En tatlı sevinçler, en hiddetli kederler sevgidedir. -Pearl Bailey |
|
||||||||||
|
... “ Helal olsun!” “ Helal olsun!” “ Helal olsun!” ... Musalla taşında bekleyen, yeşil örtülere bürünmüş uğursuz tabuttaki adamı, avludaki herkes tanırdı. Büyük mermer avluda bekleşen, saf tutmuş bir avuç adam ve berilerinde karalara bürünmüş, kızarık gözlü kadınlar, beraberce yas tutuyorlardı. Sıcak bir havada, uzun servi ağaçlarının gölgelerini bahşettiği cami avlusunda, hocanın yanık duası yankılandı. Bahçenin dışında araba gürültüleri ve insan telaşının yegane homurtuları vardı. Bizden başka kimse üzülmüyordu. Gelip geçiyordu herkes; başka bir caminin önünden geçmek, başka bir cenaze törenine kayıtsız kalmak için belki. Durup fatiha okuyanları gördüm. Onlar, ailesine sabır, rahmetliye af diliyor olmalıydılar. Musallanın başında, ellerini göbeğinde birleştirmiş duran adam Vahdet Amca’ydı. Çökmüştü. Artık karanlıklara gömülmüş bilincine aldırmıyordu. Ayakta zor duruyorken, içten içe ettiği isyan, yüzündeki dayanılmaz acıya çarpık bir şekilde yansıyordu. Artık bir hayatı kalmamıştı. Kayıpların en gaddarı başına gelmişti ve dünyanın tüm kahırları, alevler içinde kalbine dolup taşıyordu... tabutta, Vahdet Amca’nın oğlu yatıyordu: kuzenim Kadir. Vahdet Amca’yı seyretmek, içimde mahveden bir kırıklık peydahlıyordu. Kendi yasımla beraber onun çaresiz üzüntüsünü hissetmek çok zor, çok nahoş hisler uyandırıyordu. Ara sıra, yere diktiği boş bakışlı gözlerini, saf tutmuşların arkasına, siyahlar içinde kararmış kadınların tarafına kaldırıp, karısına, Şevkiye Teyze’ye bakıyordu. Ancak yüksek oranlarda verilen sakinleştiricilerle buraya gelebilen Şevkiye Teyze bir yere oturtulmuştu; yığılıp kalmıştı oraya. İki yanında ona destek verenler olmasa mermerin üstüne çoktan yıkılırdı. Oturmayı ya da sarsakça yatmayı önemsemiyordu. İki gündür kendini mahvediyordu. Ölen oğluna ağıtlar yakıyor, haykırıyor, çılgın gibi ağlıyor; kendini oradan oraya atıyor, her şeyi parçalıyor, herkesi hırpalıyordu. Kadının acısına ortak görünmeye uğraşan eş-dost- akraba, azimle onun yanında durup, krizi atlatmasını bekledi... Lakin cenaze gününe kadar deliliği hiç sönmedi Şevkiye Teyze’nin. Oğlunu bulduğu duvarın dibinden asla ayrılmıyordu. Kadir’ in cansız vücudunu almak için gelenlere vahşice saldırmış, ikisinin suratında ciddi çizikler bırakmıştı. Avluda oturan Şevkiye Teyze’nin gözleri cansız bir ışık içinde yüzüyordu; iki gündür çılgınlık ve kahır arasında gidip gelen bakışları sökülüp alınmıştı sanki. İki gün boyunca Vahdet Amca’yla ayrı kaldılar. Vahdet Amca iki gün ortalarda görünmedi. Şimdi adamın, içindeki isyanla, oğlunun kaderini paylaşma oyunu oynadığını ancak tahmin edebiliyorum. Ya ölümün dahi dindiremeyeceği acısı için ölümü kurcalamak cazip değildi, ya da günah korkusu, ‘nefsim’ dediği kapalı kutuyu kilitlemişti. Hiçbir şey yapamamış olduğu için suçlu gibi sinmiş duruyordu. Orada, saf tutmuşların arasında beklerken, kendi derdimle de cebelleşiyordum. Sakin ve yaslı tutumumun bastırmakta zorlandığı buhran, onu kimseyle paylaşamayacak olmamın ağır gerçekliğiyle bana meydan okuyordu; anlatsam da anlatmasam da beni ele geçireceğini biliyordu. Ama belki de, yıkılmış bir şehrin son kahramanı gibi davranmalı ve kafamda bekleşip benimle alay edenlerle yüzleşmeliydim: konuşmalıydım. Fakat o zaman, tabuttaki talihsiz Kadir için duydukları üzüntüye eş bir nefretle beni yargılarlardı. Sakın sizde aynı yanılgıya düşmeyin ve yazdıklarımı okumadan karar vermeyin. O’nu ben öldürmedim. Allah’ım! Bunu düşünebilmek bile beni mahvediyor ve sizin böyle bir olasılığı aklınızın kıyısından dahi geçirmiş olduğunuz zannına kapıldığımda, o zaman bunları neden yazdığımı sorguluyorum... Yine de fark ettim ki, benim sunulacak kanıtlarım olmasa da, manen çökmüş benliğimin tek çıkış kapısı bu yazı olacak; bu itiraf... Dediğim gibi onu ben öldürmedim, ama son sözlerini benim yanımda söylemişti. Ve şimdi tabuta omuz verenlerden biri de ben iken, tahtanın damarlı ve kuru dokusunun ardından duyduğum iki kelimeydi son sözleri: “ Bul onu!.. Bul onu!” Ensemdeki tüm sinirler karıncalanmıştı. Ahşap kutunun, taşıdığım tarafından belli belirsiz sarsılmasına neden olan ürpertimi hemen bastırdım. İyi değildim ve üzüntüyle gerginlik arasında aval aval geziniyordum; hiçliğin çölünde kabussu seraplar görüyordum. O an tüm bildiklerimi unutmak ve kaybımın acısını hissetmek için olanca gücümle uğraştım. Ne garip değil mi? Lakin yeşil cenaze arabasına ilerleyen minik kortejimizde, tanımadığım akrabalardan biri gelip, yerime geçmek için elini uzattığında, yeniden ensemdeki uyuşma ortaya çıktı. Akıl almaz tınısıyla eşsiz bir fısıltıydı; bitkin, endişeli ve korkmuş bir fısıltı: “ Bul onu! Bul onu!” Kadir’ i, öğle namazına müteakip toprağa verdik. O kadar zordu ki! Vahdet Amca’nın şaşkın ve yıpranmış yüzü, tahtaları çatarken de değişmemişti. Beklenmedik kaybının sebebini doktorlardan duyduğundan beri böyleydi. Yirmi iki yaşında bir genç, şimdiye kadar hiçbir sağlık problemi yaşamamış, dinç ve kuvvetli oğlu kalp krizi sonucu vefat etmişti. İnanmamaya çalıştı, sanki oğlunun kalp krizi geçirmesinin saçmalığını ispatlarsa onu geri kazanabilirdi. Israrla reddetti gözlerimin önünde; hastane koridorlarında duvar diplerine tüneyip hırıldanıyor, doktorlarla durmadan konuşuyor, acısını dağlamadan edemiyordu. Sigara üstüne sigara içti, yanında bekleyen kimseye aldırmadı ve o sabah ortadan kaybolup, cenaze gününe kadar sırra kadem bastı. Ben de hep hastanedeydim; Vahdet Amca’ nın yanında hastane havasını soluyordum. Ben, uygun bir an bekleyendim; her şeyin doğru olduğunu hissettiğimde, sadece vahdet Amca’yla ben kaldığımızda ona bildiğim gerçeği söyleyecektim; ‘ Kadir’ i kalp krizi öldürmedi, Kadir...’ Korkaklığım kalın bir bant misali ağzıma yapışmıştı. Sustum... Şimdi o lanet olasıca güne yeniden dönmeme sebep olacak olsa da, hepsini yazıya dökeceğim. Çünkü kefenin sıyrılan tarafından Kadir’ in kaskatı kesilmiş, hayretler içerisindeki bembeyaz suratı, gözlerimden içeriye sızıp beynimde buzlu iğnelerle kendi resmini çizdiğinden beridir, ruhumu huzura erdirmek için çok sayıda şey denedim. Ve hiç birinden burada bahsetmeyeceğim... Sanırım 18 Temmuz’du. Haseki tarafında, hastanenin yukarısında, dar bir sokağın sonunda eski ahşap bir evdir Vahdet Amca’ların evi. Samimi ve sıcak bir muhittedir. Herkes birbirini tanır, her şey paylaşılır. Orada güneşin ışığı daha canlı ve daha sıcaktır sanki; ya da bana öyle gelirdi... İşe gitmemiş, Beyazıt otobüsünden inerek Haseki Hastanesi’nin bayırından yukarı tırmanıp, Kadir’lerin evinin önüne kadar mutlu mesut yürümüştüm. Kapıyı Şevkiye Teyze açtı. Elini öpüp hal hatır sordum ve ‘Kadir evde mi?’ dedim. Yukarıda odasında olduğunu söyleyen Şevkiye teyze, giriş salonunun arka tarafındaki mutfağa seğirtti. Kadir’in kapısını tıklattım ama, cevap gelmedi. ‘ uyuyor’ dedim kendi kendime. Usulca kapıyı açıp –daha önce pek çok kereler yaptığım gibi- içeri süzüldüm. Perdeler sıkı sıkı kapatılmıştı; ne ışığı ne de havayı içeriye sokuyordu. Loş bir ışıkla ve sigara kokan havayla dolu odada parmaklarımın üzerinde yürüdüm ve pencereye ulaştım. Perdeleri aniden açtım ve arkamda sıkı bir küfür edildiğini duydum; sürgülü pencereyi yukarı kaldırıp temiz havayı içime çektim. Aynısını yapan Kadir titredi ve yorganı yeniden kafasına çekti: “ Ulan uykumun içine ettin!” “ Ne uykusu bu beyim? Öğlene kadar uyunur mu hiç?” “ Bal gibi uyunur... Bak aynen şöyle!” yattığı yerde yuvarlanıp sırtını bana döndü ve boğulurmuş gibi horlamaya başladı. Bir süre küfürleştik ve en sonunda kahkahalara boğulup yataktan kalktı. “ Tamam tamam” dedi miskin suratını ekşitip, “ anneme söylesene bize kahvaltı hazırlasın. Midem kazınıyor...” “ Kahvaltıyı sabah kalkanlar yapar oğlum! Sana kötek... yani gödek yedirsek!” “ üff! Amma uzattın ha.. kalktık işte değil mi? Dün gece biraz geç yattım zaten.” Sanki keyfi kaçar gibi olmuş, hemen sonrasında genişçe esneyip ensesini kaşımıştı. Ben odadan çıkarken ağzına neşeli bir şarkının melodisini oturtmuştu. Şevkiye Teyze’ye kahvaltı beklentisi içinde olan Kadir’in havadislerini getirdiğimde, mutfak soğan ve domates kavurması kokularıyla ayılıp bayılıyordu. Şevkiye Teyze hemen işini bırakıp, biricik oğlu için kahvaltılıkları hazırlamaya başladı; otlu peynir, biberli yeşil zeytin, kaşar; domates, biber, salatalık; vişne ve böğürtlen reçeli, bal ve fırında yeniden ısıttığı ekmek. Çay bardakları ve tabakların tıkırdamaları ve çınlamaları içinde mutfaktan çıkıp merdivenlere yöneldim. Kapıyı açınca Kadir beklenmedik bir tepkiyle irkildi. Çalışma masasının çekmecelerini karıştırıyordu; kaşları burnunun üzerinde birleşmişti ve şakaklarına ter damlaları oturmuştu. “ Ne arıyorsun?” diye sordum önemsizce. Kadir’in biraz sıkıntılı olduğu belliydi, ama başa çıkabiliyordu. “ Hiç...” dedi, bakışları az önce karıştırdığı çekmecede kalmıştı. Sonra gözlerime baktı, “ hiç. Bir kağıt parçasına bir not yazmıştım, onu arıyorum. Şuraya koymuştum ama...” yeniden çekmeye doğru eğilip içindeki kağıtları, kalemleri, cdleri ve disketleri alt üst etti. Sonra alt çekmeceye baktı, sonra en alt çekmeceyi hafif bir sinir dürtüsüyle araştırdı. Bir sigara yakıp açık pencerenin yanında durdum. Çekmece şiddetle yerine ittirildi ve içinde yalpalanan her şey, can sıkan bir tıkırdama yarattı. Kadir nefes nefese kalmış, burnundan soluyordu. Gözleri çekmeceden bir türlü ayrılmadı, beynini hatırlaması için zorluyor gibiydi. Saatine baktı, “ S...tir!” dedi sıkıntıyla. “ Bir sigara versene!” artık sıkıntısını sığdırabileceği bir yer kalmamış gibiydi. Sigara ağzında tir tir titriyordu. Bir nefes çekip pencereden dışarıya üfledi. Hala ısrarla hatırlamaya çalışıyordu. “ Ne oluyorsun oğlum?” “ Bir kağıt arıyorum dedim ya! Bulamadım Allah’ın belasını!” sesinde tuhaf olan bir ürperti vardı. Odasının her milimini bakışlarıyla taramaya başlamıştı. “ Çok mu önemliydi?” saçma sapan bir soruydu belki, ama konuştukça anımsar diye düşünmüştüm. Ve Kadir’ de boş laflar ettiğimi anlamış gibi uzun ve anlamsız bir ‘ çok...’ çekti. Sigaranın izmaritini dışarıya atıp masasına oturdu ve dün geceyi canlandırmaya başladı; konuşurken bana mı yoksa hesap vermesi gereken birine mi anlattığı muğlaktı: “ Yemeğimi yiyip odama geldim ve sunumumu hazırladım...” sol elini telli bir dosya içinde istiflenmiş kağıtların üzerine koydu, “ sonra...” sustu ve masasındaki kapağı açmak için yönelen eli olduğu yerde durdu. Benim varlığımı hatırlamıştı, bu kısmı içinden söyleyip başını salladı, “ evet... sonra bakkala gidip sigara aldım ve yeniden oturdum, teybi açtım- şimdi açmamıştı-...” bu andan sonra sadece kendi içinden bir şeyler söyleyip sadece ‘evet’ lerle kendini onaylamaya başladı. Şüpheyle onu gözlediğimin farkındaydı, ama buna aldırmıyordu. Gözlerini takip ettiğimde, yaptığı işlerin masa üzerindeki konumlarına baktığını anladım. Yeniden o kapaklı bölmeye baktı, sonra en üst çekmeceye ve teybine göz gezdirdi. En üst çekmeceyi bir daha açtı. Artık öfkesi çığırından çıkmıştı, çekmecenin içinde ne var ne yoksa ortalığa savuruyordu ve burnundan endişeli nefesler alıp veriyordu. Birden bire çekmeceyi tutup yatağın yanındaki duvara savurdu ve keskin bir çarpma sesi odayı çınlattı. Kadir başını elleri arasına almış masasının üstüne bakıyordu. Köşeye sıkışmışa benzer bir hali vardı, neyin onu köşeye sıkıştırdığı ise muallaktı. Konuşmaktan korkarak yanına yanaştım, elimi omzuna koydum. Elleri arasındaki başını, olumsuz anlamda sallamaya başladı. “ Onu bulmam lazım... nasıl unuturum nereye koyduğumu? Aptal Kadir, hatırlasana be!!” bir iç sorgulamaya şahit olan ben, ne olduğunu bile anlayamadan bekliyordum. Bilinmezlik içine tedirgindim ve afallamıştım. “ Belki yere düşmüştür” dedim bir ümit yaratmak adına. Kadir doğrulup ilk önce bana, sonra saatine baktı. Çarpık bir gülümseme ile başını sallayıp ‘ belki’ dedi ve yerdeki halının üzerinde aranmaya başladı. Derken kapı çalındı. Şevkiye Teyze pazara çıkacağını ve kahvaltıyı masaya bıraktığını söyledi. Kadir’in baştan savma ‘tamam’ı çok can sıkıcıydı. Şevkiye Teyze tahta basamaklardan indi ve dışarıya çıktı. Doğrusu Kadir’de gördüğüm garip değişimi ilk başlarda önemsemedim; lakin saniye saniye kararan ve deliren sızlanmaları, vahşi bir hayvanın açlık hezeyanlarına dönüşüyordu. Tüm zemini karış karış aradık fakat bir izmarit ve ölü bir sinekten başka bizi bekleyen herhangi bir şey yoktu. Kadir’in gözleri kocaman açılmıştı; baktığı yere bakmadığı kesindi. Deliliğin marşları içinde çalınmaya başlamış gibiydi. Yürek burkan sızlanmalarına hırıltıları ve akıl almaz sabırsızlıktaki sayıklamaları da eklendi. Ve bunlar günler içinde olmadı; sadece kırk beş dakika. İşte, gerçeğin yaklaşan hükmüyle başa çıkmayı başaramayan Kadir’in savunması deliliğe sığınmak olabilirdi. Böylece acının veya ruh kurumasının iğrenç sonuçları üzerine yazılırken, hiç birini fark etmeyebilirdi. Sayıklamalarını duydukça gözlerim yanmaya başlamıştı. “ Masanın arkasına... tabi ya.. masanın arkasına düşmüştür o salak!.. oraya bakmadık değil mi?.. masanın.. masanın arkası... kesin orada... kesin...” Kadir engellenemez biçimde titriyordu. Yerde masaya doğru emeklerken bir iki kere vücudu sarsıldı. Korkunç bir çarpıklık içindeydi. Acıyor ve korkuyordum. Bir kere daha ‘ ne oldu?’ dememe yüreğim el vermedi. Sadece dehşetle seyrediyordum... Masayı ayağından tutup kendine doğru çekti ve sürünerek, duvarla masa arasında kalan boşluğa sığıştı. Elleri kör gibi döşemeyi yokluyordu aceleyle. Ve durup masa ile duvarın arasına kendini bırakıp bekledi. Dizlerini karnına çekip elleriyle bacaklarını toparladı. Cenin gibi yatarken hala söyleniyordu; pes etmiş, sonunu kabul etmişti sanki... sesi yılgındı: “ Ama nereye koydum ki?.. her yere baktım. Bakmadım mı? Çekmecelere, masaya, yere... her yere.” Bir enerji patlamasına maruz kalan vücudu aniden dikildi ve Kadir gülümseyerek ‘ tabi ya!’ dedi. Fakat öğlen ezanının şad içindeki yankısını duyduğumuzda, yüzüme konan ümit ve gülümseme dondu. Bir çığlık attım ve yatağın yanındaki duvara doğru kaçtım. Tanrım! Sadece çığlık atabiliyordum, gözlerimdeki yanmanın çaresini umursamadan o tarafa göz kırpmadan bakıyordum. Karnıma saplanan binlerce sancı sadece bir başlangıcı haber veriyordu: duvarın içinden bir el çıkmıştı!! El, kola dönüşmüş, dirseğinden kıvrılarak Kadir’in boğazına yapışmıştı. Zavallı Kadir sadece inledi ve suda boğuluyormuş gibi sesler çıkardı. Ellerini onu sıkan kolu tutmak için uzattı, ama kol tutulmuyordu. Kadir çılgınca açılmış gözleriyle bana bakıyor, olağanüstü bir plansızlıkla ellerini, kollarını ve bacaklarını sallıyordu. Her seferinde açılan ağzından, dünyalar dolusu gürültü çıkabilirdi, duyulan ise tıslayan ve boğulan hırıltılardı. Ben diğer duvara yapışmış, bu sahnenin içinde nedense kendi ölümümü görerek inliyordum. Titrememek elimde değildi. Kol, boğazından kavradığı Kadir’i yukarı kaldırdı. Artık Kadir, engellenemez bir şekilde boğuluyordu ve o melun elin iğrenç beyazlığı duvarın üzerinde dokusuz bir iz bırakıyordu. Gergin oda kan kırmızı nefeslerle dolmuştu. Kadir çabalamaktan ve çırpınmaktan yorulmuş bekliyordu. Gözlerindeki fer sönmüştü, ama hala münasebetsizce bana bakıyordu. Kol Kadir’e acımadan, talihsiz vücudunu tüm duvar boyunca oynatıp durdu. Kah yukarıya çıkardı, sağa ve sola çekti, kah aşağıya sürtüp duvarda daireler çizdi. Nedensiz hareketler ya da bir hayaletin içi boş öfkesi gibiydi. Ama Kadir’ e baktığımda bunun böyle olmadığını gördüm, çünkü o bunu bekliyordu. İşte o zamanlardan birinde-yani Kadir’i yere ittiğinde- Kadir bir an nefes aldı, ve taştan bir heykel gibi olanları izleyen bana doğru seslendi, ama söylediği şiddetli bir yukarı çekişle yarım kaldı: “ Kitap...” Umurumda değildi. Hiçbir şeyi duymuyor, hiçbir şeye tepki vermiyordum. Acı ve dehşet benliğimi boğazlıyor gibiydi. Putlaşmış ve kırılmayı bekliyordum. Ve son kez Kadir’in canlı gözlerini, çılgın bir edayla açılmış olarak bana bakarken gördüm. El onu ensesinden bir kedi yavrusu gibi tutup duvardan ileriye, masaya doğru uzatmıştı. Kadir bir süre havada asılı kaldı. İçin için ağlıyordu ve bunun ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ölümün bir adım ötede durduğunu bilmenin manasızlığı çok vurucu ve algı dışı bir gerçekti. Kadir’in göz yaşları metanetle yanağından süzülürken, o gözlerden yansıyan buydu. Başını kaldırdı ve kol onu duvara çarpmadan bir an önce bana haykırdı: “ Onu bul!.. Onu bul!”... ...Bulmuştum. Bu sabah. Masanın üstündeki kapaklı bölmede saklanmış bir kitap ve içine sıkıştırılmış bir kağıt parçası- daha doğrusu şerit-. Üzerinde eciş bücüş köşeli pek çok sembol yan yana gelmişti ve hiçbir anlamları yoktu. Fakat kitabın en başında, bildiğim harflerle yazılmış bir not vardı. Çok uzundu ve eğer bunlar başıma gelmemiş olsaydı, yazılanların saçmalıktan ibaret olduğunu söylerdim... Biraz önce, Kadir’in inatla arayıp bulamadığı kağıt şeridi kül tablasında yaktım. Kitapta, arasında bulduğum sayfaların üzerinden kopyalanmıştı. Fakat hangi menfur günah için kullandığını bilmiyorum, hatta düşünmek bile istemiyorum. Bu işe daha fazla bulaşmadan kitabı da yakacağım; çünkü içinde bulduğumu söylediğim notta öyle yazıyor. Kalbimde daha önce hiç tatmadığım bir merak içinde kitabı saklamam gerektiğini hissetsem de, karşı çıkılması gereken her şey adına, tüm günahlarımın affedilmesini umuyorum. Çünkü eylemin sonunda beni neyin karşılayacağından emin değilim. Bu gece, duvardan uzakta yatacağım...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |