzedi yada habercisi olabilir mi? Ve ataların asırlar evvelki ahmaklıkları yüzünden biz mi harcanacağız? Toprağımızı, şehirlerimizi, eserlerimizi ve hayatlarımızı terk edecek olmak çok ağır duygular hissettiriyor. En çok da haksızlık ve acı… Deli Efsuncu hangi sırla yakıldıysa, gerçekleştirmek istediği şey yazgıyı kırılmaya uğratmaktı. Ve biz de bir an buna inandık, ümit ettik. Ne aptallık! İnsanlık batıda yok oluyor. Bu yazıyı geleceğin hakim ırkına bırakma umudum, şu andaki tek ümidim ve gayem. Sesleri geliyor… Yaklaştılar. Yedi Mor Ay yükselişlerini tamamladılar… ve biz dibe doğru ilk nefessizliği………………
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |