Her gün yeniden doğmalı. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Gece, ciğerlerine ucu ateşte bekletilmiş iğneler batırıyordu sanki. Elindeki kazmayı, üç saattir derinleştirmeye uğraş verdikleri çukurun zeminine usançla attı. Bacaklarındaki ve kollarındaki kaslar tel tel kopacakmış gibi yanıyordu. “Bittim” dedi kurumuş damağında takılan bir sesle. Tam karşısında hiç yorulmamış gibi kürek kürek toprağı dışarı atan arkadaşına baktı. Vücudu eğilip kalkıyor, karanlıkta kalan yüzündeki ifade koyu gölgelerin berisine saklanıyordu. Abdullah kafasını kaldırıp, yarı bellerine kadar içinde kaldıkları çukurdan dışarıya baktı. Yaklaşık bir buçuk metre kadar kazmışlardı. Ve bunun yeterli olmadığını biliyordu. Bir buçuk yada iki metre onları bu felaketten uzaklaştırmaya yetmezdi. Daha derine, daha soğuğa ve daha zifiriye doğru kazmalıydılar. Yoksa... Yoksası çıldırtıcı bir düşünceydi Abdullah için... düşünmemek için gözlerini kırpıştırıp doğu ufkuna kaydırdı gözlerini. Kuşluk vakti kapıdaydı. Ufuk çizgisinde soluk mavi bir renk uyanıyordu. Uçları yakılmış gibi kızarık görünen bu mavi rengin tepesine çizgi çizgi gri bulutlar çekilmişti. Onların ötesinde ise rengini açmaya isteksiz kopkoyu bir lacivert hüküm sürüyordu. Abdullah ağzını donduran nefesini salarken, sabahın zemherisi dudakları arasından bembeyaz dumanlar şeklinde çıktı. Dişlerini takırdatarak ellerini oğuşturdu. “Gün doğuyor” derken, gözü çukurun yanına attıkları torbaya çevrildi. Ona bu kadar yakın olmak, ölü yada diri olsun hep tehdit uyandırıcı bir sıkıntı yaratıyordu. Ya hortlarsa? Düşüncesi anında zihninde çakıp söndü ve Abdullah ayazdan da dondurucu bir dehşetle irkildi. Alilacele yere attığı kazmayı alıp yeniden işe koyuldu, “Çabuk olmalıyız.” *** Böğürtüsünü hatırlıyordu. O melun ses bütün gün aklından çıkmadan çınlayıp durmuş, beynindeki kıvrımlarda keskin bir makasın ağzı gibi açılıp kapanmıştı. O gerçeğin düşmanı böğürtüyü duyduğu anda mahvolmaya yakın bir hezayan her yanını sarıverdi. Böylece giriştikleri işin vehametini kavrayabildi ama öğürerek ağlaması onu ve Abdullah’ı kurtarmayacaktı. Kerem elindeki küreği yorulmamacasına kullanıyor, avuçlarındaki derinin soyulmasına aldırmadan çalışıyordu. En az beş metre derin olmalıydı bu çukur; öbür türlü olursa bu yaratık dünya örtüsüne yakın kalacak ve anlatılana göre kesinkes onları bulacaktı. Kerem böyle bir durumla karşı karşıya olmaktan ve öldürülmekten korkmuyordu şimdi. Öldürülmek bir ödül olarak bile algılanabilirdi. Canının alınmasıyla kurtulamamak en kötüsüydü; ‘onun.. onların cehennemi’... Ruhu bedeni içinde sızlıyor, bu cinneti bol olasılık etini kemiğinden ayıracak bir basınçla içini daraltıyordu. En az beş metre... Bir an bile dursa yaptığı işten geri kalacak gibi hisseden adam etrafına değil, yavaşça derinleşen çukurun dibine bakıyordu. *** Abdullah yeniden doğrulduğunda kazmanın ağzını yere dayayıp sapının ucuna eliyle yaslandı, diğer eliyle beline bastırarak gerindi. Yeniden doğuya baktı, güneş sanki onları ele vermek istercesine başını ufuk çizgisinden çıkarmıştı. Mahmur sarı ışıkları doğudan zerre zerre geceye karışıyor ve siyah olan ne varsa sabahın hummalı aydınlığıyla iyileştirmeye çalışıyordu. Korkusuna halel gelmesine izin vermeden kafasını salladı. Korkusu gerçeği görmelerine engel değildi. “Başaramayacağız Kerem. Güneş doğuyor.” Kerem Abdullah’ın suratına bakmadı. Hala toprak atıyordu, duymamış gibi davranarak işine devam etmek zorundaydı. Yoksa... Yoksası çekilir gibi değildi. Sırf ateşlerden bir zulmet değildi ki bu! ‘Adına küfredip yasakladığın işlere giriştiğimiz Allah’ım! Ruh nasıl ölür?!’ Beş metre... Beş metre işlerini görürdü. Onu çukurun içine atıp beklemek yetecekti. Abdullah şiddetle itiraz etse de üzerini toprakla kapatmamaları gerekiyordu. O çekilirken görmeliydiler. Hafızanın bu seyirliği, sorgu gününde onlara şahitlik edecekti. “Kerem... Kerem!! Dur artık! Bu iş bugün bitmez. Gün ışığı eğer..” “Biliyorum hayvan herif! Biliyorum! Bu iş ve detaylarını sana ben anlattım.” Abdullah Kerem’im çılgınca kararmış gözlerine bakınca sinmek yerine daha da öfkelendi. Elindeki kazmayı çukurun dışına savurarak Kerem’in yakasına yapıştı. Aynı gece, kurbanları da Kerem’in yakasına yapışmıştı. Abdullah avuçları yansa bile Kerem’in yakasını bırakmadan arkadaşını sarstı: “Biliyorsan öyle davran o zaman! Bak... Bak Allah’ın belası, güneş doğuyor. Onu yeniden öldürmeliyiz!” Kerem, Abdullah’ın açıkladığı eylemin hayaliyle donup kaldı. Yeniden öldürmek. Hem de onu! İkircikli bir ölüm korkusu parmak uçlarına kadar titretti Kerem’i... Kafasını çevirip çukurun yanındaki torbaya tereddütle süzdü. Katlettiklerinin birden sarsılarak hareketlenmesini, içine tıkıştırdıkları torbayı paramparça ederek gün yüzüne çıkmasını ve o kara bir andaç gibi belleğine kazınan böğürtüsüyle üzerlerine çullanmasını düşündü. Abdullah haklıydı; onu yeniden öldürmek, onun iki arkadaşa yapacaklarından çok daha iyimser ve basit kaçacaktı. Kerem Abdullah’a hiddetle dağlanan bakışlar hediye ederek yakasına yapışmış ellerini itti ve hemen çukurdan dışarıya çıktı. Zaman kaybetmekle ilgili çarpık bir kaygısı olduğu için sadece bir anlığına, ne kadar vakitleri olduğunu anlamak için doğuya baktı; güneş ufkun üzerinde görkemle yükselmeye devam ediyordu ve hızını arttırmıştı. Doğudaki tepelerin eteklerine yamanmış ağaçlar ve iki katlı köy evleri şimdiden sarının avuçları içindeydi. ‘Üç dakika’ diye mırıldandı Kerem. Ve geri sayım başladı... “Sen torbayı aç! Ben arabadan silahları alıp geliyorum!.. Çabuk olsana Abdullah!” *** Abdullah hala aval gözlerle çukurun içinden dışarıya bakıyordu. Kerem’in nidasıyla zıpladı ve ve hemen çukurdan dışarıya çıkıp torbanın yanına çöktü. Kerem’in koştuğunu duyabiliyordu. Arkadaşının toprağın bağrını döven ayak sesleri yüreğinde acayip bir sıkıntıyı coşturmuştu. *** Kerem farları açık ve çukura bakar vaziyette park edilmiş arabanın bagajını açıp kollarını içeriye daldırdı. Aradığı şey kat kat battaniyenin altında saklanıyordu. Ve kendisinden önce kor gibi ışıyan aydınlığı göründü. Battaniyeler inanılmayacak derece de ısınmışlardı, adeta ateşin içinden çekilip alınmış alevler gibi yanıyor, üzerlerinden dumanlar çıkartıyorlardı. Kerem sadece tutup sıpıtacak şekilde uçlarından kavrayıp bagajdan dışarıya atıyordu onları... İki buçuk dakika... Kerem’in heyecanı ürpertici bir hızla kalbine vuruyordu. Abdullah yere çömelmiş torbanın fermuarına kararsız bir halde bakıyordu. Onunla yeniden yüz yüze gelmenin dayanılmaz sıkınıtısı şimdiden parmak uçlarında bir uyuşma yaratmaya başlamıştı; şişe şişe kanı çekiliyordu sanki vücudundan. Kerem’in ayak sesleri kesilmiş, arabanın bagajının açıldığını duyulmuştu. Ellerini son bir kez yumruk yapıp tekrar açtı ve kollarını yavaş bir hamleyle fermuara doğru uzattı. Torbanın içinden buram buram sıcaklık yayılıyordu. İyi huylu yada dünyevi bir yanmanın sıcaklığı değildi bu; ‘onların ölürlerken yandıklarını unutma. Şimdi, canlıyken buz gibi olmalarının sebebi bu.’ Çıldırtan beklentinin yaşarttığı gözlerini kırpıştırarak fermuarın dilini tuttu ve hiç işe yaramayacağını bilse de besmele çekti. Besmele ile kurtulabilecek kişiler listesinde olmadıklarını bir onlar bir de Allah biliyordu. Fermuarın minik cırtlamalara benzer sesi temkinli bir biçimde var olmaya başladı; Abdullah fermuarı açıyordu, ama sanki tamamını ne kadar yavaş açarsa başlarına gelecek felaket o kadar uzakta kalacaktı. İki parmağı arasında tuttuğu dil fermuarın iki yakasını ayırıyordu. Abdullah’In burun deliklerindeki sinirler beyne aynı şirret mesajı yolladı: öldürücü kokular geliyor... yine... kalbe daha fazla kan... İki buçuk dakika... Abdullah göğüs kafesi anormal ölçülerde inip kalkarken onunla, onun kapalı göz kapağıyla yeniden karılaştı... Dehşet vericiydi: ‘Ulu Tanrım!’ *** Şimdi Kerem koşturarak çukurun yanındaki torbaya ulaşmaya çalışıyordu. Aklı başından gitmek üzereydi. Canı yada ölüsü saniyelerin elinde oyuncak olmuştu. Güneş yükselirken azan rüzgar kulak kepçelerinde uğulduyor, burnundan nefes aldıkça genzi yanıyordu. Canhıraş, dengesiz bir hızla ilerliyordu. Sanki arkasında, doğu tepelerini sarıyla duvaklayan gün ışığından daha çabuk olma derdine düşmüş gibiydi. Paldır küldür torbanın yanına çömeldiğinde silahın yanmasının azaldığını farketti. ‘Onların ölürlerken yandıklarını unutma. Şimdi, canlıyken buz gibi olmalarının sebebi bu.’ Canlanıyordu...CANLANIYORDU!! Panik halinde Abdullah’ı aradı gözleri. Torbanın ayakucunda, açılmış fermuarın iki yakasını tamamen birbirinden ayrıldığı yerde yere kapaklanmış ağlıyordu. Ve sürekli, Kerem’İn tüylerini diken diken eden şeyi mırıldanıyordu: “Ulu Tanrım!.. Ulu Tanrım!” Kerem artık metanetini kaybetmişti. Gözlerindeki fer boğuluyordu. Onu öldürdükleri, dahası onu görünür kılıp zehirli kelamını duymak zorunda kaldıkları için pişmandı. Hem de ne için! Bu işe atılmaya karar verdiğinde gözünü karartmasına yetecek bir meblağmış gibi görünen 400 küp Bizans Altını, şimdi gözleri kararmaya her yaklaştığında onu ağlatmaya vazife kabul etmiş bir pişmanlıkla vuruyordu aklına. Hacı hoca takımına yedirdikleri onca paranın, yazdırdıkları düzinelerce muskanın ve en sonunda.. evet en sonunda karşılarına çıkan iki büklüm, asırlık moruğun günahkarlığa onları davet ederek ruhlarını kandırmasının yasını tutuyordu artık. Onlara işi enine boyuna anlattıktan sonra uyarmaktan da geri kalmamıştı, suratında iblisten öykünen bir gülümsemeyle: “Bir Alemsakini hem yere hem göğe yakındır. Bundan onun melek olduğu fikrine kapılmayın. Ne ki cin gibi asalak bir yaratıktır. Onlar düzenin sağlanmasında ve gerçeğin korunmasında bilfiil vazife ifa ederler. Alemsakini, iki alemin kapısında bekler aynı zamanda. Bizim bilmekte hakkımız olmayan yaratıkların yolculuklarına mani olur ve aynı zamanda ölenlerin ruhlarına yol gösterir. Öteki alemin kapısına değin eşlik eder ve onları teskin eder. Kimileri ona ‘kabirci’ der ve onunla ilgili patavatsız hikayeler uydurur. “Şüphesiz onu çağırmakla onun, her ruhun sırlarına vakıf benliğini de çağırmış olursunuz. Bu alemin Alemsakini, Adem’den beri saklanan tüm sırları bir güzel bilir. Ve insanoğlu ona müdahelede bulunmazsa kıyamete kadar saklar ve o büyük günde şahit olacaklardan biri de o’dur. “Şimdi onu çağırın. Fakat tedbirli ve soğukkanlı olun. Sizin gibi toprağa bastığında, ayağının altına bu muskayı burakın ve her istediğinizi sorun. Eğer onun gücünü kulaklarınıza çarpan bir yumruk gibi hissederseniz hiç tereddütsüz onu öldürün ve toprağın en dibine gömün. Eğer söylediğim derinlikten daha yakına gömerseniz sizi bulur ve ona tahsis edilmiş cehenneminde ruhunuzu öldürmek için elinden geleni yapar. O yüzden onu gömmekte rahat davranmayın.” *** Alemsakini soğurken etrafındaki havayı da kışa çeviriyordu. Kerem’İn dişleri takırdadı ve elinde tuttuğu silahın giderek eline yapıştığını hissetti. “Hadi.. Hadii!!” diye haykırdı Abdullah, “O altınların Allah belasını versin.” Kerem’in gözleri kocaman açıldı ve suratına vahşi bir ifade büründü ve silahı tutan kolunu havaya doğru kaldırdı. Bir kez daha öldürmek, zulümler içinde bir padişah gibiydi... Ama öldürmezlerse, yarın akşam onu yeniden gömmeye vakitleri ve hayatları kalmazdı. Kerem korkunç bir bağırtıyla uludu. Kolu aniden Alemsakinin, bir gözden ibaret yüzüne doğru indi. Her şey karardı. *** Yaşlıca bir adam, akşam doğudan dalga dalga yayılırken arabasından indi. Bastonundan destek alarak, neredeyse arpa boyu adımlarla ilerledi. Etrafta tarif edilmesi güç bir esansın tülleri asılıydı. ‘Demek böyle kokuyormuş’ diye geçirdi içinden. Farları ve bagajı açık başka bir arabanın yanından geçti. Hemen önünde yere fırlatılmış battaniyeler duruyordu. Uçları inceden inceye yanmıştı. Bir şeylere acıyarak gülümsedi. ‘Zavallılar’ dedi boş bagaja bakarak. Farları açık arabanın yanında bir müddet soluklandı; yaşlı vücudu ardı ardına hızlı nefesler alacak kadar esnek ve taze değildi. Aldığı her nefes kaburga kemiklerini sızlatıp, onlardan herhangi birini kıracak denli şiddetli baskı uyguluyordu. Yıllarını ne için heba ettiğini düşünüp hayıflandığı günler boyunca bedenine dayanılmaz sıkıntılar saldırmıştı. Sabır gerektiren ve fedakarlık isteyen uğraşıları onu bitap düşürmüş, çevresindeki insanların bünyelerinde çıldrıtacak tahripatlara neden olacak sınanmalara hep dişini sıkarak girişmişti. Bastonuna yeniden abanarak ilerlemeye başladı. İleride, akşamın gözleriyle kararmış bölgede toprağın üzerinde yatan bir şeyler vardı. Minik tümsekleri andırıyorlardı ve yanındaki arabanın farlarıyla capcanlı aydınlamış bu şekillerin ne olduklarını görmekten dolayı bir nebze rahatladı. Düşündüğü gibi olmuştu. Adam hüzünle gülümseyerek ‘zavallılar’ dedi yeniden. Soğuk rüzgar onu arkasından itekleyerek çukurun yanına değin taşıdı. İlk önce ayakta durarak, toprağın üzerindeki manzarayı gözlemledi. İki kasılmış ve ölü beden, altın sarısı parıldayan bir hançer, kara bir çukur ve bir ceset torbası içinde uzanan garip bir mahlukat. Yaşlı adam, içinde filizlenen şiddetli heyecanın bedenine iyi gelmediğini biliyordu. Nefeslerini yavaşlatmaya çalışsa da, karnında ki söz dinlemez ağrının çaresine bakamazdı. Yıllarca beklediği an, bu andı. “Demek buymuş, demek Alemsakini böyle bir şeymiş.. Ne kadar güzel... ne kadar zarif!” Pas tutmuş dizlerini alıştıra alıştıra bükerek yere eğildi ve Alemsakinin başı ucuna çömeldi. Tek gözden ibaret yüzü buz gibiydi ve ıslaktı. Bembeyaz saçları alnından geriye doğru, torbanın içine dağılmıştı. Yaşlı adam ürkek bir şekilde bu takdire şayan alımlılıktaki saçları okşadı. Ona, onu sakinleştirecek iki kurbanı vermişti. Artık yanında uzanan yaratığın, kendini dost göreceğinden emindi. Tek ve kocaman gözün kapağı aheste bir istençle açıldı. “Selam olsun sana ya Alemin Sakini!” dedi yaşlı adam yumuşak bir sesle. Tek göz açıldı ve Yaşlı adamı gördü. Yaşlı adam arabasına binerken yaşlılık günlerinin bittiğini biliyordu. Hayatını ortaya koyarak, yıllarını hurafe ile gerçek bilginin ayırdını yapmakla geçirdiği ve dahası doğru tercihlerde bulunduğunu bildiği için artık huzurluydu. Direksiyon başına geçince son bir kez çukura baktı. Ceset torbası boştu ve kaskatı kesilmiş bedenler özenle çukura çekiliyordu. O esnada Alemsakinin söylediği son sözler yankılandı yaşlıcalığına çözüm bulduğu beyninde: “İşte bütün istediğin sırlar. Şimdi beni azat et ki, bu aciz ruhlarla işimi halledeyim.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |