Geçmiş ölmedi. Henüz geçmedi bile. -William Faulkner |
|
||||||||||
|
Her yer karanlık. Bu ikinci bir izlenim değil zira kısa sürüyor. Tül gibi hafif ve zayıf bir aydınlık var. Kısık gözler puslu, ışığın suretine benzeyen aydınlığa takılmış. Beyindeki sıkıntı damarları zonklatıyor... Üçüncü izlenim; baş kısmında uğursuz bir ağrı... Şimdi beden şiddetle sarsılır. Etrafında varlığa gelmiş havasızlık üzerine abanır ve yer darlığı uzuvları tetikler. Kabir korkusu... Vücut dilediği gibi hareket edememenin telaşında ve derdindedir. Kollar ve bacaklar umutsuz, umarsız ve nafile bir eylemin girizgahını yaparlar. İstemsizmiş gibi yapılan her hareket sıkı sıkı kenetlenmiş toprağa toslar ve her seferinde alınan nefesler, havasızlığı ihya ederken dermansızca hızlanır. Algı şaşkındır... Kollar ve bacaklar bir genişlik arar ve bihakkın bulamaz. Beden bedaheten takatsizliğe bürünür ve uyandığı yerde öylece uzanır kalır. Akıl darmaduman olmuştur... Düşman kuvvetler tüm makul düşünceleri bertaraf eder. Düşmanın komutanları, bu toprak oyuk ve rutubetli havadır. Ruh üzüntüdedir... Yaşamın bittiğini yada bitmeye yakın olduğunu onaylamaya yakın olmak her seferinde acıtır. Tesellisi yoktur. Artık akıl bu duyguyla cebelleşiyor. Karanlığın çok çok berilerinde yanıp sönen cılız aydınlığı görmek zulümdür. Onun görünür olması - giderek silikleşiyor da olsa- ve ötelerde bir yerlerde nazlanır gibi durması pek yakıcı, pek usandırıcıdır. Aklı olmasa da mantığı ikilemde bırakır: Bu ışık, ölüm müdür sebatla bana yaklaşan, yoksa yaşam mıdır tenimden öylece uzaklaşan? İlk beş yada altı saniye bu üç izlenim ve beyni şişiren panikle geçmiştir ki, tarifini başka türlü yapmakta mümkündür, lakin yürek bunu kaldırmaz. O esnada bellek bir yumruk olmuş, çamurlaşmış toprağın cıvık halini andıran bir hatırayı sıkı sıkı tutmaktadır. Hatıranın hatları belirginleşir, çamur katılaşır. Yumruk içinde bekleyen toprak dikenleşmiştir belki de, beynin kıvrımlarına batar. Belleğin boş dehlizlerinde bir ses yankı bulur. Sahibinin sesini tanır belleğin muhafızı: "Bunu gerçekten yaptı mı?" Bulanıklaşmış bir vakit içinde içtepiler vahşileşir. Korku, kalbin kalbinden tırnak uçlarındaki tırnaklara doğru esner ve yay gibi gerilir. Tırnaklar hazırdır, parmaklar pozisyon almıştır. Sırt üstü yatılan yerde, gözler neredeyse bir karış yukarıdaki toprağa sabitlenir. Üzerine yığılacakmış gibi tehditkar duran toprağın boşlukları içine ışık damlaları doluşmuştur sanki. Azdır yekûnu, buna rağmen ışık hüviyetini taşıyan çiğler misali damlamıştır kara toprağın bağrına. O damlaları sıçratan havuzu bulmak ister nefsi. Zira ölüm ışıktan ıraktır.. Başlamak için, alınan nefesin bir nebze boğuk olması kafidir. Beden uyarılmış gibi sarsılır ve bir enerji patlaması parmakları kaskatı keser. Beden yolu açmaya kararlıdır. Gördüğü o zayıf ışık ölüm bile olsa, ona ulaşma azmindedir; aralarına girmiş toprağı aşmak sorun bile değildir. Sorun, kafayı meşgul eden hakiki ve biricik sorun, az evvel belleği çınlatan sorunun yanıtıdır: "Yapmış işte!" Hayır! Kimse kimseyi diri diri gömmemiştir. Bu bir varoluş oyunudur. Zorla dayatma ya da inandırma benzeri bir zorbalıktır sadece. Minik ölçülerin devasalaştığı çarpık bir düzen işlemektedir o esnada. Hayrete düşüren işte budur. Algı bir türlü inanamaz: "Yapmış işte!" Ve eller çalışmaya koyulur. Ardı ardına kararlı ve telaşlı darbeler iner toprağın böğrüne. Bir oyuk açılmaya yüz tutar yukarıya, ışığa doğru. Oyuk derinleştikçe beden yattığı yerde doğrulur ve ellerin oyarak tırmandığı boşlukta ayağa kalkmaya başlar. Oyuktan çıkan toprak ayakların dibinde toplanır, ki beden bunun üzerine basarak ilerlemeye devam eder. Yükselir... yükselir... yükselir... --- İbrahim çok yorulmuştu ve kasları bu yorgunluğun ateşleri ortasında yanıyordu. Yukarıya doğru kazdığı tünel sonunda bir yerlere açılmıştı. O, her ne kadar karanlıktan dolayı nerede olduğunu göremese de, bazı tahminlerde bulunabilecek kadar yeteneğe ve hafızaya sahipti. Öncelikle derin derin alıp verdiği soluklar bir veya iki karış mesafedeki bir yüzeye çarpıp yayılıyordu. Bunun akabinde hemen eliyle etrafı yoklayınca, kolu fazla açılma fırsatı bulamadan bir yerlere çarpıp durmuş, tünele çıktığında başını kaldırır kaldırmaz kafasının üstü toprak tavana vurmuştu. Üstelik soluduğu yakıcı hava da gözlemlerini doğruluyordu. Zihninde bir çember çizdiği izlenimi doğdu; aşağıda bir yerlerde kalan ve içinde uyandığı oyuğun bir benzerine ulaşmıştı. Burası bir ihtimal daha genişti. Bu noktada hafızası İbrahim'i tetikledi, ısrarla düşündüğü şeyin doğru olduğunu fısıldıyordu. Başını ileriye doğru uzatıp gözlerini kısarak, ardından buraya sürüklendiği hafif aydınlığı aramaya koyuldu. Bakışları, karanlıkla cılız ışığın kaynaşmasına alışınca ileride, tam önünde başka bir oyuğun uzandığını fark etti. Işık daha da yukarılardan, oradaki belirsiz kaynağından bu tünelin sonundaki bir noktaya düşüyor ve zayıflayarak kendisine doğru sürünüyordu. Canı buhranların doğurgan rahmi gibi karardı ve yılmış kalbinin fersiz çeşmesi gölgeler kusmaya başladı. Ne için buradaydı? Ne yapmıştı? Suçu neydi? İçinde hiç umut olmayışı kalbini durma mertebesinde yavaşlatmıştı.. Böyle anlarda insan acizliğinden cesaret alarak ümit eder. Son ana kadar... Işığa ulaşmaya duyduğu istek kadar, beklediği yanıtları da alacağından emindi. Düşüncelerini meşgul eden ve üstü kurum bağlamış anıları ona sürekli bunu fısıldıyordu. Hem karşılaşmayı tercih etmeyeceği, hem de bilmek için yanıp tutuştuğu basit ve tek kelimelik cevaplar; evetler ve hayırlar... Kurtulabilecek miydi? Bu bir ceza mıydı? İnandıklarının değişebileceğini ya da yanlış olduklarını düşünmemesi suç muydu? Mantık insanı yarı yolda bırakır mıydı?.. İbrahim dört ayak üzerinde hiç bir şeyden emin olamadan bekledi. Boş gözlerle, tünelin sonundaki noktadan damla damla düşen aydınlığa bakarken, ışığın loş varlığı birdenbire kararıp, yeniden ve silkinerek görünür oldu. Yukarıdan -belki de ışığın geldiği yerden bir şey düşmüştü. Bir oflama nidası ve içini bulandıran tok bir kırılma sesi duydu. Sanki bir kol yada bir bacak kemiği tam ortasından şiddetle ikiye ayrılmıştı. Emekleyerek tünelin sonuna doğru ilerledi. Yaklaşmasıyla beraber genizden çıkar gibi işitilen bir nefeslenme sesi de ona yakınlaşıyordu. Temkinle, oyuğun sonundan bir metre kadar uzakta durdu. İbrahim önce yerde tostoparlak yatan ve kıvranan insana, sonra da tünelin bir boru gibi kıvrılarak yukarıya tırmandığı oyuktan çukurun tepesine bakmaya çalıştı. Bir kuyunun dibindeki talihsiz bir köpek gibi çukurun ağzını seyretti bir süre. En tepedeki o nokta solgun bir güneş misali cansız ve yuvarlak bir aydınlıktan mürekkepti. Sonra yanı başındaki bu insanın oradan düşüp de canlı kalışına hayret etti. Yükseklik midesini kıvrandıracak oranda muazzamdı. Yeniden bir yukarıya, bir insana baktı; yerde kıvranan insanın sıkıntılı nefesi ve acısını yutmaya gayretli ıkınışı onu dehşete düşürdü. Acı duyduğunu belli ederse kızgın ebeveyninin onu dayakla hizaya getireceğinden korkan bir çocuk gibi inildiyordu. Fakat düşmüş insan boynunu titreterek elleri üzerinde vücudunun üst kısmını yukarıya çekti ve adamla yüzleşti. Sevimsiz ve yetersiz aydınlığın kara gölgeler ve tehditkar çizgilere bürüdüğü bir yüzü vardı adamın. Kaba ve ilkel sayılabilirdi. Abartılı çene çizgisi, aşırı çıkmış elmacık kemikleri ve gözlerin üst hizasına bastırmış yüksek bir alın. Alt dudağı bir gorilinki gibi dışarıya fırlamıştı. İnsanın gözleri birer kıvılcım gibi çakıyordu. Acısının elzem tınıları, o soluyorken bir duyulup bir yok oluyordu. Endişeli bir halle ağzını açtı. Dişlerinin ve şapırdayan dilinin arasından bir bebeğin anlaşılmaz seslerine benzer sesli ve sessiz harf karmaşası çıkıyordu. İbrahim, insanın bu vahşi ve tehditkar viyaklamasına şaşkın bakışlarla karşılık verdi. Yine de hayretler içerisinde onu anladığı hissetmişti. Beyni bu çözümsüz seslerin şifresini bir şekilde kırmıştı: "Yemek nerede?" İbrahim'in beyninde yankılanan ses, ilkel insanın kendini kaybettiğinin ya da korkunç bir çıldırmışlığın tuzağına düştüğünün göstergesiydi. İbrahim karşısındakinin kaybedecek hiç bir şeyi olmadığını hisseti ve irkildi: "Ne yemeği?" İlkel insan korku ve öfkenin kavramsız karışımından öykünen soluğunu İbrahim'in üzerine boşalttı. İbrahim ne olduğunu anlayana kadar insan çoktan ters yönde ilerlemeye koyuldu. Onun cevabını dinlemeye tenezzül dahi etmemişti. İbrahim, karanlıkta ilerleyen bir gölgeyi andıran ve biraz sonra aynı karanlığın ağzındaki bir lokma gibi kaybolacak olan adamın ardından bakakaldı. Güdüleriyle bir türlü temasa geçemiyordu. Teller kopmuş yada korkunç bir fırtına köprüleri darmadağın etmişti. Hissiz ve miskin bir beyinle, insansının karanlığın siyah duvarlara döndüğü yerde kayboluşunu seyrediyordu. Görmeyene hatta görmediğinin ardından ışıksız kabuslar kurana kadar bakakaldı o noktaya. Ve nedense ilkel insanın ivedilikle katettiği tünelde apansız durduğunu ve nefesini tutarak beklediğini hissetti; karanlık herkesin ve her şeyin hislerini, duyularını ve yaşamını birbirine bağlıyor gibiydi burada. Henüz yürüyemeyen bir bebek gibi toprak zeminde elleri ve dizleri üzerinde dururken hafif bir sarsıntının altındaki toprağı şöyle bir yokladığını hissetti. Ve fakat sarsıntı arsız bir kalleş gibi an ve an kuvvetleniyor ve çileden çıkaran bir inatla toprağın bağrını titretiyordu. Aralarındaki karanlığın birbirlerinden fersahlarca uzaklara ayırdığı insansı feryat ederek bağırdı, sesi tiz bir çana sürten demirden bir çubuğun iniltisine benziyordu. Daha çok canhıraş bir nöbetle gurulduyor gibiydi. İbrahim yeniden aynı korkmuş, telaşlı ve mahvolmuş sesi algısının kalın pulsarı içinde duyumsadı: "Geliyorlar!!" Kimler geliyordu? Bu havasız, metruk ve daracık toprak tünellerin içinde, böylesine sarsıntı yaratarak ilerleyebilenler kim olabilirdi ki? Dahası, bu kabirler şehrinde başkaları da mı vardı yani? Bunu bilmenin imkanı yoktu. Avuçlarının altındaki toprak hiç ara vermeden sarsılmaya devam ediyordu. Hayır, kabustu bu... gerçek olması mümkün değildi. Onu telkin edecek, 'sakin ol, hepsi rüya' diyecek bir ses, en azından beyninin kör kılavuzundan bir mırıltı duymayı hasretle umuyordu. Evet evet, kesinlikle bunaltının onu köşeye kıstırdığı yer kalbiydi. Ona doğru bir tehlikenin yaklaştığı aşikardı ve çaresizce etrafına bakınsa da neyin tehlike olduğunu kestiremiyordu. Aklına gelen yegane eylem, kafasını kaldırıp yukarıya doğru dimdik yükselen tünelin ucuna bakmak oldu. Işık çemberi tüm ölgünlüğü ve kış sarısıyla orada bekliyordu. Kurtuluş... yaşam... Sarsıntı artıp üzerindeki tehdidin basıncı kürek kemikleri arasında beklenmedik bir ağrı yaratınca, kuyuyu aval aval seyretmekle yetinmedi ve saniyeler içinde başına gelecek felaketten kurtulabilmek için alil acele tünelin dimdik toprak duvarlarına tırmanmaya çalıştı. Şimdi biliyordu; adını ve yöresini kestiremediği tehlikenin yaratıcıları toprağı oyarak yaklaşıyorlardı ve bir nabız atımı mesafedeydiler. Toprağı kazan uzuvların gürültüleri aceleyle yükseldi, homurtular dalgalanıp yayıldı. Yol açışın azametli senfonisi dehşetli bir ısrarla ve acımasız bir vahşilikte gürüldedi. Bin bir kepçeli ve demirden burgu külahlı devasa bir tünel açma makinesi hayal etti İbrahim. Öfkeyle ve büyük bir hızla açıyordu yolunu toprağın içinde. Önüne gelen her şeyi altına alıp un ufak ediyor, toprağa namussuzca tecavüz edip darmadağınık bir yer bırakıyordu. İbrahim kan ter içerisinde bir arpa boyu yukarıya doğru tırmanmaya çalışıyorken, yoktan var edilen tünelin müphem ve olası gaddar mühendisleri ile arasında çamurdan bir perde vardı sanki. Gürültüleri boğuk fakat güçlüydü. Görmediği yüzleri tarif etmeye yeltenecek miktarda yakınında hissediyordu onları. Sonunda toprak bu hissiyatın yoğunluğa dayanamamış gibi patlayarak açıldı ve tünelle kuyunun kesiştiği yerden renksiz ve betimsiz bir kütle yuvarlanarak aktı. Kesin hatları belirgin olmasa da, içinden çıkan uğultulu inleyişler ve ardı ardına toprağı döven ayak seslerinden dolayı bu kütlenin bir insan güruhu olduğu söylenebilirdi. Kof bir şiddetin ve düşüncesiz bir acelenin mekanik bir aracı misali ilerleyen bu kalabalığın insanlardan meydana geldiğini özümsedikçe kahroldu. Artık şüphesi kalmamıştı; kesinlikle aklının şüpheci yaklaştığı yerdeydi. Evini, hayatını ve metruk ve gizemli pek çok şeyden habersiz geçen günlerinin kayıtsızlığını özledi... İbrahim'in tırmanmaya cebelleştiği kuyudan az evvel düşen insanın çığlığı ürperterek yükseldi. Demek ki ona yaklaşmışlardı. Onun peşindeydiler... böğürüyor ve kesinlikle uluyorlardı, zafer sarhoşu barbarların kana susamış haykırışları da buna benziyor olmalıydı. Kuyunun altından sarkan ve bir türlü daha yukarıya çekemediği bacaklarına dokunan nasırlı parmakların esintisi midesini bulandırdı ve çığlık çığlığa bir korkuya kapıldı. Onların arasına düşüp ezilme ve düşünmesi dahi zor bir ölümle burun buruna gelme tehlikesi vardı. Yere düşmüş kafasını ayakları altında ezeceklerini, kollarını bacaklarını sürükleyeceklerini, kemiklerinin ağırlıkları altında ikiye bölünüp, boynunun bir anda kırılacağını hayal etti. Ruhunu kordan demirlerle döven dehşet artık doruğa ulaşmıştı. İnsan akıntısının patırtısı giderek çoğaldı; toprak duvara kenetlenmiş elleri boşta kalmak üzereydi. Adam toprağa canhıraş sarılmaya gayret ediyordu. Kafasını korkuyla yukarıya çevirip, ışığın cansız haline benzeyen aydınlığa ümitsizlikle ve inatçı bir ısrarla baktı. Bu çarpık sürünün geçip gitmesini, içini deşen korkunun dinginleşmesini bekliyordu. Tek başına kaçmaya çalışan insanın çığlığı, soğuk suda boğulur gibi lıkırdayarak sönüverdi, ardından patırtı İbrahim'den uzaklaştı ve bitti... Patırtılar, tıpırtılara dönüştü ve nihayetinde benliği ıssızlıkla sarmaş dolaş kaldı. Bu kavranması güç ve maneviyatın kudretli dikilişiyle zoru olan bir vaziyetti. Başındaki zonklama ve gözlerini karartan aşırı kan basıncı azalınca, geriye iki seçeneği kaldığını anladı. Yukarıya, ışığın olduğu yöne dimdik bir aksilikle açılan kuyudan tırmanmaya çalışabilirdi. Toprak duvara tutunmaya gayret eden kolları müthiş bir yanmayla bunu reddediyordu; böyle bir işe girişmeyi düşünebilmesi bile çılgınlıktı. Fiziksel benliği ona başka bir yöntem bulmasını salık veriyordu. Elindeki diğer seçenek daha talihsizdi; az evvel aklını başından uçuran sürünün geldiği yönden yoluna devam edebilirdi. Kafasında makul bir cevap ararken zaten halsiz olan kolları toprağa kenetlenmekten kendini azadetti ve yeniden tünele düştü. Önünde zift karası bir oyuk, üstünde aydınlığa doyma ihtimali sunan bir kuyu vardı. O, karanlığı seçti; daha doğrusu bedbaht haldeki kasları makul düşünmeye çabalayan kısmını zehirli hançerlerle idam etti. Kesinlikle bunu yaptığına inanamıyordu; göz göre göre müphem saatler geçirmeyi seçmiş, hafif bir meyille inen oyukta karar kılmıştı... Ahmakça bir teslim oluşla... İçerisi hala sıcaktı, az önce gelip geçen güruhun ısıttığı tünel berbat bir ter kokusuyla sıvanmıştı. Ter ve kirli ten kokusu yakıcı havanın boğuculuğunu kalın hatlarla belirleyen bir nazarlık gibi adamın her yerini sarıverdi. Yoğun havasızlığın iyice daralttığı ensiz tünelde ilerlerken kendini ayık tutmak için olağanüstü bir çaba gösterdi. Ara sıra üzerinde emeklediği elleri ansızın uyuşuveriyor, dirsekleri çözülüp yüzünü yere çarpıyordu. Işığı unutmuştu; hafızasının sınırları ötesinde çırpınan kanatların korkak yankıları misali anlamsızdı artık yaşamın kaynağı. Gözlerini anımsamaz olmuştu. Dokunmak, duymak ve koklamak... Bilinçsizce kat ettiği her milim mesafede görme yetisi bir nebze daha soluyor, uğursuz toprağın yakıcı havası içinde dolaşan canlılar gibi sadece duyuyor, kokluyor yada dokunuyordu. Onlara dönüşüyordu. Tünelin onu yönlendirdiği biçimde meçhul bir süre zarfınca ilerledi. İlk uyandığında aklına sirayet eden düşünce için daha fazla hayret etmiyordu. Neyin içinde olduğunu kendisine fısıldadığı ilk anların çok gerilerde kaldığı aşikardı. Uyuşukluk ve beynin beyin ölümü bünyesinde yalnızca ilkel güdülerin ayakta kalmasına sebebiyet vermeye başlamıştı. Çaresizce var olmaya çalışan bir takım düşünce ve hisler de suyun altındaki körpe ciğerler gibi can havliyle çırpınıyordu. 'Yapmış işte!!' diye bağırıyordu giderek sönükleşen bir ses 'Yapmış işte!!' Yeniden ışık gözlerine takılınca uykulu bir halde gülümsedi. Aydınlık yine yukarıdan salıyordu tüllerini. Yumuşak bir edayla zemine düşüp üst üste biniyordu sanki. Adam üzerindeki toprak tavanın yükseldiği izlenimine kapıldı, hafifçe başının tepesini kaldırıp yüksekliği yokladı. Burada yükseklik en azından iki misliydi. Temkinli bir hal içerisinde dizleri üzerinde doğrulmaya çalıştı; beli tutulmuş, toprağa basmaktan berelenen avuç içleri acayip bir biçimde hissizleşmişti. Kendini sırt üstü yere atıp gözlerini kapadı, belki de hiç açmamıştı. Azıcık daha geniş olan mekanın içler acısı havadarlığını bolca ciğerlerine çekerken içi çarpık bir ağrıyla burkuldu.. Biraz temiz havaya kavuştuğu için gözleri yaşardı, kalbi sıkıştı ve aslında ne kadar da çaresiz bir halde olduğu benliğine koca puntolarla yazılınca tüyleri diken diken oldu. Uzaklardan bir yerlerden önemsiz sarsıntı titreşimleri gelip sırtını ürpertti. Güruh hala dolanıyordu. Dolanıyor, belki de tek başına gezinen başka insanları avlıyordu. Ama o insan yemek'ten bahsetmişti. İbrahim sinir bozukluğu ile gülümsedi. Yemek... depolamak... yaşam döngüsü... mücadele.. savaş... gelecek nesiller... neslin devamı... Bunların bir zorlama ile insanların yıkılan mantıkları üzerine zerk edilmesi ve hepsinin bambaşka, çok daha farklı canlılara dönüştürülmesi, insanları bu şekilde hayal etmek ve kendisini onlardan biri olarak görmek hem trajik bir şekilde komik hem de betimsizce dehşet vericiydi. Uzaklarda tünelleri dolanan, tünelleri açan, üst üste, alt alta; kolları bacakları birbirine karışmış, insan organlarından mürekkep mekanik bir yaratık gibi dolaşan sürü hala iş başındaydı. Tıpırtı olarak hissettiği manevraların doldurduğu ruhu birden bire endişelendi. Belki de tek başına gezinen başka insanları avlıyorlar... Belki geldikleri tünelden geri dönecekler... belki de yoldalar... belki de... Toparlandı. Benliği soğuk bir suyun altından çıkmış gibi dirilmişti. Korku, damarlarında oksijensiz bir mayhoşlukla dolanan kanı yakmaya başladı. Dikkat kesilip sarsıntıları daha iyi analiz etmeye koyuldu. Evet evet.. sarsıntılar hiç şüphe bırakmadan artıyordu. Durumuna dertlenecek vakti yoktu. Hemen etrafına bakındı; içinde uzandığı geniş mekan bir topun içi gibi yusyuvarlaktı. Karşıda dört tünel ağzı ve tepede, ışığın düştüğü bir kuyu vardı. Kuyular ve tüneller... İçsel galeyanı ona bu sefer kesinlikle diktatörlükle sarsıp duruyordu. Kuyuya tırmanacaktı. Işığa ulaşıp açlığını giderecekti. Kasların ezeli yorgunluğu, dirayetin biteviye usancı göz ardı edilecekti. Yanan gözlerini kısıp kuyunun ağzına yanaştı ve yukarıya baktı. Tepede bir ışık çemberi onu bekliyordu. Hazırdı; parmaklar ve tırnaklar toprağa saplanmak gayesiyle kaskatı kesildiler... En başta bu kadar yukarıya tırmanacağına ihtimal vermemişti. Ona doğru paldır küldür yaklaşan sürünün gürültülerini dikkatle dinlerken, bir yandan da ellerini hırsla toprak duvara saplayıp kendini yukarıya çekiyordu. Ayakları çivili birer çekiç gibi toprağı deşerek ellere eşlik edip, vücudun aşağıya doğru çekilmemesini sağlıyordu. Uğultulu bir gümbürtü, kuyunun altında binlerce filin geçişi gibi şiddetli bir velvele yarattığı vakit, adam belki de mesafenin yarısını tırmanmış durumdaydı. Bazen kuyuya açılan yuvarlak deliklerle karşılaştı. İçlerinden garip ve boğucu kokuların geldiği bu müphem oyukların nereye ulaştığını hiç merak etmedi. Kendi zavallı durumunun çürümüş hali geliyordu aklına.. Ölüp gittiği yer belki de böyle zifiri ve unutulmuş bir oyuk olacaktı. Karanlık şimdi form değiştirmişti. Yukarıdaki aydınlık çizgisel bir bütünlük içerisinde kuyuyu yalıyor, adeta karanlığın nazarında ışığın görünüşünü tasvir ediyordu. Bu ışığa güvenmek karanlığa kanmak, ahmak bir av gibi düşmanın hazırladığı tuzağa inanmak demekti. Adam elini her toprağa kenetlediğinde kafasını kaldırıp tepsi şeklindeki aydınlığa bakıyor, her bakışında havsalası biraz daha puslanıyor, havsalasının sislere boğulduğu her an ise tanımsız bir sersemlemeye sebebiyet veriyordu. Bir keresinde, yorgunluk ve eblehlik bir bataklık gibi dirayetini havasız bıraktığında, nerede olduğunu ve neden bu kuyuya tırmandığını hatırlayamadı. Ufak çaplı yeni bir deprem beyninin duvarlarına yapışmış asalak sisleri dağıtmaya yetmişti. Belli belirsiz bir ıslıktan daha duyulur olmayan bir nida benliğinin boşluğunda vınladı: 'Yapmış işte!' Kuyunun tepesi hiç yaklaşmıyordu. Ne zaman kafasını kaldırıp ışık çemberine baksa hep aynı bıkkınlıkla nefes veriyordu. Oraya yaklaştığına dair ne bir belirti ne de ümit kırıntısı vardı. Kuyunun derinliği karşısında hayrete düştü. --- Sağ el toprağa saplanır... sol el kenetlendiği yerden ayrılır... sol el yukarıya uzanır... sol el toprağa saplanır... sağ ayak vücudu yukarıya iter... sol el vücudu yukarıya çeker... sağ el kenetlendiği yerden ayrılır... sol ayak yukarıda bir yerlerde toprağa tutunur... Kim bilir kaçıncı kez aynı hareketleri aynı mekanik düsturla yapıyordu. O bunu saymıyordu. Aklı, kızgın güneşin altında kavrulmuş bir çöl gibi ufuksuz ve tepkisizdi. Kısa aralıklarla ne yaptığını unutur olmuştu. Şartlandırılmış bir kobay misali umursamaz ve korkaktı. Ta ki, yukarılardan, o ulaşılamaz kuyunun tepesinden bir haykırış duyana kadar. --- Ses en başlarda sadece bir vızıltı kadar duyuluyordu, niteliğinin dehşete düşmüşlük olduğu ise o vızıltının tüyleri diken eden habisliğindeydi. İbrahim kafasının kaldırıp yukarıya baktığında, ışığın önünde küçük bir kara nokta gördü. O kara nokta saniyeler içinde büyüdü, beraberinde haykırış şiddetini giderek arttırdı. İbrahim'in üzerinden kızıl dilli ateşler çıkmaya başlamıştı sanki. Mutlak bir hezeyanın kocaman ve yağlı ellerine düşmüştü. Kurtulma güdüsü, hislerine aşırı adrenalinden bir karışım hazırlayıp yutturdu. Kalbinin odacık ve kapakçıkları üç misli fazla çalışıyordu. Toprak duvarın yüzeyine bir solucan gibi sıkı sıkıya yapışmış bir halde etrafına bakındı; ne yapmalıydı? Bu soru her saniye tekrarlanıp duruyordu kafasında, her saniye çıldırmış bir haykırış hunharca yaklaşıyordu ona, toprağa saplanmış parmakları titriyor, kasları insan üstü bir gerilimle sertleşiyordu. İçinde birikmiş dehşet duygusunu dışarı vurabilmenin tek yolu zillet bir çığlık koparmaktı. Gözlerini sımsıkı kapatıp derin bir nefes aldı. Üzerine yapışıp kalmış rutubet ve toprak altı kokuları genzini yaktı. Yarılmış parmak uçları ve kalkmış tırnakları daha bir ölümcül zonklar oldular. Mide saatlerdir üzerinden atamadığı boşluk sebebiyle yanmaya, guruldayıp kıvranmaya başladı. Sona yaklaşma duygusuydu bu. Vücut kendi iradesini ortaya koyuyor, ruh veya mantığı kendisinden soyutlayarak delişmen bir kurtulma oyununa koyuluyordu. Şimdi, kim bilir ne kadar yüksekten üzerine düşecek olan çığlık sahibi, kendisiyle beraber onu da kim bilir ne kadar aşağılara indirecekti. Kemiklerin un ufak oluşunu hayal etti yada düşerken karnını mıncıklayacak ağrıyı... İbrahim'in çığlığıyla, ona doğru top yekun bir hüruçla saldıran haykırışın çarpıştığı o cesaret kırıcı ve kötücül anda üzerine bir titreme geldi. Ayakları boşaldı ve ellerinden asılı kaldı. Amansızca tutunduğu yerde debelendi ve çırpındı. Ayaklarını sabırsız bir şekilde toprağa vurup duruyor, ayaklarıyla yeniden toprağa tutunmaya çalışıyordu. Fakat ayağı toprak yerine, az evvel üzerinden tırmandığı bir deliğe rastladı. Zihni beklemeden yeni bir strateji belirledi ve vücudun her bölgesine emirler gönderildi. Adam birden bire ellerini bıraktı. Boşlukta bir iki saniye aşağıya doğru düştü ve o deliğin hizasına gelince ellerini boğulan bir adamın can simidini tutmaya çalıştığı gibi deliğin içine doğru uzattı. Tutunmuştu fakat bekleyecek vakit yoktu, haykırış artık her şeye hakimdi -ki bu hakimiyet adamın kafatası içindeki her bir siniri de kapsıyordu. Kuyuda aşağıya doğru düşen insanın sesi deliğin yanından geçerken, İbrahim'in tenini ikinci bir deri gibi kaplamış ter tabakasını dalgalandırdı. Tek bir ağızdan çıktığına inanmak çok güçtü bu haykırışın; birbirini bastırmaya gayret eden on veya on beş ağzın aynı anda bağırışını tasavvur etti bilemeden. Hatta o daracık ve mukassi delikte ellerini kaldırıp kulaklarını kapatmaya ihtiyaç duydu. Her şey, tam bir delilikle açıklanabilirdi ancak. Makul sınırları içinde devinen dünya sanki hiç var olmamıştı. Zamanın büyük gongu ilk kez çınladığından beridir hep dehşet olagelmişti; cinnet daima evreni kucağında tutmuş, düzensizlik gücünü hayatlar üzerine dayatıp kangren, eğri büğrü, manasız ve kuralsız bir alemi ortaya çıkarmıştı. Adamın benliği dayanması zor bir baskıya maruz kalırcasına inledi, inlemesi kulaklarını doldurup ağzında çürük bir tat bıraktı. Kapalı gözleri önünde gri ve siyah şekiller uçuşmaya, helezonlar çizerek genişleyip büzülmeye başladı. Eti içinden gelen bir dalganmayla titreşip karıncalandı. Mantığın temeli, yumuşak bir zemine oturtulmuş gibi sallanmaya başladı. Aklının çöktüğünü hissedebiliyordu. Dayanma sınırını gerilerde, karanlığın gözlerinin içinde bırakmıştı. --- Ve böyle büyük bir ivmeyle artan teslim oluşunun tetikleyicisi, şimdi kellesine birbiri ardına tokatlar atan haykırıştı. İçinde büzülüp kaldığı delikten aşağılara düşmeye başlayan haykırış... Sesi gitgide sönen, daha derinlere doğru düştükçe önemsizleşen haykırış... Aklına bir süreliğine hakim olmuş, duygularını ve davranışlarını amaçsızlık düsturuyla tırpanlamış haykırış... Burnundan dökülen kan yerdeki kaygan maddeyle bütünleşirken, halsizliğini bayılması için gerekçe sayan haykırış... Bir cellat gibi tepesinde bekleyen çileden çıkmışlığı beraberinde götürürken hiç gocunmayan haykırış... --- Ellerinin altında vıcık vıcık ve kaygan bir şeyin dalgalandığını hissederek uyandı. Başı zonkluyordu ve çevresini saran tüm iğrenç kokulara ve havasızlığa rağmen karnı çok acıkmıştı; mide çeperleri kuruyup büzülmüştü sanki. Düşüp kaldığı yerde kafasını kaldırıp gerisinde kalan deliğe baktı. İncecik bir perdeyi andıran vasıfsız bir aydınlığı bir kasnak gibi çevrelemişti. Kanını düğümleyen bir sessizlik süzülüyordu o yandan. İkinci kere ışığa ihanet etmesi gerekecekti, takati kalmamıştı. İçinde olduğu tünelin yapışkan yüzeyinde ilerlemeliydi. Yeniden emekleme pozisyonuna gelir gelmez tünelin aşağıya doğru hafif bir meyille gittiğini anladı; yavaşça kaymaya başlamıştı. İvedi bir gayretle ellerini zemine ve tünelin yuvarlak duvarlarına bastırmaya çalıştı. Duramıyordu, her tarafı aynı iğrenç maddeyle kaplanmıştı. Dengesini kaybedip yere kapaklandı ve burnu bu jölemsi maddenin içine battı, ağzına gayri ihtiyarı çok acı ve keskin bir tat doldu. Yüzünü sanki eski bir ağdaya bulamıştı. Debelenerek bir yere varamayacağını anladığı an yeniden emekleme pozisyonu aldı ve bu yokuş tünelin sonlandığı yerde en az hasarla durmayı ümit etti. Artık hızı nebze nebze artarken kalbinin atışlarını kontrol edebilmeli ve birdenbire kontrolünden çıkan hatıralarını yeniden kaçtıkları yere sokabilmeliydi... --- "Evet? Nasıl buldun?" "Her zamanki gibi. Çarpık hayal gücünün karamsar betimlemeleriyle dolu." "Yani?" "Yanii.. Böyle şeylere kafa yormaktan usanmıyor musun? Muhteşem bir anlatım yeteneğin var ve sen kabiliyetini böyle abuk şeyler içi harcıyorsun." "İyi ama bunları da anlatan birileri olmalı." "Neleri anlatan? Bunları senden başka bilen yok ki. Bunlar senin kafanın içinde türettiklerin." "Gerçek'le dalga geçmem seni rahatsız ediyor değil mi?" "Önemli olan benim rahatsız olmam değil." "Ne peki?" "Kendini hayal dünyana giderek daha fazla hapsediyorsun. O enfes yazı tarzını sadece değersiz ve dikkat çekmeyecek zırvaları yaratmak için harcıyorsun." "Zırvalar?" "Özür dilerim. O manada söylemedim. Sen ne demek istediğimi anladın." "Hayır anlamadım. Kafanın içine sokuşturulmuş kaideleri bir kenara bırakamadığından başka hiç bir şey anlamadım maalesef." "Öyle olsun. Maharetini istediğin gibi harcayabilirsin. Bu karanlık han odasında yaşamdan kaçabilirsin. Hayatını istediğin gibi mahvedebilirsin." "Hayatım mı? Ah, ne kadar boş konuştuğunu bir görebilsen. Hayatımmış.. Senin inanmak istediklerin bana uymuyor dostum. Bu hayat ne yazık ki benim değil." "Kimin öyleyse?" "Senin ve herkesin hayatını elinde tutanın." "Tanrı mı? Tanrı'dan mı bahsediyorsun şimdi de? Bunların hepsinin suçunu ona mı atıyorsun?" "Hayır, düşündüğün manada kimseyi ve hiçbir şeyi suçlamıyorum. Kaderden bahsediyorum. Kader dediğimiz işin aslında çok komik bir düzenek olduğunu söylüyorum. Hayatım benim değil, hayatın senin değil. Hepimizin hayatı uzun bir ip gibi. Bir ucu boşlukta, diğer uçlar bir düğüm atılarak bağlanmış." "Bu da ne demek?" "Okuduğun hikaye örneğin. Ne anladın ondan?" "Hiçbir şey! Sadece toprağın içinde deli danalar gibi koşuşturan ve kraliçeye hizmet eden yaratıklardan bahsediyordu. Bir kurgusu bile yok." "O yaratıkların ne olduğunu tahmin edebiliyor musun?" "Elbette. Karıncalar gibi koşuşturup duran insanlar onlar. Bunu anlamak o kadar zor değil. Sen insanlardan oluşmuş bir karınca çiftliği yaratmışsın." "Ha ha.. Bravo! İşte ip bu noktada kopuyor." "Yani?" "Evet yani sen bunların olmadığına, kafamda tasarladığıma inanıyorsun." "Başka türlüsü mümkün mü? Allah aşkına makul ol biraz! Bunu kafanın içi dışında nerede tasarlayabilirsin?.. Bu.. bu.. Allah'ın belası kraliçe gibi binlerce çocuk doğuran bir insan olabilir mi?" "Bu dünyanın silinmek üzere olan sınırları üzerinde gezinen bir ahmaktan fazlası değilsin sen. Biz her zaman böyle miydik? Medeniyetin binlerce yıl süren evriminden önceye ve oranın kadim anılarından de geriye gittiğinde ne bulursun biliyor musun? Toz ve toprak içinde çırpınan ve sonunu bekleyen günahkarlar seni bekler. Suçları sadece kanmaktır. Şeytanın akıllarını çeldiği binlerce çift Adem ve Havva... bünyelerindeki eksikler yaratıma şekil vermiştir. Ta ki mükemmel Adem ve Havva yaratılana kadar." "Söylediklerinde bir mantık hatası var. Adem ve Havva şeytana uydukları için dünyaya gönderildiler. Yani en son çift diye bir şey olamaz." "Anlatılan bu. Senin minik beynine her şeyi sunacak değiller. "Ve onlar Yüce bir güç tarafından yazılmamış kaderlerine terk edildiler. Başka bir alemde, başka, yoz ve bakımsız bir dünyada yaşama mahkum oldular." "Hadi diyelim ki bütün söylediklerine inandım. Şöyle bir soru oluşuyor o zaman kafamda." "Sor bakalım." "Sen bunları nereden bilebilirsin ki?" "Fazla meraklıyım ve senin sandığının aksine bu karanlık han odasında yaşıyor değilim. Anlam veremediğin ama kesinlikle bildiğine emin olduğun bir şey varsa, zaman bir biçimde seni haklı çıkarıyor." "Ve?" "Bir kitap. Her şeyin sırrı bir kitap. İlksel insanların dünyadaki geçmişlerine dair, birinci el tarafından yazılmış bir kitap." "Onların başka bir yerde yaşadığını söylemiştin." "Hala da öyle zaten. Lakin gizemli şekillerde girişilen yolculuklar tarih boyunca hep yapılmış." "Kitapta bunlar mı anlatılıyordu?" "Kesinlikle." "Ve sende oraya gittin." "Kaçırılacak gibi bir fırsat değildi." "Hikayen orada gördüklerin üzerine öyle mi? Yani bir kerede bin çocuk doğuran kraliçe, toplayıcı avcı insanlar, tüneller, yeraltı, fersiz güneş ve savaşlar!" "Zamanla kolonileşmek o kadar da saçma bir şey değil. Savaşıyorlardı... yemek için, nesillerinin devamı olan çocukların korunması için ve bölgeleri için. Bu, onları orada yok olmaya terk eden semavi makamlar için beklenmedik bir durumdu. Yok olmaya terk edilen günahkarlar hayatta kaldılar. Ve ipler burada kördüğüm oluyor işte!" "Hangi ipler?" "Hayatımızın ve kaderlerimizin ipleri. Biz geliştikçe onlar ilkelleşiyor. Yada onlar ilkelleştikçe bir gelişiyoruz. Yok olmadıkları için, bizim için tasarlanmış hayatlara ortak oldular." "Ha ha ha! İşte bu son lafından daha fazla zırvalayamazdın. Ben de oturmuş ciddi ciddi dinliyorum seni.!" "Peki ala dostum. Görmek inanmaktır." "Ne.. ne .. ne demek isti..." --- Şimdi giderek artan hızı yüzünden ağzına ve göz kapaklarının altına kirli ve iğrenç kokulu hava doluyorken son bir kez başına geleni hayretle itiraf etti : 'Yapmış işte! Beni çılgınlığın tam ortasına göndermiş!' Tünel dikleştikçe elleri karıncalanmaya başladı; el ayaları altında akıp gidiyor izlenimi veren sümüksü kaygan madde istenmeyen bir gıdıklanma hissi uyandırıyordu. Düşüşün bitmeye yakın olduğunu hissediyordu. Çünkü delişmen bir ivmeyle artan hız yüzünden karnına tonlarca ağırlık basıyor gibiydi. Aşağıya özlemle inen oyuk sağa sola kıvrılıyor, birdenbire dik bir açıyla aşağıya bükülüp sonra yeniden yukarıya kıvrılıyordu. İbrahim oyuğun içinde, onun kıvrımları arasında dört bir yana savrulup her yanını bereliyor, kanatıyor ve elinde olmadan çığlıklar atıyordu. Tünel, zavallı adamın kalbini şişlerle delik deşer eder gibi ansızın bitiverdi. İbrahim bir müddet havada irtifa kaybetmeden uçtuğunu fark edemedi. O esnada aklı etrafında gördüklerine hayretle sabitlenmişti. Kocaman, koskocaman yuvarlak bir mekana dalmıştı. Duvarları ve tavanı köşesiz bir biçimde birleşiyor, bir kürenin iç çeperlerini andıran simetrisiyle algıyı hayran bırakıyordu. Kapkaranlık çeperlerde belki binlerce benek benek ışık yanıyordu; beyaz ve soğuk ışıklar. Mekanın içi sokak lambalarının altında üşüyen ıslak ve büyük bir otopark gibi sevimsiz ve sıkıcıydı. Ama İbrahim yöneldiği ışığın buradaki taklide benzer ışıklar olmadığını biliyordu. Nerede olduğunu da biliyordu; aynı anda havada süzüldüğünü ve metrelerce aşağısında cıvık bir kaynaşmanın hiç sonu yokmuşçasına devam ettiğini de gördü. Zeminde, tam ortada devasa bir kütle duruyordu. Tepeden bakıldığında iç içe geçmiş simitler gibiydi, İbrahim en küçük ve en tepedeki simidin içinden fırlamış kalın ve etli kolları apaçık gördüğünde çıldıracak gibi oldu. Ölçeği abartılı eller, ağır ağır ve itinayla en dıştaki simidin üzerinde geziniyor, görkemli bir ağırlıkla havaya kalkıp havada daireler çiziyordu. Kat kat yağ kaplamış gövde dalgalanıyordu. Bu metruk ve aşırı irileşmiş kütle kraliçe miydi? --- Beden, son hayret nöbetinden dolayı sersemlemiş beynin uyarı merkezlerine bir türlü ulaşamaz. Tüm geçişler gerçek dışılığın gardiyanlarınca tutulmuştur. Felakete yaklaşan benlik değildir sanki. Halbuki hızla yere doğru inişe geçilmiş uçuşun sonlanışı, eğer illa ki baygın bir havsalanın eline bırakılırsa, içler acısı bir son beklemektedir faniyi. Adam havada daireler çizmeye başlar. Zemin giderek yaklaşmaktadır. Şeytani bir biçim gözün talihsiz çerçevesinden içeriye sızar. Garabet bir çamur tepesi... sinir bozucu bir devasalık... korkutucu bir salınım... sinir nöbetlerine sebep ebleh ve yayvan bir surat... üst üste, alt alta, parlayan ve mızıldayan asimetrik insansılar... hayalgücünü parçalayan tiksindirici, boğuk ve ıslak bir ses... gözün çerçevesine saldıran en betimsiz görüntü... kraliçenin arkası... damlayan sıvılar ve ardı ardına düşen ceninler... Düşüş yumuşak olmuştur... bir su yatağının üstünü andıran yavaşlatıcı bir zeminin kucağına düşülmüştür. Neler olduğunu kavrayamadan üşüşen ellerin yoklayıcı ve meraklı dokunuşları... Karlı zirveler kadar ürpertici bir korku... Ellerin giderek ısrarlı ve sahiplenici yoklayışları... Kurtulamamanın isyanıdır azap eden ruha... Eller çekiştirir dört bir yana... Şirretler korosunun uğultularını bastıran tek ve bariton bir böğürtü duyulur... Ellerin titrediği hissedilir kireç beyazı kesmiş tende... Saniyesinde ellerin üzerine bir yere yönlenir beden... Ona gitmektedir... Çırpınmak bir işe yaramaz... Eller bedeni hızla menzile yetiştirmek ister adeta... Böğürtü kafatasının boşluklarından çıkmak bilmez adeta, zorla zaptetmiştir köşe bucağı... yığılmış yağ kütlelerini içinde tutan gergin derinin dibine gelinmiştir şimdi... Buz gibi bir ışık bakar kraliçe denen yaratığın kapkara ve terli bedeni arkasından. Böğürtü susmuş, mızıltılar bitmiştir... Tek bir gürültü rahatsız eder kulakları, kemer kemer yığılmış göbeklerin üzerinden bir ova gibi dümdüz ve şişkin bir kadın suratı yaklaşırken; ardı ardına doğan ceninlerin düşme sesi!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |