Edebiyat yaşamın öncüsüdür, onu öykünmez, ona istediği biçimi verir. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
“Ben reklamcıyım.” ; bana mesleğimi her sorduklarında ardından özür dilemek istiyorum. “Evet, ben reklamcıyım; ve yaşanan sosyo- psikolojik bozuklukların, çocukların ailelerine yaptıkları baskıların, halkın kişilik çatışmalarının sorumlusu kısmen benim; özür dilerim...” Böyle olsun istemezdim aslında, ben sanıyordum ki ürünü alıyorsun, faydasını azıcık parlatıyorsun, içine biraz mizansen biraz hayal gücü katıyorsun sonra da servise sunuyorsun. Zaman geçtikçe yaptığım işin, başkaları yerine hayal kurmak olduğunu anladım. Mümkünse insanların en zayıf yanlarını yakala, orayı harekete geçirecek düğmeye bas ve ürünü almalarını sağla...Kural bu! İşin bu olunca psikolojiden, sosyolojiden, biolojiden, matematikten ve yaşam formunu ilgilendiren tüm konulardan haberdar olman gerekiyor. O ilanda neden kırmızı kullanmak gerektiğini Monet biliyorsan ancak anlayabilirsin ve/veya psikolojide, kırmızı rengin bulunduğu ortamda insanların daha fazla yemek yeme isteğiyle dolduğunu bilirsen. İlk zamanlar eğlenceliydi ne yalan söyleyeyim, focus gruplar ( 8-10 kişiden oluşan insan gruplarını, bir odaya doldurmak suretiyle fare muamelesi yapmak) , gazetelerde, tvde yayınlanan katkım olan reklamlar, dergilerde çıkan adlar, sektörde tanınmak vs. Dünyanın en önemli işini yaptığımı falan düşünürdüm. Biolojik saat bir gün gelir vicdanını dürtmeye başlar. Yaş 25 itibariyle annelik içgüdüleri yükselmeye, yolda gördüğün çocukları sahiplenmeye, sokak çocukları için ağlamaya başlarsın. Tecavüz, ensest, taciz gibi kavramlara gereğinden ( dozajı herkese göre değişmekte) fazla tepki göstermeye başlarsın. Bu yaşımla birlikte ben de mesleğimi sorgulamaya başladım. Çünkü elime her gün gelen gazete haberleri, tv programları gençlerin giderek vahşileştiğinin, acımasızlaştığının kanıtları. İşim neden, nasıl diye sormak benim. “Neden bu çocuklar şiddete eğilimli?” , “ Neden Coca-Cola içiyorlar?” , “ Nasıl izliyorlar televizyonu, yatarak mı, arkadaşlarıyla mı, aileleriyle mi?” Cevaplar sinir bozucu olmaya başladı giderek...Çünkü sonunda gelip dayandığım nokta, dolaylı yoldan bile olsa benim mesleğimle ilgiliydi. Fare muamelesi yaptığım çocuklara neredeyse, “Takmayın marka falan, hepsi Bursa’da üretiliyor işte. Hem de en fazla maliyeti -2- 3 $ bu çulların!” demek geliyor içimden. Son nokta sanırım gazetede okuduğum haberle oldu: 8-10 yaşlarında 4 çocuğun, sınıf arkadaşları olan bir kıza tecavüz etmeleri, sonrasında bunu öğretmenlerine söyleyen 8 yaşındaki erkek arkadaşlarını dövemeleri ve ağaca asıp ölmesini beklemeleri ile ilgili olan haber...8-10 yaşlarında çocuklar...Muhtemelen her birimizin kuzeni, yeğeni, çocuğu var bu yaşlarda...Şimdi evde sizce ne yapıyor? Televizyon izliyor veya Play Station oynuyordur değil mi? Çizgi film izliyordur ( Birbirinin suratında bomba atan veya süper kahramana dönüşen fareden, kangurudan bozma yaratıkların ölüm-kalım savaşları) , en iyi ihtimalle Sihirli Annem ( İnanın en sevimlisi ve zararsızı o). Pokemon’u izledikten sonra uçabileceğini düşündüğü için camdan atlayan çocuğu hatırlayanınız var mı? Kolay unutan bir milletiz değil mi? Aslında ne çok şey var değil mi çocuklarımızın maruz kaldığı...Hepsinden koruyamayız ki...Ben reklamı yapmak zorundayım mesela, başka iş bilmiyorum. O da çok önemli değil, birileri zaten bunu yapacak çünkü çark dönmek zorunda... Birileri üretecek, birileri tüketecek...Ve dünya yeşil bir gezegen olarak dönmeye devam edecek. Ağaçlardan sanırım hiç inmemeliydik. Ya da Sümerlilere birileri, saçmaladıklarını söylemeliydi... Reality showları izliyor musunuz? İzlemediyseniz bakınız benim Reality showlar yazım . İzleyin arada bir, abartılmasına rağmen bazen gerçek olaylar da yayınlanıyor. Ailesi kapıcı olduğu halde marka giyinmek ve hava atmak için ailesini zor duruma düşüren çocuklar, küçük Emrah filmlerindeki gibi sahneler...Onlar çok da yalan değil, hayatınıza dönüp bakın, durumunuz iyi ise, bir şekilde altında kalkıyorsunuzdur çocuklarınızın isteklerinin. Saçma istekler olduklarını bilseniz de kırmamak için, ödül için Toysrus’tan veya Nike’tan birşeyler illa ki alıyorsunuz. Bu sene kaçınız kızı Converse ayakkabı için ortalığı yıktı . ( 170 milyona satılan ayakkabının maliyeti ortalama 4-5 $ civarında, Puma, 5$ fabrika çıkışı) Çocuklarla/ gençlerle yaptığım grup tartışmalarında, neden marka giydiklerini/ kullandıklarını soruyorum; • Kalite • Taktir görmek • Güven/ Garanti:”Yiyecek/içecekte markasız ürünü tercih etmiyorum; ürünü güvenli,kalitesini kanıtlamışsa kullanıyorum.” • Ego tatmini • Zevk ve Lüks • Gösteriş: “Bir Ferrarim olsa bakmayanın alnını karışlarım” faktörlerinden bahsediyorlar. Aslında Türkçesi, “yoğun arkadaş etkisi” hissetmesi ve “arkadaş grubuna uyma”, “onaylanma motivasyonu”. Gençlerin gruptan dışlanma korkusu, girdikleri ortamlarda kendilerini özgüvenli hissetme ihtiyacı, onlarda marka bağımlılığı yaratıyor. Gençler her toplumda, özellikle karakterlerinin oturma evresinde, kendilerini arkadaş gruplarıyla, giydikleri/ kullandıkları markalarla özdeşleştiriyor, alışverişe arkadaşlarıyla çıkıyorlar. O zamanlarda da bizlerin kurduğu dünyalar ön plana çıkıyor. “ Nike al Gamze! Herkes ondan alıyor hem de çok güsellll. “ “Satın aldığınız markalara neden güveniyorsunuz ki?” diye soruyorum; • Tavsiye üzerine • Pahalı oldukları • Estetik • Sağlam • Çevrelerinde gördükleri • Yaşadıkları deneyimleri söylüyorlar. Aslında sağlamlık umurlarında filan değil, Ayşe’de, Ahmet’te var diye kullanıyorlar. Bir de sürekli yabancı markalardan bahsediyorlar ki, belirttiğim gibi Bursa, Arkadaşlar, Bursa...Bazen tasarımlar bile burda yapılıyor ne Nike’ı ?! “Trend böyle, bu trendi bizden öncekiler çıkarttı biz de sürdürüyoruz” diyorlar. Eğer beğendikleri marka birşeyi alabilirlerse, kendilerini çok şanslı, rahat, özgüvenli, enerjik, mutlu, huzurlu hissettiklerini söylüyorlar. Yani; “ Kardeşim, bunu giyersen sen havalı, en trendy sen olacaksın dediniz, biz de aldık!” diyorlar. Vicdan azabı çekiyorum doğru. Hatta giderek bu işi bırakmam gerektiğini aksi halde çocuk doğurmaktan vazgeçeceğimi düşünüyorum. Çünkü muhtemelen ben bile ona Bursalı Nike’ı anlatamayacağım. Çizgi film izlemesini, haberleri takip etmesini, magazin programlarındaki kadınlara özenmesini engelleyemeyeceğim. Nasıl yapabilirim ki, bazen ben bile yaptığım işi unutup “ İçerisinde saçlarınızı 3000 kat güçlendirecek böcürt koyduk, alın” dediklerinde gidip alıyorum. Çünkü orda saçını savura savura yürüyen kızları gördükçe, “ Ulan, olur mu olur!” diyorum. Saçlarım bir dönem döküldü Sayın Elidor Yetkilileri. Ne yapmam gerektiği konusunda çok emin değilim. Mesleği en az 5 sene daha bırakamayacağım kesin. Malı satmazsak işten kovuluruz, bu da kesin. Ben vicdanen berbat haldeyim, bu da doğru... Valla bilmiyorum, siz karar verin. En azından markanın, hayatın anlamı olmadığını öğretebilirsiniz belki çocuğunuza/yeğeninize/kardeşinize.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ESRA BAYKAL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |