"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Emperyalist güçlerin yıkıcı etkisinin her geçen gün daha şiddetle hissedildiği ülkemizde, yaşanan gelişmelerden sonra böyle bir çalışmayı kaleme almak mecburiyeti doğmuştur. Cumhuriyetin ilanından bu yana geçen 80 yıllık süre içersinde, Cumhuriyet’in temel ilkeleri olarak kabul edilmiş ana parametrelerde büyük bir yozlaşma yaşanmaktadır. Cumhuriyet’in sigortası ve garantisi olarak kabul edilen olmazsa olmazları, teker teker bozulmuş, ortadan kaldırılmış yada tümüyle yok edilme noktasına gelmiştir. Ulusal Ekonomisi çökertilmiş, Ulusal Bilinci Popüler Kültüre ve Amerikan Markacılığına teslim olmuş, Ulusal Hukuk Sistemi tümüyle iflas etmiş, Ulusal Dili ve Kültürü yok edilme noktasına gelmiş ülkemizde, maalesef Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ndeki bütün şartlar neredeyse gerçekleşmiştir. Herhangi bir ansiklopediyi açıp bir ülkenin künyesine baktığınızda, ilk göreceğiniz parametreler, o ülkenin künyesini belirleyen resmi para birimi, resmi dili, bayrağı ve ulusal kimliğine ait bilgiler olur. Resmi künyemizde artık, neredeyse para biriminde dolar, resmi dilinde güzelim Türkçemiz yerine İngilizce yada Amerikanca yer alıyor. Henüz bayrağımıza dokunamadılar ama bu gidişle (iş birlikçilerin yardımıyla da) Amerikan bayrağına bir yıldız daha ekleyerek bayrak sorununa da bir çözüm getirecekleri açıkça görülüyor ?!?. TÜRK kelimesi yerine de etnik özellikleri ön plana çıkarma gayretleri yer alıyor. Kürt, Ermeni, Rum, Musevi ve Laz vatandaşlarımız kışkırtılarak bir iç savaş çıkartılma gayretleriyle, Türkiye’yi bölme, parçalama ve paylaşma planında adım adım ilerleniyor. Yukarıda bahsedilen sorunların hiç birisi, 1980 öncesine kadar yaşanmıyordu. Ve birden, 1980 sonrasında, bu bizde hiç sorun olmamış konular, birden bire kaynağı neren çıktığı belirsiz mihraklar tarafından PROBLEM olarak ortaya kondu yada birileri tarafından bu problemler özellikle YARATILDI. Böylece, son yirmi yılda yaşanan süreçte, şu anda bulunduğumuz ‘kritik noktaya’ gelindi. Şu anda çok ciddi bir konumda, ‘tarihin kırılma noktasındayız’. Bu ortamın şartlarının sağlanmasında, toplumun yerleşik kültürel ve geleneksel değerlerinin yerini almaya çalışan popüler kültürün etkisi görmezden gelinemez. Batılı ve çok uluslu şirketler tarafından finanse edilen medya aracılığıyla sürekli olarak topluma pompalanan ‘popüler kültür’ aracılığıyla beyinsel bir ‘uyuşukluğun’ yaratılarak yaşanan kritik sürecin göz ardı edilmesi hedeflenmektedir. Aynı Batı ve çok uluslu şirketler tarafından beslenen kalemler ve batı özentisi aydınlar tarafından sürekli savunulan yeni dünya düzeni modelleriyle, bilinçli bir yanıltma kampanyası izlenmekte, günün moda deyimiyle, toplumun ‘beyni yıkanmaktadır’. Tarih bir tekerrürden ibarettir sözünü doğrularcasına yaşanan olaylar, bize daha önce izlediğimiz kötü çekilmiş bir filmin bayat bir versiyonu gibi gelmekte. Biz bu filmi, Tanzimat döneminde görmüştük dedirten gelişmeler, biraz daha rafine edilmiş, modern çağın şartlarına uyarlanarak adeta ‘post modern’ bir yaklaşımla, tekrar ısıtılarak önümüze konmakta. Osmanlı İmparatorluğunun parçalanma aşamasında, bizi bilinçli olarak hasta eden ve dönemim karikatürlerine ‘Hasta Adam Osmanlı’ olarak konu eden ‘acı ilacı’ içen ve sonra da sonuçlarını çok iyi gören bir millet olarak, durup düşünme zamanı gelmiştir. Çünkü bu sefer, ‘Tehlike Geliyorum’ diyor. Hatta bağıra bağıra geliyor. Neden mi? Çünkü, oyun kurucular, kurguladıkları planın tıkır tıkır işleyeceğinden o kadar eminler ki, daha işin başından itibaren yapmak istediklerini net bir biçimde ‘açık istihbarat’ olarak adlandırılacak şekilde tüm dünyaya açıklıyorlar. Yani makaleler, hatta kitap halinde yazılı olarak belgeleriyle birlikte yayımlıyorlar. Bu yayınları ve belgeleri okuduğu halde anlamamak, duyduğu halde duymamak ve gördüğü halde görmezlikten gelmek için dört neden olabilir. Birincisi, bu kişiler gerçekleri görmek istemiyorlar, oyun kurucuların onlar için çizdiği toz pembe bir dünyada, gündüz düşlerinde yaşıyorlar. (Bakınız Alice ve Dante’nin İmkansız Birlikteliği) (1). Bu durumda, onları düştükleri kabustan uyandırarak gerçek dünyaya çekmek ve gerçekleri sabırla, bıkmadan usanmadan belgeleri ile anlatmak gerekecek. Bu gruba en çarpıcı örnek, Kıbrıs’ta referandum sonucunda, ‘Evet’ oyu verenler. Günü kurtarma çabası içinde, günlük ekmeğinin peşine düşmüş olan bu insanların tek ‘amacı’ karnını doyurmak. Benden sonra tufan anlayışı ve çokça umutsuzlukla, boğuştukları ekonomik sıkıntılardan bunalan bu grup, hiç bir şey düşünemeyecek hale gelmiştir. Onlara ‘görünürde’ yardım eli uzatanların ve sorunlarına çare olabileceğine inandıkları herkesin peşinden sorgulamadan gitmeye hazırlar. İkinci şık ise anlayan ama umursamayanları kapsıyor. Yani, kaderine razı olanlar. Bu grup, zaten beyin yıkayıcılar tarafından etkisiz hale getirildikleri için baştan oyun dışılar. Üçüncü grup ise ne olup bittiğini gayet iyi anlayan ve destekleyen, dış mihraklar tarafından parayla tutulanlardan oluşuyor. Bu grubu çeşitli isimlerle tanımlamak mümkün. Beyaz Türkler, Prof. Erol Manisalı’nın dediği gibi ‘İçimizdeki Danimarkalılar’, Küçük Amerika’nın Büyümüşte Küçülmüş Efendileri, Batı Özentileri, İşbirlikçiler ve benzeri. Listeyi uzatmak mümkün ama gereksiz. Biz kısaca onlara, ‘yandaşları’ diyeceğiz. Yandaşlar, en tehlikelileri çünkü sadece kendi kişisel çıkarlarını gözeten bu kişiler, sanayi kuruluşları, çok uluslu şirketler, üniversiteler, sözde hükümet ve medya gibi toplumu yönlendirebilecek mekanizmalarda, kilit noktalarda yer alıyorlar. Son grup ise ne olduğunu pek anlamayan ama fırtınadan önceki sessizliği, ‘sezgisel’ olarak kavrayan, ne yapacağını bilemeyen sokaktaki adamı kapsıyor. 1919’da İstiklal Harbi için Anadolu’ya geçenlerin torunları olan bu grup, bizim ‘hedef kitlemiz’. Aşağıda yapılan araştırma, bu son grup için kaleme alınmıştır. Bu noktaya kadar böyle bir araştırmaya neden gereksinim duyulduğunu ve ortamın şartlarını açıklamaya çalıştık. Okuyacağınız çalışma, Türkiye’ yi de konu alan uzun soluklu bir planın günümüze uzanan süreç içersinde geçirdiği evreleri kapsıyor. Bu plan, zaman içinde geliştirilerek, günümüz koşullarına ve stratejilerine uygun olarak yapılan eklemeler ve düzeltmelerle halen devam etmektedir. Araştırmada kullanılan kaynakçalar, tümüyle açık istihbarat dediğimiz iletişim araçlarına ve yazılı kaynaklara dayanmaktadır. Eldeki kaynakların çok zengin oluşu ve planın çok ayrıntılı olması nedeniyle konuyu bir defada vermek çok zor olacağı için bölümlere ayırma zorunluluğu doğmuştur. Okuyucunun kaynakçalara rahatça ulaşabilmesi ve bilgi edinebilmesi amacıyla, yazının sonunda kaynakların dökümü ayrıntılı olarak verilecektir. Konu edilen planı, doğru bir biçimde ifade edebilmek için günümüzde sözü geçen ve son otuz yılda ‘anlamsız bir biçimde’ Türk dış siyasetinin ana konusu haline gelen ve günümüzde ise adeta tek gündem maddesini ve ‘amacı’ haline getirilen ‘Avrupa Birliğinden’ söz etmemiz kaçınılmaz olacaktır. Bunun yanı sıra, her biri bir diğerini tetikleyen aynı zincirin ayrılmaz halkaları olarak tanımlayabileceğimiz, IMF, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, küreselleşme, yeni dünya düzeni, Avrupa Birliği, Kıbrıs ve Büyük Orta Doğu Projesi gibi kavramları da ele alacağız. Bu sözünü ettiğimiz kavramların büyük bir kısmına, Samuel P. Huntington, ‘Medeniyetlerin Çatışması’ isimli makalesinde oldukça ayrıntılı ve net bir biçimde yer veriliyor. Türkiye’nin tasarlanan projede yerini tam olarak anlayabilmek için başta Avrupa Birliği ilişkileri dahil olmak üzere yukarda sıralanan konulara da açıklık getirmek gerekecektir. Konuya, Samuel P. Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ isimli makalesinde tanımladığı ‘medeniyet’ tanımı ile giriyoruz. Burada, olaylara sadece Huntington’un gözünden değil, aynı zamanda Batı Medeniyetinin bakış açısıyla farklı bir perspektiften de görmeye çalışacağız. Bu değerlendirmeler, tümüyle yazılı belgelere ve üçüncü şahısların kamuoyuna yaptığı resmi açıklamalara dayanmaktadır ve araştırmanın sonunda yer alan kaynakça kısmından doğrulukları kontrol edilebilir. Samuel P. Huntington burada, resmi söylemde dürüst ve açık bir dille ifade edilemeyenleri, net bir biçimde ortaya koymakta ve adeta Batı dünyasının sözcüsü konumunda, sürekli olarak ÖTEKİLERE ima edilenleri gerçek anlamda ilk defa ‘çekinmeden’ telaffuz etmektedir. ‘Dünya siyaseti yeni bir aşamaya giriyor. Benim tezim, bu yeni dünyada mücadelenin esas kaynağının öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacağı. İnsanoğlu arasındaki büyük bölünmeler ve hakim mücadelenin kaynağı ‘kültürel’ olacak. Medeniyetlerin çatışması, küresel politikaya hakim olacak ve medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin çatışma hatlarını oluşturacak. Medeniyetler arasındaki bu mücadele, modern dünyadaki mücadelenin evriminde de son aşama olacak.(2)’ Harvard Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Başkanı, Amerikan Milli Güvenlik Kurulu Strateji Direktörü, Amerikan Siyasal Bilimler Derneği Başkanı ve Foreign Affairs Dergisinin kurucusu ve direktörü Samuel P. Huntington, 1993 yılında yayınladığı, politika dünyasında büyük yankılar uyandıran ‘Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzenin Yeniden Kurulması’ isimli makalesinde söze böyle başlıyor. Makale yayımlandıktan kısa bir süre sonra, öylesine büyük bir ilgi gördü ki, yazar aynı makaleyi geliştirilerek bir kitap haline getirme gereği duydu. Yeni makaleler ile desteklediği kitabını, yine aynı isimle yayınladı. Yani, yukarda okuduğunuz satırlar bir sır değil. Sadece dünya siyasetini belirleyen strateji uzmanlarından biri olan Huntington’un kurduğu oyunun ilk giriş kısmını içeriyor. Türkçe’ye de tercüme edilen Samuel P. Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” ve bu konudaki diğer makalelerini de içeren kitap, Murat Yılmaz’ın derlemesiyle piyasaya Vadi Yayınları’ndan çıktı. Samuel P. Huntington’a göre, ‘O kişinin mensup olduğu medeniyet, onunla kendisini kuvvetle teşhis ettiği en geniş kimlik düzeyidir’. ‘Medeniyet kimliği, belli başlı yedi veya sekiz medeniyet arasındaki etkileşimlerle sağlanacaktır. Bunların içine, Batı, Konfüçyus, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika medeniyetleri giriyor. Geleceğin en önemli mücadeleleri, bu medeniyetlerin birini diğerinden ayıran ‘kültürel fay kırıkları’ boyunca meydana gelecektir. Neden mi? Çünkü, medeniyetler birbirinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi de ‘din’ yoluyla farklılaşır. Bu farklılıklar, yüzyılların ürünüdür. Kısa zamanda kaybolmayacaklardır. (2)’ Yüzyıllara dayanan, kökleşmiş ve tümüyle kemikleşerek yerleşen toplumsal kültürel kodları, tarihi yapılanmayı ve geleneksel değerleri, ‘küreselleşme’ ve ‘çağdaşlık’ kelimelerinin ardına saklanarak bertaraf etmeye çalışanlara karşı Huntington, bunun aslında hiç de öyle olmadığını çok net olarak kesin bir dille ifade ediyor. ‘Bunlar, (bunlardan kast edilen ‘etnik köken’ ve ‘din’ başta olmak üzere, kültür, dil, tarih ve geleneklerdir) siyaset, ideoloji ve rejimler arasındaki farklılıklardan çok daha esaslıdır. Medeniyetler arasındaki çatışmalarda, sınıf ve ideoloji mücadelelerinde anahtar soru ‘Sen nesin?’ olacaktır. Etnik kökenden daha fazla ‘din’, insanlar arasında keskin ve dışlayıcı şekilde bir ayırım yapıyor. Bir insan, yarı Fransız ve yarı Arap ve hatta aynı anda iki ülkenin vatandaşı olabilir. Bundan daha zor olan şey, yarı Katolik ve yarı Müslüman olmaktır. (2)’ ‘Son olarak, ekonomide bölgecilik artıyor. Gelecekte, bölgesel ekonomik blokların önemi, muhtemelen artmaya devam edecektir. Yakın ekonomik işbirliği, normal olarak ortak bir kültürel temele ihtiyaç duyar. Bir yandan, başarılı ekonomik bölgecilik medeniyet bilincini destekleyecek, diğer yandan da ekonomik bölgecilik ancak ortak bir medeniyet içinde kök saldığı zaman başarılı olabilecektir. Mesela, Avrupa Topluluğu, Avrupa Kültürünün ve Batı HIRİSTİYANLIĞININ paylaştığı ‘temele’ dayanır.(2)’ Huntington burada, Avrupa Topluluğunun iki ana temelinden biri olarak adlandırılan ‘din’ olgusunu, Avrupa Birliği’nin olmazsa olmazı olarak niteliyor. Yazarın Hıristiyan Avrupa üzerine dayandırdığı tezi göz önüne alınırsa, ‘din’ konusunun artık o kadar da geçerli olmadığını söyleyen ve kendi söylediği yalana en başta yine kendisi inanan siyasetçilerin görüşlerini bir kez daha ele almakta fayda var demektir. Bu araştırma yazısı hazırlanırken Huntington, Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliği süreci ile ilgili olarak,‘din’ olgusunu öne çıkaran bir açıklama yaptı. Fransa’nın önde gelen dergilerinden Le Point Dergisi’nin ‘İslam ve Batı’ konusunu kapak olarak işlediği sayısında, Türkiye ile ilgili açıklamalar yapan Huntington, ‘Avrupa’da çoğu kişinin 70 milyon Müslüman’ın Avrupa Birliğine girmesine dayanamayacağını söyleyerek, ‘Avrupalı liderlerin büyük bölümü, özel görüşmelerde Türkiye’nin Avrupa Birliğine girişine karşı olduğunu söylüyor. Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing bunu açıkça ilan etti (3)’ diyor. Baş başa kaldıklarında, ‘birbirlerine içlerine döken sevgililer’ misali son derecede net olan ama Türkiye ile yüz yüze geldiklerinde kaypak bir dil kullanmaktan zerrece çekinmeyen Batı ülkelerine ait son açıklamalardan biri de Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’tan geldi. Hangisine inanacaksınız. Ayni Chirac, çeşitli vesilelerle çeşitli radyo ve TV programlarında, söyleşilerde yaptığı açıklamalarda, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin söz konusu olamayacağını çok net ifade ediyor. Tıpkı Huntington’un söylediği gibi ama Türk yetkililerle karşılaştıklarında tavır değiştiriyorlar. Amiyane tabirle ifade etmek gerekirse, Batılı zihniyet ‘sanki verirmiş gibi yapan ama asla vermeyen hafif kadınlar’ gibi davranıyor. Yani mavi boncuk dağıt, umut ver, iş ciddiyete binice cayıver gitsin mantığı hakim. Bunu politik söyleme aktarmada ve meşruymuş gibi göstermedeyse üstlerine yok. Peki, öyleyse bu ‘kedi- fare’ oyununu ısrarla neden sürdürüyorlar? Gayet basit, ekonomik çıkarlar. Halihazırda, ‘özelleştirme rüzgarında’ yok pahasına Fransız şirketlerine satılmış, adeta hibe edilmiş olan kaç tane Türk kuruluşu var biliyor musunuz? Yada Fransız şirketlerinin Türk Gıda Pazarında sahip oldukları payı hesaba katalım. Bu durumda, Danone’den Erivan suyuna kadar düzinelerce firma ismi saymamız gerekecek. Bunlar sadece gıda sektörü ile ilişkili olanlar, ya öteki sanayi kollarına ne demeli? Bu arada, Türklere vize uygulayan, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan (sömürgeci büyük beyaz efendi mantığıyla) ve sizin adresiniz İslam Bloğu burada ne işiniz var diyebilen Chirac, büyük bir fütursuzlukla, uçak ihalelerinde Fransız mühendisi, Fransız işçisi ve Fransız emeğinin bulunduğu Airbus uçaklarımızdan alın diyebiliyor. En önemlisi, AB’ye uyum şartlarını öne sürerek ve aba altından sopa göstererek isteklerini empoze edebiliyorlar. ‘Fransa’ya Airbus Jesti’ başlığı ile 3 Mayıs Pazartesi 2004 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yer alan haberin alt başlığında, ‘Erdoğan, Türkiye’nin AB üyeliğine soğuk bakan Fransa’yı ‘Sizden Airbus uçakları alabiliriz’ diyerek ikna edecek’ deniyor. ‘Başbakan Recep Tayip Erdoğan, Türkiye’nin AB üyeliğine soğuk bakan Fransa’yı, THY’nin yeni alacağı uçaklar için, Alman – Fransız ortaklığı ile üretilen Airbus’ı tercih ederek ikna etmeyi planlıyor. AB’ye katılımı töreni nedeniyle İrlanda’nın başkenti Dublin’e giden Erdoğan, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve Almanya Başkanı Gerhard Shröder’le de görüştü. Erdoğan’ın, THY için Airbus yolcu uçaklarının alınabileceğini gündeme getirdiği belirtildi. Erdoğan’a yakın kaynaklar, Fransa’nın Airbus’ın, ABD’nin Boeing şirketiyle rekabet halinde olduğu için alımının yapılması konusunda Türkiye’den sinyal beklediğini vurguladı. Chirac’ın, Erdoğan’a, ‘Bundan sonra reformlarınızın uygulanması çok önemli. Aralık ayındaki kararda, bu uygulamaya bakılacak’ dediği öğrenildi. (4)’ Yani, sözün özü, Kanuni Sultan Süleyman zamanında kopartılan ve Osmanlı’nın mahvına neden olan kapitülasyonlardan vazgeçmek istemiyorlar. Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurması ile birlikte ortadan kalkan sömürgeci zihniyeti, 1940 sonrası tavizci dış politikalarla yeniden yeşertmeyi başaran Batı, yeni sömürgelerinin keyfini sürmek istiyor. Buna bir de her gün bir biri ardına eklenen akıl almaz tavizleri ekleyin. Her geçen gün, ‘akıl almaz istekler ve ayrıcalıklarla’ sözde hükümetin karşısına çıkan Batı, bunların yasallaşmasını sağlama gücü olduğunu da keşfetti. Yani, istedikleri kanun maddesini, istedikleri gibi meclisten geçirebileceklerdi. Bu şartlar, altında Türklere’e kesin bir ‘hayırı’ basarak, onları ters yüz etmenin hiçbir anlamı yoktu. Hem sömürgeliğin getireceği hatırı sayılır bir gelirden olmayacaklar, hem de bundan 30 yıl önce akıllarından dahi geçiremeyecekleri tavizlerin TBMM’de yasalaşmasını sağlayacaklar. İşte bu şartlarda Batı, kaz gelecek yerden tavuğu esirgemek istemiyor yalnız bir farkla, onlar tavuğu da vermek istemiyorlar. Vermiyorlar da zaten. Gelelim Chirac’ın 29 Nisan’da Elysee Sarayı’nda düzenlediği basın toplantısına ve Türkiye’nin Avrupa Birliği için söylediklerine. Bu basın toplantısı, uluslararası haber ajanslarına açık olduğu için hemen toplantı sonrası internette yayınlandı. 29. Nisan 2004 Perşembe günü, ‘Son Dakika’ haberi olarak, mynet haber bülteninde saat: 13.50’de, ‘Chirac Umut Vermedi’ başlığı ile okuyucuya ulaştı. Ertesi gün ise Chirac’ın açıklamaları bütün gazetelerde yer aldı. 30 Nisan 2004 Cuma tarihli, Milliyet Gazetesi’nin Görüş/Haber Sayfasında, Paris kaynaklı ve Mine Kırıkkanat imzalı haber, ‘Chirac’tan Ölçülü Destek’ başlığı taşıyordu. ‘Türkiye’nin bugünkü koşullarda Avrupa Birliği üye olmaya hazır olmadığını belirten Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ‘Müzakere süreci 10 yıl ya da daha uzun olabilir’ diyordu. Haberde, Chirac şunları söyledi. ‘Türkiye’nin bugün AB üyesi olması mümkün müdür sorusuna, ‘hayır’ diyorum. Ama ‘Kopenhag Kriterleri’ dediğimiz demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisi koşullarını yerine getirdiğinde, uzun vadede AB üyesi olabilir. (5)’ İşte bu kadar. Uzun etmeye hiç gerek yok. Bu açıklama, sizi önümüzdeki 10 yıl boyunca posanızı çıkarana kadar sömüreceğiz bu arada, asimile edebildiğimiz kadarınızı asimile ederiz anlamına geliyor. Bu açıklamanın içindeki, sadece ‘AB üyesi olması mümkündür’ kısmını çekip çıkartarak hayal dünyasında yaşayabilirsiniz ama biraz gerçekçi olanlar şu soruyu sormalıdır. Bu arada, ‘uzundan’ kastınız nedir? Ne kadar uzun? 20, 30, 50, 100 yıl yada bu süre ‘sonsuza’ kadar uzayabilir mi? Neden olmasın? Batılılar, Türkiye’ye ‘sizi kesin olarak AB’ye alırız’ diye söz vermiyorlar ki. Bir sürü şartlar sıraladıktan sonra, eğer dediklerimizi yaparsanız, ‘belki’ olabilir diyorlar. Yani, o kadar çok taviz verdikten sonra, iş ‘oyun kurucuların’, ‘beğenisine’ ve de ‘olasılıklara’ kalıyor. Sızlanmanın anlamı yok. Nasıl itiraz edeceksiniz? AB’ye girmek isteyen Türkiye. Batılılar bizi çağırmadılar. Gelin AB’ye üye yapalım da demediler. Üstüne üstlük Türkiye, bu isteğini tutturan da tutturan ‘arsız çocuklar’ gibi zırlayarak her şeyden çok istediğini öylesine belli etti ki, onlar da Türkiye’nin bu zaafını sonuna dek kullanıyorlar. Kaşınan Türkiye’nin sırtını kaşıyor, asla gerçekleşmeyecek AB üyeliğini hayal ederek Türkiye’nin ‘gündüz düşlerinde’ yaşamasına izin veriyorlar. 1993 yılında yayımladığı ‘Medeniyetler Çatışması’ makalesinde yazar bu görüşünü net olarak ayrıntıları ile açıklayan şeyler söylemişti. ‘İran, Pakistan, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan ve Afganistan gibi Arap olmayan 10 Müslüman ülkeyi bir araya getiren Ekonomik İş Birliği Teşkilatı’nın temelini de ‘kültür’ ve ‘din’ oluşturuyor. Esas olarak, 1960’larda Türkiye, Pakistan ve İran tarafından kurulan bu teşkilatın diriltilmesi ve geliştirilmesindeki sebep, bu ülkelerdeki muhtelif liderlerin, Avrupa Topluluğu’na KABUL EDİLME ŞANSLARININ OLMADIĞINI ANLAMALARIDIR.(2)’ Görünüşe bakılırsa, maalesef Huntington her halde Türk Liderleri kastetmiyor. Eğer Türk liderler, bu gerçeği zamanında kavrayabilmiş olsalardı, ülke olarak şu anda içinde bulunduğumuz vahim ve acınacak durumda olmayacak ve kendimizi uluslar arası arenada küçük duruma düşürerek, ulusal saygınlığımızı ayaklar altına almayacaktık. Huntington, medeniyetler arasındaki ayrımlara ve buradan yola çıkarak devletlerin diğerlerine karşı nasıl, ekonomik, politik ve askeri bakımdan üstünlük sağlamaya çalıştıklarını çok net bir dille anlatıyor. ‘İnsanlar, kimliklerini etnik ve dini terimlerle tanımladıkça, farklı din ve etnik yapılara mensup insanlarla kendileri arasında birbirlerine karşı bir ‘BİZ’ ve ‘ONLAR’ ilişkisinin var olduğunu muhtemelen görecektir. Farklı medeniyetlere mensup devletler, göreli bir askeri ve ekonomik üstünlük uğruna rekabet eder, uluslararası kuruluşlar ve üçüncü taraflar üzerinde kontrol kurmak için mücadeleye girer ve kendi özel politik ve dini değerlerini rekabetçi bir anlayışla öne çıkarırlar.(2)’ Batı medeniyetini ONLARA (burada, onlar olarak ifade edilenler, Batı dünyası dışında kalan içinde Türklerin de bulunduğu Araplar, Asya, Afrika halklarıdır) göre yeniden tanımlayan ve BİZ olarak adlandıran Huntington, Batı Medeniyetinin güttüğü amaçlar üzerinden yaptığı siyaseti meşru yol olarak kabul ediyor. Bugün, ‘BİZ’ ve ‘ONLAR’ arasındaki ilişkileri kimlerin, neye göre belirlediğini ise Huntington çarpıcı bir dille ifade ediyor. ‘Batı bugün, diğer medeniyetlerle ilişkisi açısından olağanüstü bir kudretin zirvesindedir ve Batı’nın askeri gücü rakipsizdir. Uluslararası siyaset ve güvenlik meseleleri fiilen Birleşik Devletler, İngiltere ve Fransa liderliğinde, dünya ekonomik meseleleri ise ABD, Almanya ve Japonya liderliğinde karara bağlanır ve bunların hepsi, daha küçük ve çoğunlukla Batılı olmayan ülkelere meydan vermeyerek birbirleriyle çok yakın ilişkilerini sürdürür.(2)’ Türkiye’nin ulusal ekonomik politikası ve dış politikasını şimdiye kadar Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve IMF’in aldığı kararlarına göre belirleyen geçmişteki hükümetlerin ve şimdiki sözde hükümetin dikkatine sunacağımız bir açıklama yapıyor. ‘Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi veya IMF’nin aldığı, Batı’nın çıkarlarını yansıtan kararlar, dünya topluluğunun arzularını yansıtıyormuşçasına sunulur. Birleşik Devletler ve diğer Batılı güçlerin çıkarlarını yansıtan eylemlere küresel bir meşrutiyet vermek için ‘dünya toplumu’ ibaresi bile kolektif isim haline gelmiştir. Batı, IMF ve diğer milletler arası ekonomik kuruluşlar sayesinde kendi ekonomik politikaları öteki uluslara zorla kabul ettiriyor.(2)’ Huntington bu açıklamaları yaparken adeta ‘tecelli şelalesi’ gibi dökülüyor değil mi? Huntington’un şimdi yapacağı açıklama şüphesiz bir çok kişiye çok tanıdık gelecektir. ‘IMF, Batılı olmayan ulusların her hangi birinin tepesinde, hiç şüphesiz ‘maliye bakanları’ ve ‘diğerlerinden’ bir kaçının desteğini kazanacaktır.(2)’ Burada biraz durup maliye bakanları olarak açıkça işaret edilenlerin yanında tanımlanan fakat açık bir adres olarak gösterilmeyen şu ‘diğerleri’ konusunu biraz irdelemekte fayda var. Öncelikle, ‘diğerleri’ konusunda, maalesef çok zayıf olan tarihi belleğimizi bir yoklamamız gerekecek. Özellikle, Recep Tayip Erdoğan’ın hükümetin resmi bir üyesi olmadan önce, ‘sade’ bir milletvekili iken sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi başbakanıymış GİBİ Amerika ve Beyaz Sarayı ziyaret etmesi ve Bush tarafından RESMEN kabul görerek, RESMİ BAŞBAKAN gibi ağırlanması çok manidardır. Durumun doğasına aykırı olmasına karşın çok uluslu şirketler tarafından finanse edilen güdümlü medyada tarafından konu ile ilgili olarak tek bir soru dahi sorulmamıştır?!? Sorulması gereken soru, dönemin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmiş olan ve yasalarla başa geçirilmiş bir resmi başbakanı varken (dönemin başbakanı Abdullah Gül’ü kast ediyoruz), hiçbir yasal ve resmi sıfatı olmayan sıradan(!) bir milletvekili, neden Beyaz Saray ve Bush tarafından resmen ağırlanıyor? Bu şahsa, bu yetkiyi KİM veriyor? Sonuçları, Türkiye’nin geleceği açısından maalesef bağlayıcı olduğu aşikar olan görüşmenin sonuçları ve o an sadece milletvekili sıfatı olan Tayip Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar karşısında neden kimse soru sormuyor? Üstelik, kimse olayı garipsemiyor? (6) Kıbrıs konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olmayan Erdoğan, Beyaz Saray ziyareti sonunda yurda döndüğünde Kıbrıs konusunda ‘aydınlanmış’ adeta aydınlatılmış (!) görünüyordu. Ak Parti’nin seçim programında olmayan söylemler bu gezi sonunda birdenbire ortaya çıkıverdiler. Sade bir milletvekiline göre, etrafa bilgece bir aydınlık saçan Erdoğan, kesin bir dille ‘Kıbrıs konusunu biz çözeceğiz’ diyordu? İyi de, siz kimsiniz? Bu ‘biz’ den kasıt kimdir diye kimse sormuyordu? Bizim Avrupa Birliği ve IMF politikalarımız farklı olacak diyen Erdoğan somut açıklamalar yapmaktan uzak yoluna devam ediyor. Her ne kadar, Kıbrıs ile ilgili söyledikleri, Türkiye’nin son 40 yıldır izlemekte olduğu Kıbrıs politikası ile taban tabana zıt olsa da Rumlar ve Atina tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Üstüne üstlük, Amerikan yanlısı bu politika, Karen Fogg skandalı ile ortaya çıkan belgelerde savunulanlarla birebir uyuyordu. Bu belgelere göre Karen Fogg, Ankara’nın desteklediği Kıbrıs politikasına uyumlu bir politika izleyen Rauf Denktaş’ın bir halk hareketi ile indirilmesini öneriyordu.(6) Çok yakın geçmişte yaşananlar, Karen Fogg tarafından önerilen planın gerçek olduğunu ortaya çıkardı. Rauf Denktaş’a ‘çengel atamayan’ yada desteğini kazanamayanlar, kendilerine daha yakın ve sıcak bir isim buldular, Mehmet Ali Talat. Sonuna kadar her türlü medya ve maddi imkanları seferber ederek destekledikleri Talat’tan bekledikleri performansı alanlar, şimdi onu mükafatlandırıyorlar. Aynı binada olduğu halde, Rauf Denktaş’ın elini sıkmak için Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti Devlet Başkanı kimliğine sahip Rauf Denktaş’a uğramayan BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın Kıbrıs Özel Temsilcisi Alvaro De Soto, aynı binada görev yapan Talat’ı ziyaret ederek, politik söylemde, Talat’a adeta Türk Kesiminin ‘tek resmi sorumlu ismiymiş’ gibi davranıyor. Talat’a yaptığı veda ziyareti televizyonlarda canlı yayında verilen De Soto’ya gazeteciler, canlı yayında ısrarla neden Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'a veda etmediğini ve sadece Başbakan Talat'a veda ettiğini sordular. Bir gazetecinin "bu uluslararası topluluğa bir mesaj mı?" demesi üzerine, kaçamak yanıt vermeyi tercih eden De Soto, Talat'ın ve Serdar Denktaş'ın son haftalarda sürekli temasta bulunduğu insanlar olduğunu ifade etmekle yetindi Ama bu arada, Talat’ı da övmeyi ihmal etmedi. Alvaro de Soto "Talat, önemli, modern, ileriye bakan bir liderdir ve apaçık ki halkının, Kıbrıs'ın birleştirilmesi yönündeki düşüncelerini ve hassasiyetini yansıtıyor. Talat toplumunun duygularını yansıtan seçkin bir lider " dedi. Bu veda ziyaretinin hemen ertesinde gazetelerde konuya ilişkin bir haber yer aldı. ‘Talat: Denktaş Artık Dikkate Alınmamalı’ başlığı ile yer alan haberde, ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başbakanı Mehmet Ali Talat’ın Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın istifası durumunda, cumhurbaşkanı olabileceği konusu işleniyordu’. Sefa Karahasan’ın imzasını taşıyan, Lefkoşe kaynaklı haber, 27 Nisan Salı 2004 tarihli Milliyet Gazetesi’nin, Kıbrıs sayfasında yer aldı ve KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat’ın ‘resmi açıklamalarına’ dayanıyordu. ‘Denktaş’ın artık dikkate alınmaması gerektiğini belirten Talat, başlayacak diplomatik atakta kendilerine yararlı olmayacağını söyledi. Talat özetle şunları söyledi.’ ‘Cumhurbaşkanı Denktaş, şu andan itibaren başlattığımız diplomatik atak sürecinde bize yararlı olamaz. Onun için bu durumu hem kendisinin hem de bizlerin değerlendirmesi gerekiyor. Bence artık bu fotoğrafta Denktaş’ın yeri yok. Halk %65 oranında tezlerine ‘hayır’ dedi. Bence istifa etmeli. Bugün bir seçim olsa, ikinci tura bile kalıp kalmayacağı şüpheli. Eğer Denktaş istifa ederse, parti karar verirse cumhurbaşkanlığına aday olurum. Brüksel’de çok geniş temaslar yapacağız. Bu en üst düzeyde olacak. Referandumdan çıkan %65 ‘evet’ desteğini arkama alarak gidiyorum. Rum tarafı referanduma ‘hayır’ demekle çözüme dinamit koydu. Bunu ne yazık ki bütün kurumlarıyla birlikte yaptı. Bizim hedefimiz çözümdür. (7)’ Özellikle ve kasıtlı olarak Rauf Denktaş ile görüşmekten kaçınanlar, uluslararası arenada, Rauf Denktaş’ı elimine ederek, kendi uygun buldukları ‘diğerine’ Talat’a kaymakta sakınca görmüyorlar. Avrupa Birliği, elimine edemediği, söz geçiremediği ve planın önünde bir engel olarak gördüğü Rauf Denktaş’ı cezalandırarak, ‘iplerini daha kolay çekeceklerini’ anladıkları Talat’ı muhatap alma yoluna gidiyor. Adeta ısrarla tek yetkili temsilci muamelesi yapma konusunda kararlı bir tavır takınarak Talat’ı, ödüllendirme mahiyetinde bir miktar para yardımı bile öngörüyorlar. Kıbrıs’ta yapılan referandumun hemen ertesinde, Avrupa Birliği’nin Kuzey Kıbrıslı Türklere ve Talat’a karşı ‘ödüllendirici’ tavrı dünya haber ajanslarına ve gazetelere ‘Avrupa Birliği sözünde duruyor’ olarak yansıdı. Öyle ki, Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen’in söylediği sözler haber başlığı olarak kullanıldı. ‘Verheugen, ‘ Kuzey’in geliştirilmesi için doğrudan temas kaçınılmaz. Çok ileri gitmeye hazırız’ dedi. Avrupa Birliği, KKTC için 259 milyon Euro’yu serbest bıraktı’ alt başlığı ile verilen haberde, özetle Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları toplantısının ardından yayınladıkları sonuç belgesinde alınan kararlar ele alınıyordu. Lüksemburg kaynaklı haberde, KKTC’ye ekonomik izolasyonun kalkması için AB’nin taahhüt altına girdiğini belirten Verheugen , özetle Birleşmiş Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’nin önceliği olmaya devam ettiğini belirtiyordu. Verheugen ‘ Ancak bu nasıl ve ne zaman olur bilemiyorum. Yine de umudu kaybetmemeliyiz. İleri bakma zamanı’ dedi.(8)’ Oyun kurucular, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne sağladıkları maddi destekten ve seferber ettikleri güdümlü medyanın çalışmasından o kadar eminler ki, yardım paketini referandum sonuçlarının açıklanmasından önce garanti etmişler bile. Resmi açıklamaları sokak diline tercüme edecek olursak, ilk önce ağızlara bir parmak bal sürülerek ‘cici çocuk Talat’ ve taraftarlarını mutlu edilecek, daha sonra da istenen tavizler ‘birer birer’ alınarak plan istenildiği gibi yürütülmeye devam edilecektir. Bütün desteğe ve beyin yıkamalara karşı, Kıbrıs’ta istediklerini elde edemeyenlerin planları kısa süreli olsa da aksadı ama değişmedi. Alvaro de Soto Kıbrıs’tan ayrılmadan önce yaptığı açıklamada, ‘referandumun sonucunun ne anlama geldiği üzerinde düşünmek zamanı olduğunu ve böylece gelecekte de olaylara daha soğukkanlı bakılabileceğini’ söyledi. Yani, kısa bir süre için planda tadilat yapmak üzere mola verenler, planın bakım ve onarımı gerçekleştikten sonra, yola ‘çengel attıkları’ Talat ile devam edeceklerdir. Biz, yine Huntington ve ‘Medeniyetler Çatışması’ isimli makalesine dönelim. ‘IMF memurlarını ‘başkalarının paralarına el koyup, onları daha başka insanlara vermeyi, ekonomik ve siyasi yönetime yabancı kurallar dayatmayı, ekonomik özgürlükleri boğmayı seven yeni Bolşevikler’ olarak tanımlayan Georgy Arbotov’a hak verecek şekilde, IMF aşağı yukarı herkesten, aynı şekilde tepki görecektir. Batı, Batılı hakimiyeti sürdürecek ölçülerde dünyaya hükmetmek için uluslararası kuruluşları, askeri gücü ve ekonomik kaynakları fiilen kullanıyor. En azından Batılı olmayanlar yeni dünyayı bu tarzda görüyor ve onların bakış açılarında önemli bir gerçeklik payı var. Bununla birlikte, kuvvet farkları ve askeri, ekonomik ve kurumsal güç mücadeleleri de Batı ile diğer medeniyetler arasındaki anlaşmazlığın bir kaynağıdır.(2)’ Yazar, Türkiye’yi çok sayıda kavmi içinde barındıran bölünmüş ülkeler için tipik bir prototip olarak tanımlıyor. ‘Gelecekte, insanlar kendilerini medeniyete göre ayırdıkça Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi farklı medeniyetlere mensup çok sayıda kavmi bünyesinde barındıran ülkeler parçalanmaya adaydırlar (2)’ Makalenin 1993 yılında kaleme alındığını lütfen unutmayın, Huntington’un da dediği gibi Yugoslavya parçalanmıştır, Sovyetler Birliği de parçalanarak günümüz Rusya’sına dönüşmüştür. Atilla İlhan’ın TRT 2’de yayınlanan programı ‘Atilla İlhan ile Zaman İçinde Bir yolculuk’ isimli programında ve Cumhuriyet Gazetesi’ndeki ‘Söyleşi’ köşesinde defalarca ve defalarca yazdığı ve belirttiği gibi, ‘ Bir kaç ay önce Ankara’ya gelen Rusya ekibine başkanlık eden Alexander Dudin ve Rusya’nın Eski Türkiye Büyük Elçisi Çernişev çok önemli açıklamalarda bulundular. Özellikle Çernişev yaptığı konuşmada, ‘bölünmüşlüğe değinerek’, ‘Bizi, ‘etnik’ ve ‘dini’ etkenleri ön plana çıkararak, bölgede ‘etnik’ ve ‘dini’ kaynaklı ‘sorunlar’ yaratarak parçaladılar. Şimdi, aynı şeyi Türkiye’ye yapıyorlar.’ diyerek konuya dikkat çekmiş, uyarıda bulunmuş ve geçmişte yapıldığı gibi ‘Batı Emperyalizmine’ karşı ittifak oluşturmak için Türkiye’ye çağrıda bulunmuştu. 1920 yılında, Batı Emperyalizmine karşı Anadolu Devrimi ve Bolşevik Devrimi ittifak yapmıştır. 1920 yılında, genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ilk tanıyan, Ankara ile ilk anlaşmayı imzalayan ve Anadolu direnişi için el altından silah yardımı yapan dönemin Sovyetler Birliğiydi. Bugün, aradan 80 yıl geçtikten sonra, Batı Emperyalizmi eskisinden daha ciddi boyutta bir tehlike oluşturarak, bölgeyi tehdit ediyor. Bu tehdide karşı, ortak çıkarlar doğrultusunda birleşmek ve ittifak yapmak için yapılan çağrı hala yanıt bekliyor. Türkiye’deki siyasi irade boşluğundan kaynaklanan basiretsizlikle, bu ‘tarihi dayanışma ve birleşme çağrısı’ maalesef cevapsız bırakılmıştır ve hala çağrıya yanıt verilmemiştir.(9)’ Huntington’un bölünmüşlük ve Türkiye üzerine fikirlerine geri dönelim. ‘Diğer bir kısım ülkeler, vasat seviyede kültürel bir türdeşliğe sahiptir fakat toplumları hangi medeniyete mensup oldukları konusunda bölünmüştür. Bunlar, bölünmüş ülkelerdir. Liderleri, tipik bir biçimde, kervana katılma stratejisi izlemeyi ve ülkelerini Batı’nın üyesi yapmayı arzu ediyor (bakınız, bizim gerçekleri görmeme konusundaki ısrarlı, basiretsiz liderlerimiz) fakat bu ülkelerin tarih, kültür ve gelenekleri Batılı değildir. Bu tür bir bölünmenin en açık ve prototipik örneğini Türkiye teşkil ediyor. Türkiye’nin 20 Yüzyılın sonlarındaki liderleri, Atatürk örneğini takip etmekte (bu noktada Huntington maalesef tümüyle yanılıyor, aksine bilinçli olarak ısrarla Atatürk’ün ilkelerine ve Atatürk’ün öngördüğü devlet politikasına taban tabana zıt bir politika takip edilmiştir ve halen edilmektedir) ve liderleri Türkiye’yi modern, seküler, Batılı ulus devlet olarak tanımlamaktadırlar. NATO’da ve Körfez Savaşı’nda Türkiye’yi Batı ile ittifaka soktular, Avrupa Birliği’ne üyelik için müracaat ettiler. Bununla birlikte, Türk toplumundaki bazı unsurlar, aynı zamanda İslami bir silkinişi desteklemiş ve Türkiye’nin esas itibarıyla Müslüman bir Ortadoğu ülkesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca, Türkiye’nin aydınları Türkiye’yi Batılı bir toplum olarak tanımlarken, Batı’nın aydınları Türkiye’nin öyle olduğunu kabule yanaşmıyor.(2)’ Huntington devam ediyor. ‘Bölünmüş bir ülke, medeniyet kimliğini yeniden tanımlamak için üç şartı yerine getirmelidir. Birincisi, o ülkenin siyasi ve ekonomi aydınları bu hareket konusunda taraftar ve hevesli olmalıdırlar. (2) Burada hareketten kasıt, Avrupa Birliği’dir. Bizim siyasi ve ekonomi aydınlarımız, Avrupa Birliğine girmeye o kadar hevesliler ki, ekonomiden, hukuki yaptırımlara kadar çok geniş bir perspektifte, istenen her türlü tavizi seve seve vermeye dünden razılar. Ve bunu fazlasıyla belli ettikleri, hatta açık açık söyledikleri için Türkiye’yi potansiyel bir ‘sömürge’ konumuna sokmuşlardır.Yazının ileriki aşamalarında ayrıntıları ile bahsedilecek olan 2002 yılında hazırlanan, Türkiye’yi Bölmek ve İç Savaş Çıkarma Projesi’nin gerçek destekçileri aslında bizim bu ‘evlere şenlik’ aydınlarımızdır. ‘İkincisi, kamuoyu kendini yeniden tanımlama konusunda uygun davranmaya istekli olmalıdır.(2)’ Yani, Avrupa Birliği’ne girmeye istekli ve hevesli bir kamuoyu yaratılmalıdır diyor. ‘Avrupa Birliği, Türkiye’nin olmazsa olmazıdır’, türünden atılan hamasi nutukları hatırlayınız lütfen. Ve son on yıldır hiçbir toplumda şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş bir ‘beyin yıkama’ operasyonunu ve medya tarafından halka sürekli olarak pompalanan ve dayatılan Avrupa Birliğine girme şartını. Ankara’da Meclis’in önüne konulan, Avrupa Birliği’ne kesin olarak alınacağımız zamana (!) göre ayarlanan Dijital Saat ile Türkiye’nin kendini uluslararası kamuoyu önünde nasıl komik, acınacak ve küçük duruma düşürdüğü hala akıllardadır.’ ‘Üçüncüsü ise alıcı konumunda bulunan medeniyetteki hakim grupların bu ülkeyi benimsemeye istekli olmalarıdır. Türkiye konusunda şartların ilk ikisi hatırı sayılır oranda mevcuttur. (2)’ Bu noktada, Huntington üçüncü şartı, yani Avrupa Birliği’ndeki ülkelerin Türkiye’yi birliğe kabul edip etmemeleri konusundaki tavırlarını açıklayacak sıkı durun. ‘Türkiye, Avrupa Birliği üyesi OLMAYACAKTIR. Gerçek sebebi, zamanın Cumhurbaşkanı Özal’ın dediği gibidir: ‘ Biz Müslümanız, onlar ise Hıristiyan, fakat bunu dile getirmiyorlar.(2)’ Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme talebi, Birlik tarafından 1989 yılında reddedildi. Bu durumda, ‘siyasi bir iradeye sahip’ hükümetin yapacağı şey, ‘Türkiye’nin Ulusal Çıkarlarını’ gözeten, çok yönlü politikalar izlemek olmalıydı. Ama maalesef, siyasi irade yoksunu, basiretsiz politikacılar tarafından ‘istenilmeyen bir birliğe girmek için çırpınmak ve bunun için yalvarmak’ bir devlet politikası haline getirildi. Öylesine ki, Avrupa Birliği’ne girme konusundaki bıktıran ısrarcı politikasıyla Türkiye, kendini ‘dışarıda bırakılmış arsız bir çocuk’ konumuna düşürüyor. Bu doğal olarak, uluslararası basında karikatürlere ve alaycı yorumlara dönüşüyor. Gerçeği ve sokağın dilini acımasız bir üslupla yansıtan gazetelerin tavrına en çarpıcı örnek ‘Çirkin Manşet’ başlığıyla, Güneri Civaoğlu’nun Milliyette yazdığı ‘Bugün Köşesi’ne yansıdı. Güneri Cıvaoğlu’nun belirttiğine göre, 28 Nisan tarihli Le Monde Gazetesi ‘Yeni Avrupa, Kafa Ütüleyen Türk’le Yüz Yüze’ başlığını kullanmıştı. Hatta, Cıvaoğlu üşenmemiş Fransızcasını bile yazmış. ‘La Nouvelle Europe face au casse – tete Turc’ Bu deyim Kafa ütülemekten, burada yazamayacağımız ahlaka mugayir bir kelimeye kadar uzanıyor. Kafa s……hayal gücünüzü kullanın boşlukları siz doldurun. Bu deyim Avrupa Birliği’ne girmek için ‘zırlayan’ Türkiye’den bıkan, ulusal bir gazetenin ana sayfasında ve manşetten verilmiş. Güneri Cıvaoğlu’nun söylediği gibi ‘ İlla, AB’ye gireceğim diye vıdı vıdı vıdı Avrupa’nın kafasını ütüleyen (s…...), bıktıran Türk’ anlamına geliyor.(10) İşler bu noktaya geldiğine göre, şu soruyu kendimize sormalıyız. Biz bu Avrupa Birliği’ne gerçekten GİRMEK ZORUNDA MIYIZ? Hayır efendim. Ne münasebet.! Bizim HAYIR, İSTEMİYORUM demek gibi bir alternatifimiz daha var. Neden bu alternatifi kullanıp milletçe kocaman bir HAYIRI basmıyoruz? Lütfen, Huntington’un şimdi, Türkiye’yi göndermek istediği hedefe dikkat edin. Çünkü, aynı görüşü, Nisan ayının üçüncü haftasında Fransa’da yayımlanan Le Point Dergisi’nin Kapak konusu olan ‘İslam ve Batı’ isimli araştırma içinde bir kez daha net olarak tekrar etmiştir. Bu da gösteriyor ki, Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ isimli eseri kaleme aldığı 1993 yılından beri görüşlerinde hiçbir değişme olmamıştır. Bu durumda, Türkiye karşısında ‘sizi Avrupa Birliğine alacağız’ vaatleriyle, Türkiye’den bir takım tavizler koparmaya çalışanlar, açıkça YALAN söylüyor demektir. İlk önce, Huntington, 1993 yılında kaleme aldığı ‘Medeniyetler Çatışması’ isimli makalesinde ne dediğine bakalım daha sonra, aradan 11 yıl geçtikten sonra Le Point Dergisine söylediklerini inceleyelim. ‘Mekke’yi reddettikten ve ardından Brüksel tarafından reddedildikten sonra, Türkiye nereye bakar? Cevap, Taşkent olabilir. Sovyetler Birliği’nin mirası, Türkiye’yi Yunanistan sınırlarından Çin’e kadar yedi ülkeyi kuşatan ve yeniden hayat bulan bir Türk Medeniyetinin lideri olma fırsatı veriyor(2)’ Şimdi gelelim, Huntington’un Fransa’da yayımlanan Le Point’e Nisan’ın üçüncü haftasında neler söylediğine. ‘Huntington arzu edilenin, Türkiye’nin İSLAMİ Bloka katılmayı seçerek, ‘Atatürk’ün ortadan kaldırmak istediği ama başaramadığı Müslüman mirasıyla bütünüyle yeniden barışmayı kabul etmesi’ olduğunu belirtti. Huntington, Türkiye’nin etkili ordusu ve hayli iyi işleyen demokrasisi (!) ve iyi yönetilen (?) güçlü bir Müslüman ülkesi olduğunu ifade etti. Huntington, bu özellikleriyle, Türkiye’nin Müslüman dünya için ideal bir lider adayı olduğunu kaydetti (3).’ Yukarda geçen bir cümlenin açılımını yapmak gerekliliği doğuyor. Huntington kelimesi kelimesine aynen şöyle diyor, ‘Atatürk’ün ortadan kaldırmak istediği ama başaramadığı Müslüman mirasıyla bütünüyle yeniden barışmayı kabul etmesi’ gerektiğini söylüyor. Yani, Atatürk’ü burada ‘İslamiyet Düşmanlığı’ yapmakla açıkça suçlayan Huntington, bununla da kalmıyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü Türk halkına ‘din düşmanı’ olarak lanse etmeye çalışıyor ve Atatürk’ün Laik Cumhuriyet’i korumak ve devamlılığını sağlamak için getirdiği esasları da ‘tarihi bir hata’ olarak niteliyor. Hatta bununla da yetinmiyor, ‘bize ne yapmamız gerektiğini söylemeye cüret ediyor!!!’ Sanki, ona sorulmuş gibi. Sanırım, Huntington ‘çizmeyi aşmak’ deyimini duymamış olsa gerek. Yoksa, hala ‘ulusal değerlerine’ ve ‘Atatürk İlke ve İnkılaplarına’ sonuna dek bağlı bir ‘halkın’ yaşadığı bu toplumda, ağır bir ‘hakaret’ kabul edilebilecek böylesine bir sözün, infiale yol açabileceğini görürdü. En kibar tabiriyle, ‘terbiyesizlik’ ve ‘saygısızlık’ olarak tanımlanacak böyle bir cümleyi, büyük bir fütursuzlukla sarf edebildiğine göre, ‘bir yerlerden güç alıyor’ demektir. Deyim yerindeyse, ‘gemi azıya almış’ olan Huntington, artık düşünmek gereğini dahi duymadan konuşuyor. Eleştirilmeyeceğinden ve tepki almayacağından öylesine emin görünen yazarın, bu vurdum duymazlığı başka nasıl açıklanabilir ki? 1980 öncesine kadar Türk toplumunda, Müslüman kimliği hiçbir zaman sorun olmadı ama Think Tank ekibinin kurguladığı ve Türkiye’de bir İç Savaş çıkararak Türkiye’yi bölme, parçalama ve paylaşma oyununun kuralları gereği, ‘din’ öğesi bir anda toplumda sorun olarak suni bir biçimde YARATILDI. Şimdi bu planın mimarlarından biri olan Huntington tarafından bu açıkça İTİRAF ediliyor. Cumhuriyet Gazetesi’ndeki ‘Bıçak Sırtı’ isimli köşesinde, ‘Sermaye, Din ve Batı’ isimli makalesinde Prof. Erol Manisalı, ‘din’ öğesinin istenirse, nasıl bir ideolojik ve ekonomik bir silaha dönüştürülebileceğini anlatıyor. ‘Sermaye ve partilerin halktan uzaklaşmaları ve ülke yönetiminde zayıflamaları ‘İslami partilerin de ortak edilmesini’ zorunlu hale getirdi. Köylü, varoşlar, işsizler, fakirler ve muhafazakar çevreler İslamın siyasete sokulması ile denetim altına alınacaklardı. Aksi halde, ortaya ‘gerçek sol partiler’ çıkabilir ve Türkiye’de, halkçı, ulusalcı ve hatta anti emperyalist politikaları benimsemiş hükümetler iş başına gelebilirdi. ‘Kemalist bir Cumhuriyet’ yerine İslamcı bir Cumhuriyet, dini ve sermayeyi birleştirebilirdi. Gayri milli sermaye, Batı sermayesi ile birlikte çalışırken İslamcı Parti varoşları, kırsal alanı, muhafazakar ve dini bütün vatandaşları şemsiyesi altına çekerdi. Hele televizyonlar, gazeteler, okullar ve sivil toplum örgütleri de gayri milli sermaye ve İslami Partiler tarafından denetim altına alınır ise sadece ulusalcı kimlik ve değerler değil, ulusalcı ordu da ‘çözülebilirdi’. 1995’ten bugüne kadar ‘sermayenin ve dinin birlikte siyasete sokulması’ çalışmaları arttırıldı. Bu model, ABD – İngiliz ikilisinin yeni ‘küresel’ yaklaşımlarına da uygundu. (11)’ Prof. Erol Manisalı’nın buraya kadar söylediği şeylerle, yukarda Huntington’un ifade ettiği görüşlerle ne kadar tıpa tıp örtüşüyor, değil mi? Tek bir farkla, Prof. Erol Manisalı ve Huntington karşıt saflarda bulunuyorlar. Huntington’un densizliğini anımsayın lütfen, ne diyordu? Arzu edilen, Türkiye’nin İslami Bloka geçerek, ‘Atatürk’ün ortadan kaldırmak istediği ama başaramadığı Müslüman mirasıyla bütünüyle yeniden barışmayı kabul etmesidir’ Prof. Erol Manisalı devam ediyor. ‘İslam ülkeleri, dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin %60’dan fazlasını ellerinde tutuyorlardı. Türkiye’nin Cumhuriyet yapısı, ‘İslami Cumhuriyet Modeline’ kaydırılırsa sermaye-din bütünleşmesi Batı’nın istediği biçimde yürütülebilirdi. Sermaye ‘gayrı milli hale gelebilir’ ve Batı kapitalizminin denetimi altına alınırdı. İslami Parti aracılığı ile de kırsal alanlar ve varoşlar ele geçirilebilirdi. Halkçı, ulusal kimlik ve politikaların yerine, gayrı milli sermaye ve ümmetçi zihniyet egemen olurdu. İslamcı siyasi partinin bir eli sermayede, bir eli dinde bulunurdu. İşsizliğin ve sosyal patlamaların getireceği ‘toplumcu politikaların’ önü Batı tarafından bu yolla kesilmek istendi. Son günlerde, ABD’den sürekli olarak pazarlaması yapılan ‘İslami Cumhuriyetin’ arkasına gizlenmiş niyet bu; ‘dinci siyaseti’, ‘gayri milli sermaye’ ile birleştirip dizginleri ‘Batı Kapitalizminin’ eline vermek. Bunun ilk denemesi Kıbrıs’ta yapıldı. Önümüzdeki yıllarda, Türkiye’ye de yaymak istiyorlar. Herkesin artık şapkasını önlerine koyup düşünmesi gerekiyor.(11)’ Sürekli olarak Avrupa Birliği tarafından istismar edilen ve Türkiye’ye karşı bir tehdit olarak kullanılan ‘din’ öğesi konusuna değinilmişken taze bir gelişmeyi de aktarmak gerekiyor. Uzun bir süredir, ‘türban’ konusunu diline dolayan Avrupa Birliği ülkeleri Almanya ve Fransa, türbanı bir ayrımcılık aracı gibi tanımlıyor ve turbanın üniversitelerde, okullarda, resmi devlet dairelerinde, kurum ve kuruluşlarda serbest bırakılması konusunda Türkiye’ye tavsiye kararları verirken tam tersi bir uygulamayı kendi ülkelerinde gerçekleştiriyorlar. Din öğesini ön plana çıkararak toplumda kasıtlı olarak huzursuzluk, ayrımcılık ve bölücülük yapmaya çalışan bu ülkeler ‘bölme, parçalama ve paylaşma’ sürecinin hızlandırmak için laikliğin altının sistematik olarak kazılması konusunda, ‘sözde’ hükümete destek veriyorlar. Kendi ülkelerinde, Türkiye’ye hararetle önerdiklerinin tam tersini uygulayanların başında Almanya geliyor. Aldıkları kararlar ve çıkardıkları yasalarla Almanya, bu konuda en çarpıcı örneklerden birini oluşturuyor. ‘Aşağı Saksonya’da Türban Yasağı’ başlıklı haberde, aynen şöyle deniyor. ‘Almanya’nın Aşağı Saksonya eyalet meclisi, okullarda öğretmenlerin türban takmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Eyalet hükümetinin öğretmenlerin türban takmasının yasaklanması yolundaki kararı, eyalet meclisinde yapılan oylamada Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), Sosyal Demokrat Parti(SPD) ve Hür Demokratik Parti’nin (FDP)’nin oylarıyla kabul edildi. Eyalet Eğitim Bakanı Bernd Busemann, yasanın her öğretmenin ne amaçla türban taktığının incelenmesi öngördüğünü, ancak yasanın bu incelemelerin türban yasağıyla sonuçlanacak şekilde uyarlanacağını belirtti. Aşağı Saksonya, türbanı yasaklayan 2. Eyalet oldu. 1 Nisan’da Baden – Wuerttemberg eyalet meclisi benzer bir karar alarak türbanı yasaklamıştı. Türban yasağı, Almanya’da yaşayan Müslüman azınlık tarafından tepkiyle karşılandı.(12)’ Bilmem haberde geçen ‘yasanın her öğretmenin ne amaçla türban taktığının incelenmesi öngördüğünü’ cümlesi hiç dikkatiniz çekti mi? Yani, açıkça neden türban takıyorsun, bunu ‘siyasi bir silah’ olarak mı kullanıyorsun diye soruyor ve bunu yasal olarak resmi dile döküyor. Peki, biz bunu kendi ülkemizde sormaya kalktığımızda, açıkça dile getirmeye çalıştığımızda, ‘türbanı siyasete alet’ eden ve siyasi bir silah, ideolojik bir yaptırım olarak kullanmaya çalışanlar tarafından neden ‘ayrımcılıkla’ suçlanıyoruz? Bu çevreler, sistematik olarak yürütülen sinsi çalışmalarla, laikliğin altını oyarken bu gücü nereden ve KİMLERDEN alıyorlar? İşte, cevaplanması gereken sorulardan biri ve aynı zamanda anlamlı bir okuma yapmak istediğimiz yap bozumuzun önemli parçalarından biri daha. Lütfen, din ve etnik kökenleri, kimliğini bulmada ve hangi medeniyete ait olduğunu anlamada belirleyici olarak gören Huntington’ın temel görüşünü bir kez daha hatırlayın. Buna Huntington’ın ‘Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi veya IMF’nin aldığı, Batı’nın çıkarlarını yansıtan kararlar, dünya topluluğunun arzularını yansıtıyormuşçasına sunulur’ görüşünü de ekleyin. Üstüne üstlük ‘Batı, IMF ve diğer milletlerarası ekonomik kuruluşlar sayesinde ‘kendi ekonomik politikalarını’ öteki uluslara zorla kabul ettiriyor’ cümlesini de anımsayınca, Huntington bize söyleyecek laf bırakmıyor. Gelelim, Huntington’un öngördüğü, Türkiye’nin Türki Cumhuriyetleri’nden oluşan bir bloğa katılma öngörüsüne. Türkiye bu fırsatı, ısrarla ve sürekli olarak reddedildiği halde Avrupa Birliği’ne üye olmak gibi olmayacak bir hayalin peşinden koştuğu için ironik bir biçimde kaçırmıştır. Ama, ikinci bir fırsat, bu makale yazıldıktan 10 yıl sonra, Rusya’dan gelen teklifle yine gündeme geldi. Bu sefer, Türkiye’nin katılması teklif edilen ciddi ve mantıklı esaslara oturtulan Avrasya Modelinde, Türki Cumhuriyetlerine ek olarak Çin ile model daha güçlendirilmiş ve sınırları genişletilmiştir. Öte yandan, oyun kurucuların titizlikle sahneye koydukları bir oyun daha var. Yani oyun içinde oyun. Tıpkı Rusların Matruşka Bebekleri gibi. Her kutunun kapağını açınca içinde başka bir kutu buluyorsunuz. Büyük Orta Doğu Projesi’de böyle yapılanmış, Matruşka bebekleri gibi, planın alt okumaları, neredeyse oku oku bitmiyor. Çünkü, Orta Doğu Projesi birçok planın iç içe geçmiş halkalarından oluşuyor. Birini, diğerinden ayırmak çok zor. Amerika’ya göre, resmi söylemde, bu plan Ortadoğu’da siyasi ve ekonomik dengelerin istikrarlı birlikteliği için gerekli bir yaklaşım. Tıpkı, elindeki sihirli değneğiyle dokunduğu yere pırıltılar saçan peri kızı misali, pembe hayaller satan Amerika’nın son ‘siyasi soap operası’. Resmi dildeki söylemi irdeleyen Abdullah Şahin, Büyük Ortadoğu Projesi başlıklı makalesinde, Medeniyetler Çatışması’nda Huntington’un söylediklerini şöyle açıklıyor. ‘Büyük Ortadoğu Projesi; Batı’nın, ferdiyetçilik, insan hakları, demokrasi, siyasi ve iktisadi liberalizm ve din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gibi değerlerinin Ortadoğu’da ve Ortodoks Hıristiyan aleminde yayılması ve bu ülkelerde uygulanması projesidir. Birden bire demokrasi havarisi kesilen Amerika, Soğuk Savaş dönemi desteklediği Ortadoğu’nun diktatörlerine, neden şimdi Batı değerlerini, özellikle de demokrasiyi dayatmakta?(13) Irak’a demokrasi götürmek adına, işgal ettiği ülkeyi parçalayarak 30 bin sivili attığı bombalarla katleden Amerika’nın asıl amacı nedir? Bazı yazarların açıkça iddia ettiği gibi petrol olmasın? ‘Bu soruya, Samuel P. Huntington şöyle cevap veriyor: “Amerikalılar, en baştan beri ulusal kimliklerini hep istenmeyen ötekinin karşıtlığı üzerine inşa ettiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD, kendisini Sovyetler Birliği ve dünyadaki diğer komünist ülkelere karşı demokratik ve özgür dünyanın lideri olarak tanımladı. Soğuk Savaş, Amerikan halkı ile yönetimi arasında ortak bir kimliğin oluşmasını sağlamıştı. Ancak savaşın sona ermesi, bu kimliği zayıflatacak yada en azından değişmesine yol açacak’. Geçmişte bombalı saldırılar genellikle ABD düşmanı yabancıların işi olarak nitelendirildi ve birçok kişi Oklahoma City’deki bombalı saldırının yeni bir düşmanın, Müslüman teröristlerin marifeti olduğu kanısındaydı. Halbuki bombalı saldırı, bir ölçüde Amerikalıların alışageldiği bir düşmandan yoksun kalmasının sonucuydu.(13)’ ‘Amerika, kendisini hep düşmanına göre tarif eden bir ülke olmuştur, bu nedenle Soğuk Savaş dönemi “Komünizm ile mücadele eden, özgürlük ve demokrasi yanlısı” bir ülke olarak kendisini tarif eden Amerika, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile, kendisini tarifte zorlanmıştır. Amerika, 11 Eylül Saldırısı ile yeniden kendisini tarif etmiştir. Bu sefer kendisini, “Küresel Terörizm ile mücadele eden” bir ülke olarak tarif etmiştir. 11 Eylül saldırılarının hemen ertesinde, Bush’un televizyondan yaptığı resmi açıklamada bu resmen açıkça belirtilmiştir. Huntington’ın Oklahoma City’deki bombalamayı, Amerikalıların alışageldiği bir düşmandan yoksun kalmasının sonucu olarak açıklaması ve düşmanı olmayan medeniyetlerin çöküşünün mukadder olduğu yönündeki tespiti ve bunu Amerika’ya uyarlaması da bizce manidardır.(13)’ ‘11 Eylül Saldırısı ile başlayan, Afganistan’ın İşgali, Irak Savaşı, İstanbul’daki ikiz saldırılar ve son olarak da İspanya’da düzenlenen saldırı ve bunlara ilaveten “Büyük Ortadoğu Projesi” ve “Küresel Terörizm ile Mücadele”, Clinton döneminde ekonomik bunalıma giren ve Bush yönetimiyle tekrar eski canlılığına kavuşan silah sanayi ve Irak’a demokrasi götürmek gibi kavramları yan yana getirdiğinizde, Huntington’ın görüşleri sadece masum öngörüler mi? Yoksa, Think-Tank (düşünce) kuruluşları tarafından yazılıp, daha sonra da uygulamaya konan ve her aşaması titizlikle takip edilen planın parçaları mı? (13)’ Elimizdeki yaz bozun parçalarını masanın üzerine yaydığınızda, anlamlı bir tablo oluşturmak ve doğru bir okuma yapmak için elimizde zengin bir kaynak olduğunu görüyoruz. Özellikle 11 Eylül saldırılarını bir ‘ulusal felaket’ kılıfı içinde pazarlamayı başaran ABD, 11 Eylül üzerinden elde ettiği rantın keyfini çıkarıyor. 11 Eylül Saldırısının hemen ertesinde, terörizm ile savaşacağını resmi olarak açıklayan Bush, resmi söyleme döktüğü ‘gerekçesiyle’ yapmak istediği her şeyi meşrulaştıran altın bir anahtar bulmuş gibi oldu. Hatta bunu o kadar ileri götürdü ki, bir süre önce yaptığı açıklamaların birinde ‘Haçlı Seferleri’ deyimini kullanmakta hiçbir sakınca görmedi. Daha sonra, Beyaz Saray tarafından yapılan açıklamayla her ne kadar bu basit bir dil sürçmesi olarak nitelendiyse de George W. Bush sergilediği tavırla, bunun basit bir dil sürçmesi olmaktan çok daha öteye taşımaya kararlı olduğunu son olayla bir kez daha kanıtladı. İslam Dünyası’nda çok sert bir tepki alan olay, İslam Dünyası ve Hıristiyan kimliği üzerine oturtulmuş olan Batı Medeniyetini ilk kez ciddi biçimde karşı karşıya getirdi. Sonuç olarak, birinci bölümün sonuna doğru bir çok okuma yaptık ama şimdi bu okumalara bir yenisini daha ekliyoruz. ‘Haçlı Seferleri’ kavramını. Bu deyimin bizzat kullanıcısı ve neredeyse meşrulaştırarak savunucusu George W. Bush olunca, bir kez daha düşünmekte fayda var diyoruz. Bu deyimin açılımına, araştırmamızın ikinci bölümünde geniş yer vereceğiz. Fakat dünya basınında, büyük yankı uyandıran ve uluslararası ilişkilerde Beyaz Saray’ı sıkıntıya sokan son haberi vermeden birinci bölümü kapamak istemiyoruz. Dediğimiz gibi ‘Haçlı Seferlerinin’ tarihçesini ve amacını ikinci bölüme saklayarak, bir ‘siyasi soap opera’ tadında sunulan, renkli ve albenili sunumuyla neredeyse, ‘Muppet Show’a rakip olabilecek ‘Haçlı Seferleri ve Bush’ ile sizleri baş başa bırakacağımız haberimize geçiyoruz. ‘Yine Haçlı Seferleri Gafı’ başlığı ile 20 Nisan 2004 Salı tarihli Milliyet Gazetesi’nin, Dış Haberler Servisi’nde yer alan haberde, Bush’un son kırdığı diplomatik gaftan bahsediliyordu. ‘ABD Başkanı George W. Bush’un 11 Eylül saldırılarından kısa bir süre sonra, terörizme karşı dünya çapında mücadelenin uzun ve zahmetli bir süreç olacağını kastetmek için kullandığı, İslam Dünyasında büyük tepki çeken ‘Haçlı Seferi’ terimi, bu kez Bush – Cheney ikilisinin seçim kampanyasının başkanı Marc Recicot tarafından yine aynı bağlamda kullanıldı.(14)’ ‘Racicot, Florida’da yeni kampanya çalışanlarına gönderdiği 3 Mart tarihli mektubunda, Bush’u ‘Terörizme karşı dünya çapında bir haçlı seferine önderlik ediyor’ sözleriyle övdü. Eski Montana Valisi Marc Racicot, önceki gün yaptığı açıklamada, amacının Bush’un Afganistan ve Irak’taki başarılarının vurgulanması olduğunu söyleyerek, ‘O mektup, Başkan’ın, uluslararası topluluğun diğer üyeleri ile birlikte, sadece bir an, bir gün, 10 yıl için değil ama yüzlerce yıl için insanları kurtarmak ve özgürlük davasını korumak için sarf ettiği çabalar üzerine odaklanmıştı’ diye konuştu. (14)’ ‘İngilizce ‘crusade’ kelimesi ‘Haçlı Seferi’ nin yanı sıra ‘büyük dava’ veya ‘kampanya’ anlamına da geliyor. Beyaz Saray Sözcüsü, Ari Fleischer, Bush’un ‘crusade’ kelimesini ‘büyük dava’ anlamında kullandığını vurgulamış, yine de İslam Dünyasında negatif (olumsuz) çağrışım yapan kelimeyi kullandığından dolayı pişman olduğunu ifade etmişti. (14)’ ‘Beyaz Saray’ın, kamuoyunu aptal yerine koyduğu ‘komik’ açıklamasından sonra, kelime anlamını kontrol etmek için okuyucuların herhangi bir İngilizce – Türkçe sözlüğe bakmalarını şiddetle tavsiye ediyoruz. Crusade kelimesi, Haçlı Seferi anlamında kullanılır. Kast edilen ‘Büyük Dava’ ve ‘Kampanya’ kelimeleri için nerdeyse yarım düzine İngilizce kelime bulabilirsiniz ama bunların arasında tahmin edeceğiniz gibi Crusade kelimesine rastlayamazsınız. Çünkü, gündelik konuşma dilinde ve pratikte crusade hiçbir zaman için ‘Büyük Dava’ ve ‘Kampanya’ anlamında kullanılmaz da ondan. Daha önce de Haçlı Seferi deyimini kullanan Bush Yönetimi, neredeyse bunu ‘tehlikeli’ bir alışkanlığa dönüştürdü. Psikologlar, ‘dil sürçmesi’ adı altında ifade edilen eylem aslında, kişinin bilinç altına ittiği isteklerinin somut bir göstergesidir diyor. Bu tanımı dikkate alırsak, durum hakikaten tehlikeli. Çünkü bu ifadeyi, ilk önce söyleme ve kullanma alışkanlığı edinenler, bir sonraki aşamada fiiliyata dökmekte sakınca görmeyeceklerdir. Okumayı tersinden yaparsak, yani sondan başa doğru bakarsak, Birleşmiş Milletler askerlerinin desteğini de alan Afganistan işgali, ardından gelen ve hala devam eden Irak’ın işgali ve parçalanma süreci yaşanırken, hali hazırda Bush bu deyimi gerçek hayata geçirdi de acaba biz mi fark etmiyoruz? ABD’nin senaryosunu yaptığı ve çoktan uygulamaya koyduğu bir ‘Haçlı Seferi’ ile mi karşı karşıyayız? Terörizmle mücadele adı altında, ilk önce Afganistan’a saldıran ardından da Irak’a pervasızca giren bu zihniyetin, ‘bir sonraki hedefi’ neresi olacak? Şimdi, acilen dikkate alınması, üzerinde düşünülmesi ve bir cevap aranması gerekecek olan soru budur. (1) Alice ve Dante’nin İmkansız Birlikteliği, Deneme , Seval Deniz Karahaliloğlu, www.izedebiyat.com adresinden makaleye ulaşılabilir. (2) Samuel P. Huntington, ‘Medeniyetlerin Çatışması’ isimli makalesi, Foreign Affairs Dergisi’nde 1993 yılınız yaz mevsiminde yayınlanmıştır. Daha sonra makalenin dünya çapında ilgi görmesi üzerine yazar makalesini kitap haline getirip yayınladı Kitap Türkçe’ye de çevrildi. Samuel P. Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” ve bu konudaki diğer makalelerini içeren, kitap Murat Yılmaz’ın derlemesiyle piyasaya Vadi Yayınları’ndan çıktı. (3) Milliyet Gazetesi, ‘Medeniyetsiz Yaklaşım’ isimli Haberden alınmıştır, 29 Nisan Perşembe 2004, Politika Sayfası Sayfa :17, Dış Haberler Servisi – Orijinal Kaynak, Franda’da yayımlanan Le Point Dergisi, İslam ve Batı isimli Kapak Konusunda Huntington’un gazeteye yaptığı açıklamalar. Orijinal makaleye, Le Point Dergisinin Nisan ayının üçüncü haftasında yayınlanan sayısından ulaşılabilir. (4) Milliyet Gazetesi, ‘Fransa’ya Airbus Jesti’, Utku Çakırözer - Dublin, 3 Mayıs 2004 Pazartesi, Yorum/ Haber Sayfası, Sayfa:13 (5) ‘Chirac’tan Ölçülü Destek’, Mine Kırıkkanat - Paris, Milliyet Gazetesi, 30 Nisan 2004 Cuma, Görüş/Haber Sayfası, Sayfa :19 (6) Prof Erol Manisalı’nın ‘AKP, AB ve ABD:Örtüşen Hedefler mi?’ isimli makalesinden esinlenilmiştir. Prof. Erol Manisalı, İstanbul Üniversitesi, Uluslararası İktisat ve İktisadi Gelişme Ana bilim Dalı ve Cumhuriyet Gazetesi Köşe Yazarı. Makale, 19 Şubat 2003 tarihli, Cumhuriyet Gazetesi, ‘Bıçak Sırtı’ Köşesinde yayınlanmıştır. Erol Manisalı’nın Cumhuriyet’te yayımlanan makalelerine internetten http://www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali adresine girerek ulaşabilirsiniz. (7) ‘Talat : Denktaş Artık Dikkate Alınmamalı’ başlıklı haber. Sefa Karahasan Lefkoşa imzalı haber, 27 Nisan Salı 2004 tarihli Milliyet Gazetesi’nin, Kıbrıs Sayfası, Sayfa :16 (8) ‘AB Sözünde Duruyor’ başlıklı Haber. Güven Özalp imzasını taşıyan, Lüksemburg kaynaklı haber, 27 Nisan Salı 2004 tarihli Milliyet Gazetesi’nin Kıbrıs Sayfası, Sayfa : 17 (9) Atilla İlhan İle Zaman İçinde Bir Yolculuk, Atilla İlhan, Gazeteci, Yazar, Cumhuriyet Gazetesi Köşe Yazarı. Makale ile ilgili bilgilere, yazarın ‘Söyleşi’ isimli köşesinden ulaşılabilir. Atilla İlhan’a internet yoluyla http://www..bilgiyayinevi.com.tr/alihan tilahan@isnet.net.tr adreslerinden ulaşılabilir. (10) ‘Çirkin Manşet’ Güneri Cıvaoğlu, 29 Nisan Perşembe 2004 tarihli Milliyet Gazetesi, ‘Bugün Köşesi’, Politika Sayfası, Sayfa:17 (11) ‘Sermaye, Din ve Batı…’ Prof. Erol Manisalı, 3 Mayıs 2004 Pazartesi, Cumhuriyet Gazetesi, Bıçak Sırtı Köşesi. Sayfa : 11 (12) ‘Aşağı Saksonya’da Türban Yasağı’, Milliyet Gazetesi, 29 Nisan Perşembe 2004, Dış Haberler Servisi. Sayfa :18 (13) ‘Büyük Ortadoğu Projesi ve Amerika’nın Yeni Kimliği’, Abdullah Şahin Gazeteci "Büyük Ortadoğu Projesi ve Amerika'nın yeni Kimliği" isimli makale, 16 Mart 2004, tarihli Vakit Gazetesinde, Dış Haberler sayfasında yayımlanmıştır. Aynı isimli makaleye İnternetten google arama motoru aracılığıyla ulaşılabilir: Samuel P. Huntington – Türkçe Web – Yazarın, elektronik posta adresi asahin@nettemail.com (14) ‘Yine Haçlı Seferi Gafı’, Dış Haberler Servisi, 20 Nisan 2004 Salı, Milliyet Gazetesi, Dış Haberler Servisi, Sayfa:18
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |