Bir deliyle aramda tek bir ayrım var. Ben deli değilim. -Salvador Dali |
|
||||||||||
|
Aramayı başlatmak için güneşin açmasını beklemek, aldıkları ilk karardı. Kayıp kişilerin endişeli yakınları bir an önce ekiplerin kurulması ve dağa doğru yola çıkılmasını isteyerek diretiyorlarsa da, kurtarma liderleri şimdilik sakin olmaları ve ümitlerini yitirmemeleri için tatlı ve ihtiyatlı sözler söylüyorlardı. Tüm uyarıları göz ardı ederek zirveye doğru tırmanışa geçen bu iki dağcının yakınlarını sakin tutmak oldukça önemliydi, elbette onların yakınlarını sağ salim aşağıya indirmek tek öncelikleriydi artık. Ne var ki ihtiyatı elden bırakamamalıydılar. Bölge dik yamaçlar ve keskin uçurumlarla doluydu, ayrıca derin yarıkların tehlikesi yanında tipide iyice çığırından çıkan vahşi hayvanlarla karşı karşıya gelmekte istemiyorlardı. Üstelik yeni bir kar fırtınasının ortasında kalmakta mümkündü. Oturup beklerken yaptıkları varsayımlar arasında, dağcıların hala yaşadığı ve en azından tipi bastırdığında kurtarma kulübelerinden birine ulaştıkları ihtimali de vardı. Fırtına dindikten iki gün sonrası… Aramadan ümit kesilmek üzere. Kazazede yakınlarının ruh hali narin. Tetikte bekleyen bir acı ve isyan okunuyor ruh hallerinden. Birbirlerinden medet umuyor, kâh ağlayıp, kâh umuda sarılıyorlar. Uykusuzluk ve dalgınlık hepsinde hâkim. Vakit geçtikçe meylettikleri yan oldukça bedbaht, bir o kadar çaresiz. Kendilerini bırakmaya, haykırarak ağlamaya, üst başlarını paralamaya, kahretmeye ve sinir nöbetlerine hazırlar. Bekleyiş içindeki odada hava gergin. Fısıldaşılıyor fakat asla yüksek ses yok. Suratlar birbirine dönüyor devamlı olarak, duyguları ve umudu paylaşmak için. İyi ki söylenmedi onlara gerçek, ya da henüz nasıl söyleneceği kestirilemiyor. Yarım saattir dışarıda sigara üstüne sigara içen kurtarma lideri, sert ifadeli yüzüne bir tokat gibi inmiş kararsızlığı yok edemiyor. Nasıl anlatacak duyduklarını? İfade etmesi gereken sahneyi hangi kelimelerle daha az korkunç kılabilir? Kazazedelerin talihsizliklerini ayrı, başlarına gelenleri ayrı söylemek, darbe üstüne darbe olmayacak mı? Derin derin soluyor kurtarma lideri… Karla kaplı yamaçlar ve zirvelere bakıyor bir süre. Gözleri soğuktan yaşarmış… Sigarayı yere atıp ayakucuyla bir güzel eziyor ve ‘İnceldiği yerden kopsun’ diyor kendi kendine. Kapıyı açıp, beklenti içindeki kalabalığın arasına atıyor kendini. Yedi saniye sonra ilk çığlık yankılanıyor her yerde ve arkası geliyor, kabına sığmaz bir delilik coşkunluğuyla… *** Küçük ve tipik bir dağ evini andırıyordu bu kulübe. Duvarlarını oluşturmuş tomruklar, şiddetle esen rüzgarın salvolarına dayanarak inliyordu. Dışarıdan bakan bir gözün, onu bulutlar ve fırtınalar denizinin ortasında, çaresiz bir sandal gibi düşleyeceğine şüphe yok. Kulübedeki genç adam -avurtları çökük ve sakalları kirliden hallice… Dağcı kıyafetleri çokça hırpalanıp yırtılmış, kalın eldivenlerini tipi sırasında kaybolmuş- ocaktaki ateşin içine bir odun parçası daha atıp, yüzüne vuran sıcaklıktan memnun görünerek alevleri seyretti. Kalbi ocak olan bir kızıl aydınlıklar sisinin loş bir mahzene döndürdüğü bu ıssız kulübe, yalnız başına bu yamaçta beklediği zamanların aksine, şu anda muazzam bir öneme haizdi. Beklenmedik sayılmasa da zamansız sayılabilecek bir tehditle konuğunu yüzyüze kalmaktan alıkoyarak fırtınanın ortasında ona kucak açmıştı, diğer yandan… Feciydi; oldukça akıl karıştırıcı…. Adam dışarıda amansız bir kar fırtınasının egemenliği ilan ettiğini ve bu kudurgan soğukla felaketin tam ortasında yapayalnız olduğunu çok iyi biliyordu. Bir müddet daha kendi başınaydı… Ne vakte kadar? Ölüm kulübenin kapısını yerle yeksan edip ona kışla bezenmiş bir son sunana kadar mı? Derisinin altında bir sızlama dalgalandı ve eklemlerinde pişmanlığın öfkeli ısırışını duyumsadı; Buna değmiş miydi? Aklı gidip geliyordu her kalp atışında; kanı tüm damarlarının en uç kılcalına uğrayıp beklemeden yine ve yine kalbinin odacık ve kulakçıklarını her dolduruşunda. O biçimde, yani ateşin başında amaçsız bir yığıntı gibi otururken, uçuk fikirler dışında tek bir arkadaşı bile yoktu. Pek çok şeyi aşmıştı sanki. Dirayet, serinkanlılık, pişmanlık ya da vicdan… ne önemi vardı ki? Bu unutulmuş kulübenin etrafını acımasız kar buhranları ve tanrısal kudretli ürkünç rüzgarlarla sarmalayıp, şu dağın yamacını koyu bulutlardan bir kuyuya çevirmiş fırtınanın ötesinde, hem de çok çok ötesinde kalmamış mıydı onlar? Bunu ispatlamak ister gibi davranmamış mıydı o da bir süre önce… Kendisine, -artık onu terk ettiğini düşündüğü- insanlığına yakışmış mıydı ellerini buladığı renk? Fakat hayret! Eza verecek hislere karşı umulmadık bir anda direnç kazanmıştı; nihayetinde kafasını meşgul eden tek olay, ateşin yanarken ne güzel çıtırdadığıydı. Bunun keyfini çıkararak zaman geçiriyordu. Her şeye karşı kayıtsızlık otuyla kaynatılmış bir deli gibiydi; sorumlusu kulübe olan bir delilik belki de… Gülüyordu kendi kendine aklına bir şeyler geldiğinde. Ellerini muzırca birbirine sürtüyor, gözlerini kapayıp bomboş çerçeveli, enfiye halli düşler görüyordu. Oturduğu taburede yana eğilip bir bezin üstüne yaydığı et parçalarından birini aldı. O et parçasını, büyük bir mana içeriyormuş gibi dikkatle süzdü. Halbuki, o bez parçasına serdiği diğer et küplerinden bir farkı yoktu; ateşin yanında durmaktan biraz kurumuş, ıslak ve kan kızılı renkleri solup uçuklaşmıştı. Hepsine beraber baktığında adamın damağında pişmiş et tadı sulanıyordu. Aç kalmayacak olması, yaşaması ve bu uğursuz fırtınanın ardından hayatta kalması için bu yiyecek maddelerinin bulunması bir nimet değil de neydi? Üstelik kokmamaları ve idareli kullanabilmesi için yoğurmalık tuz da bulmuştu. Ne iyiydi… Ne iyi! Yaşayacaktı işte! Bu apansız faka bastıran kar tipisine boyun eğmeyecek kadar şanslı ve serinkanlıydı… Aklı başında, sakin, umutlu ve ısrarcıydı; ne çabuk unutuyordu herşeyi… İfadesiz bir bakışla kulübenin karanlıkla perdelenmiş, ocaktaki ateşin dahi bakmaya, aydınlığını bulaştırmaya gönlünün olmadığı yere baktı. Karanlığın sakladığı günahı için, izleri metruk bir vebalin pisliğini örten yalnızca gölgeler değildi; sönen aklı da artık onu fena işinden muaf tutuyordu galiba… Uyuşmuş hisleri onu yeniden, ağır ağır şömineye bakmaya yöneltti. Korkmuş bir çocuğu okşayan şefkatli el gibiydi delilik. Ne varlığı rahatlatıcıydı, ne de yokluğu… Ocağın yanında istiflenmiş odunları saydı; bu parçalar onu günlerce idare edebilirdi. Yalnızdı ve korkmuş sayılırdı; buna rağmen ne de güzel başa çıkıyordu başına gelenlerle! Ateşin üzerine astığı tencereden yeni yeni duman çıkıyordu. Herhalde su kaynamaya başlamıştı. Fırtına gitgide kuvvetleniyor; iniltiler gıcırtıya, gıcırtılar uğultuya dönüyordu. Kulübenin ahşaptan kirişleri, dikmeleri ve loş ışığın daha da basık gösterdiği çatı kaplamaları esneyip çatırdıyordu; mütemadiyen… biri susunca öbürü, öbürü dinince beriki… Dışarıda neler olduğunu, nasıl berbat ve ölümcül bir havanın hüküm sürdüğünü göremese de, bunu hayal edebilecek nebze de tedirgin ve bir başınaydı. Dalıp gittiği alevlerin perdesinde, fırtınanın avuç avuç savurduğu kar kümelerine bakıyor gibiydi. Kulübenin çatısına durmadan biriken beyaz örtünün ağırlığını, tahtanın her esneyişiyle kulaklarında bir baskı olarak hissediyordu. Öbek öbek bulutlar iyice alçalmış, handiyse çatıdaki bacadan ürkek bir ruh haliyle ve isteksizce yükselen dumanlara sürtünüyor, onu kendi yoğunluklarıyla boğuyorlardı. Ne olacağını kestiremiyordu bir süredir. Sarhoşluğa benzer bir boşvermişlik, altı kalın bir çizgiyle çekilmiş o korkunç andan itibaren bilincini uyuşturuyordu. Et ile parmakları arasında oynadı ve kaynamaya başlayan suyun içine attı. Sonra bir tane daha… sonra üç parça… sonra bir avuç… Başladıktan sonra ne kadar da kolay oluyordu bu iş. Çarpık bir sevince tutuluverdi birden… Günahını kabullenince oluyordu işte! ‘Yaptıysam yaptım’ dedi içinden bir ses haince. Elini etlerin arasına daldırıp bir avuç daha aldı ve kahkahalar atarak attı tencerenin içine kırmızı parçaları. Bu kulübenin gaddarı, kural koyucusu ve canavarı kendisiydi artık, yani, bir süredir… Bir dakika sonra, oturduğu yerden hışımla fırladı ve sımsıkı kapatılmış pencereye doğru koştu. Etin o mayhoş kokusu midesini kaldırmıştı. Buz tutmuş pencereyi açmasıyla soğuk bir tokat yedi ve fırtına onu sarsıp iteledi. Suratına saldıran kar tanelerinden dolayı gözlerini sımsıkı yummuştu. Boş midesinde kaynayan asitleri dışarı kusarken sadece o müthiş soğuğu ve içler acısı kimsesizliğini duyumsadı. Yalnız olmayabilirdi, bu tamamen onun tercihi değil miydi? Ara sıra onu sıkıştıran pişmanlık ve vicdan azabı gibi… Esip gürleyen rüzgarın teşvikiyle kabaran sinirleri, bir kriz nöbetine dönüşünce, içini apansız çılgın bir kahır doldurdu ve böğürerek ağlamaya başladı. Pencerenin açık kaldığını dahi unutmuştu. Böylece, deli danalar gibi esip gürleyen hava akın akın içeriye doluyordu. Ocaktaki ateşin saatler boyu süren uğraşlarıyla ısınmış kulübe, bir iki saniyede kemik kıran bir soğuğun yuvasına dönüverdi. Buna rağmen hiçbir ayaz, ne ki zinciri boşalmış bir ayandon olsun, adamın mahşeri kahrını biraz da olsa bastırmakta mahir sayılamazdı. Kulübenin en kuytularına kadar yığınlar yığını doluşan karlara çaresizce karşı koyan ateş bile, cansızlığın riyacı zehrini yutup, cızırdayarak, işkence çeke çeke söndü. Fırtınanın saklanma dürtüsünü harlayan uğultusu, adamın metruk ve tüyler ürpertici haykırışlarıyla bütünleşince, kulübe bir anda bir mezbelelik çukuru gibi karardı ve yeknesak bir günahın kuruttuğu kabuk bağlayıp unutulmuş bir cehennem zindanına dönüştü… Her şeyi boşuna yapmıştı… Olanca çılgınlığı, ardı sıra gelen kılıç darbeleri gibi saplandı kalbine. Elleriyle yaptıklarını, gözü dönmüşçesine eline aldığı baltayı, iki çift gözün karşılıklı çatışmasını, birindeki anlayışsızlığın diğerindeki yalvarışı ezip geçişini… Soğuyan teni… Kızgın korların oturduğu gözlerin zaferini… Korkuyu… Telâşı… Uçup giden son nefesi… Ve sonrası… Zalimlik üzerine anlatılmış en dehşetengiz öyküydü sanki bu; bitmiyordu bir türlü, terk etmiyordu onu. Deliliğin arkasından beliriveriyordu ansızın, ki sıkıştırıyordu dört bir yandan. Kahroluyordu her saniye ve artık oturmuştu yerine bu his… Gitmiyordu bir yere… Bundan böyle dışarısı ile içerisinin bir ayrımı kalmamıştı. Adamın harap sinirleri, gözlerinden dakikalarca dökülen yaşlarla beraber yitti ve bilincini azap yerine derin bir unutkanlık kapladı. Soğuktandı kuşkusuz… Yeniden cinnet düşmüştü aklına… Soğudu ruhu… Aklı silgi izleri ve kirleriyle doluşmuş bir parça kağıda dönmüştü. Az önce niye kahrediyordu ki kendini? Neden her yer karanlıktı? Şimdilerde umurunda olmayan o ürpertici uğultu… Neden susmuyordu ki bu uğultu? Soğuk muydu?.. Yani… Çok mu soğuktu? Eğer öyleyse, neden bunu hissedemiyordu? Uçup gidiyordu her soru kafasından bir bir… Sahipsizlik yaftasıyla… Ve aklını terk eden her soru, aydınlığın ve sıcağın terk ettiği kulübenin içinde donup buza çevriliyordu. Her şey buza dönüyordu ya zaten, o bunu bile kavrayamıyordu o haliyle. Mesela, biraz önce neden kendini bir sebepten ötürü çok hüzünlü hissettiğini ve hüngür hüngür ağladığını hatırlayamıyordu. Evet, evet bu imkansız bir beklenti olacaktı. Yerinden kalkmak için ne gücü ne de hevesi vardı. Oturmak güzeldi… karanlığa iyice alışan gözleriyle karşısındaki manzaraya baktı. Kulübenin içi, gri siluetler sahnesine benziyordu. Her şey gümüş rengine boyanmış, üstüne de gecenin koyu, sert ve serin fırça darbeleri eklenmişti. Karşısındaki duvarda ocağı görebiliyordu; ışıksız bir aydınlıkla var olan ahşap kulübenin kapkara ağzı gibi açık bekliyordu. İsteksizce, neredeyse canı sıkılarak başını çevirdi. Rüzgarın, kar kümelerini bir kırbaç misali kullanıp sağa sola savuruşu oldukça gaddarca, kana susamışçaydı. Bulutlardan sökün eden tüm kar serpintileri, sanki inlete inlete öldüren kara bir zalimin elindeydi. Kulübenin içi, insan maharetiyle yaratılmış bir binadan çok, yükseklerde kar ve dondurucu soğuğun içinde yaşayan vahşi bir hayvanın inine dönmüştü. İçerideki bir iki parça eşyanın sağını solunu ve altını üstünü doldurup, birbirine yapışarak çoğalan umarsız kar yığınları, açlıktan kıvranan bir asalak güruhu gibi asılıp kalıyordu her yerde… şöminenin hemen yanı başında ve odun birikintisinin önünde, yenmek için hazırlanmış etlerin üstünü anında kaplamışlardı. Ve bu haliyle, topraktan ancak üst kısmı çıkabilmiş bir tabutu andırıyordu. Adam o yöne bakıp, son damla gayretiyle gülümsedi. İşte, serdiği, kokmasın diye bir güzel tuzladığı, idareli yemek için adam akıllı destelediği etler, karların altında kalmıştı. Bunun neresi komikti? Vakıa soğuktan morarmış dudakları hemen burkuldu ve gözlerinin eşlik etmediği-ya da edemediği- bir ağlama homurtusu çıkardı. ‘En azından bir mezarın oldu’ diye mırıldandı titreyen sesiyle. Neden böyle söylemişti bilemedi. Her şey çok komik geliyordu. Bu son söylediği dahi, onu içi boş bir eğlenti gibi sevindirmişti. Pencerenin altında oturup kalmış bedeni çoktan vazgeçmişti savaşmaktan. Başını sol omzuna yatırdı ve ellerini göğsünde kavuşturdu. Derin bir nefes aldı ama buna pişman oldu. Dolu dolu öksürüğü bir müddet kesilmedi. Ciğerleri, donmuş havayla ayaza tutulmuştu adeta. Kanındaki sıcaklığın düştüğünü hissizliği içinde düşünemedi. Damarları büzüldü… Göz bebekleri küçüldü… Kalbi her saniye bir nebze daha atmamaya yaklaştı… ‘Olsun’du yine de… Kıkırdıyordu boş boş… Neden?.. Nasıl aptalca bir mutluluktu bu? Ne diye gülüyordu durmadan? Bir şeyler kaybedilmişti ve bitiyordu bu karanlık, köhne ve metruk kışla bezeli kulübenin kollarında. Fırtınanın uğultusuna takıldı aklı. Ne güzel gürlüyordu, ne de alımlı bir hunharlıkla çöküyordu doğanın bağrına. Ve ne istekliydi onu alıp götürmek için meçhule. Her şey izbe, her an sonsuz… Kıkırdadı boş boş… Teselli mi bulmuştu? *** Fırtına dindikten sonra, iki sırtlan kafalarını kardan kaldırdılar. Bu kadar yukarıya kasten tırmanmamışlardı. Önce, kuvvetle muhtemel yanlışlıkla başka bir sürünün bölgesine girmiş, ardından öfkeli bir kurt sürüsü tarafından kovalanmışlardı. Kendilerini bölgelerinden çok çok uzakta bulunca da bu dağın eteklerinden yukarıya doğru tırmanmışlardı. Kendi cinslerinden ayrı düşmek bir yana, korkunç ve aman tanımaz kurtların saldırısına uğramak onları bir hayli hırpalanmış ve akıllarını karıştırmıştı. Bilinmeyen bir içgüdüye teslim olarak yukarıya kaçtılar; daha sakin ve tehlikesiz bir yere. Ne var ki ya havayı koklama içgüdüleri geçici olarak kaybolduğundan ya da böyle bir özellikleri zaten hiç bulunmadığından, birden tepelerinde biten fırtına karşısında şaşkın ve çaresiz kaldılar. Sonunda bir kuytuda dört gün saklanıp kaderlerinin onlar için tayin ettiği sonu, idraksizce bekleyekoyuldular. Karınları iyice acıktığında rüzgarın usanmaz uğultusu dinmişti. Hava durgunlaştı ve sırtlanlar sığınaklarından çıkıp karda bata çıka, burunlarının dikine ilerlemeye başladılar. Faydasız bir gayretle karların üzerine burunlarını batırıp çıkarıyorlar, acı acı inleyerek seslerini diğer sırtlanlara duyurmaya çalışıyorlardı. Öylesine acıkmışlardı ki, artık sinirle seğirerek hareket ediyor, nedensiz yere birbirlerine hırlayıp sataşıyorlardı. Takatleri, bu bembeyaz ve yol iz olmayan hiçlikte kesilmek üzereydi. Birden bir şey oldu ve içlerinden biri dikkat kesilip o kalın ve vücuduyla bir boynunu dikleştirerek burnunu havaya kaldırdı. Hemen yanındakine seslendi hezeyan içindeki tuhaf bir inlemeyle. Müjdeydi bu! Yemekti! Bir yerlerde bir leş vardı! Güneşin yatık ışınları parça parça bulutların arasında bir görünüp bir yok olurken iki kafadar bir yardan aşağıya inip, duvar gibi yükselen toprak bir setin dibine yapılmış kulübeye ulaştılar. Tedbiri elden bırakmadan bir müddet uzaktan gözleyerek beklediler. Açtılar ama canlarını tehlikeye atma adetleri yoktu. En azından hava kararana kadar varlıklarını saklayacaklardı. Güneş ufkun göğsünü kızıla döndürüp inzivaya doğru çekiliyordu ki, içlerinden birisi sabırsızlık dolu bir hareketle durduğu yerde bedenini sağa sola doğru oynatmaya başladı. Midesindeki boşluk ezildikçe bacakları ileri atılmamak için zor duruyordu. Diğerine –eğer böyle bir şey mümkünse- yalvarır gibi bakmaya başladı. Çok açtı ve diğeri onun yarısı kadar bile açlık duyuyorsa beklemelerinin ne kadar acı verici olduğunu anlıyor olması gerekiyordu. Burnunu uzatarak diğerinin boynunu dürttü ve uyararak inledi. ‘Hadi’ diyordu adeta ‘Ne bekliyoruz?’ Nihayet öbür sırtlanda kabul edince, ardına saklandıkları kar kaplı tepeden fırladılar. Sırtlanlara yakışmayacak bir mahirlikte sebat ederek yaklaşıyor, arkadan vurmayı adet edinmiş hain bir düşmanın sinsiliğini bakışlarına sürmeliyorlardı. Hava karardığında kulübenin etrafında iki tur atmışlardı ya, bunun ikinci turu yine ihtiyat yüzündendi. Zira içeriye girebilecek açık bir pencere bulmuşlar, buna rağmen emin olmak istemişlerdi. Boyunlarını yere yakın tutarak, ve alttan alttan bakarak yürüdüler duvar kenarlarında. Sinir bozucu ve ebleh suratlarında pis pis sırıtan bir maskeyle, mağdurmuş gibi korkakça etrafı seyreden bir makyajın bulamaç karışımı görülüyordu. Ağızları yarı açık, dişleri yapış yapış, nefesleri hırıltılı… Dikilmiş tüylerinde kısım kısım karların yapıştığı pis ya da yaralı yerler vardı. Dünyanın mikropları gibi dolanıyorlar hep… Pencereden ilk giren, en sabırsız olanıydı. Temkinli ve gürültü çıkarmamaya dikkat ederek, ayağı altındaki karları kibar bir hafiflikle ezip kendini içeride bulmasıyla korkmuş bir haykırış koparması bir oldu. İçeriye girerken bir şeye takılmıştı ve dengesini kaybedip içeriye yuvarlanınca koşarak kulübenin diğer tarafına kaçtı. Kalbi isteriyle çarpıyordu; tehlikenin ölüm kokan teri damarlarına doluşmuştu. Kaygıyla büzüldü duvarın dibine… Bekledi… En ufak bir tehditte ölümüne saldırmaya hazır… Bekledi… Diğerinin pencereden atlayıp, hemen yerdeki bir şeyleri koklamaya başladığını görünce bütün duyguları değişti. Panik ve korkunun yerini merak ve açgözlülük aldı. Yay gibi gerilmiş kaslarıyla ileriye doğru atıldı ve diğer sırtlanın yanına ulaştı. Fakat, öbürü kendinden ödün vermeden ona saldırınca geriledi ve bir süre iradeleri bakışlarına yansıyarak beklediler. Sonradan içeriye giren sırtlan, pencerenin altında bulduğu leşi paylaşma niyetinde değildi. Gerekirse çirkefleşecek, her türlü saldırıyı mubah sayacaktı. Sonuç olarak talihsiz sırtlan geriye döndü ve karların içinde başka ganimet aramaya koyuldu. Diğerinin leşe yumulduğunu, kendinden geçmiş homurtularını ve dişlerini etten geçirip kemikleri çenesiyle kırmaya başladığını duyabiliyordu. Açlığı gittikçe arttı. Arayışı sabırsız ve hoyrat olmaya başladı. Bir yandan açlıktan inildiyor, diğer yandan burnuna yeni ulaşmış bir kokunun güçlenmesi için ne tarafa dönmesi gerektiğini kestirmeye çalışıyordu. Dümdüz… Dürtüleri ona böyle söyledi. Katılaşmaya yüz tutmuş karların üzerinde burnu yerden bir santim yukarıda kokunun izini sürdü adım adım. Derken hezeyan içinde uludu. Nihayet! Yiyecek bir şeyler bulmuştu, karları patileriyle acele ederek eşeledi ve buz tutmuş et parçalarına ulaştı. Homurdanarak, bekletmeden ve ağzının içinde çevire çevire yuttu hepsini. Diğerinin hala kemikleri kırdığını, eti kemikten sıyırdığını ve yemek için büyük bir uğraşı içinde olduğunu duyabiliyordu. İnleyişi keyfe bulanmıştı; yedikleri onu sürüyü bulana kadar idare ederdi. Hoşnut bir salınışla etrafta dolaşmaya, kulübenin içini gözden geçirmeye başladı. Ara ara arkadaşının yanına gidiyor, onun hala ısrar eden ve yemek için leşle cebelleşen çenesine vurup kaçıyordu; eğleniyordu kısacası. Diğeri ona hırlayıp üzerine atlayınca da hemen kenara kaçılıyor, berikiyle dalga geçer gibi viyaklıyordu. Bu karların istilasına uğramış kulübeyi bir saadet yuvası gibi görüyordu sanki; bir sırtlan ne denli tatminkar ve gönenç içinde bulunabilirse o da öyleydi. Kaygısızca –çünkü doymuştu- zemini örtmüş beyaz halının üzerini koklamaya başladı, hiçbir amacı yoktu, zaman geçirmek, belki oynamak için bir şeyler bulmak maksadıyla… Kulübenin arka tarafına yaklaştı ve köşeye doğru ilerlerken burnu bir şeye takıldı. Karla örtülmüş bir toptu sanki, kulübenin tenindeki bir çıban… Hemen çalışmaya başladı patiler… Karlar eşelendi ve ‘top’ ortaya çıkıverdi mosmor olmuş derisi, dehşetle açılmış gözleri ve bir haykırışın donup kaldığı çarpılmış bir ağızla beraber. Ne güzel… Sırtlan için tokluğa rağmen bir atıştırma çıkmıştı; sarkmış ve morarmış yanağı kemirmeye başladı, mahmur bir homurtuyla çiğnedi. Ağzı, kellenin elmacık kemiği üzerindeyken, doğuştan gelen bir alışkanlıktan ötürü gözleri hala etrafını kolaçan ediyordu. Gördükleri onu öylesine meşke getirdi ki, elmacık kemiğinden ısırdığı kelleyi havaya doğru attı. Kelle daha uçuyorken ileriye atıldı ve az önce gördüğü ve karların altında kalmış diğer kalıntılara doğru koştu. Kafasını şevkle kara batırıp dirsekten kesilmiş bir kolu ortaya çıkardı; burası cennetti!! ***
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |