Yalnızlık güzel birşey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel birşey olduğunu söylemesi gerekir. -Balzac |
|
||||||||||
|
Ömer Akşahan Bir serüvenin başlangıcı Yıl 1981: 12 Eylül’ün ortalığı tozu dumana kattığı; bir çok devlet memurunun asılsız ispiyonlarla sağa sola savrulduğu acılı günler. Sisli bir Kasım günü hiç beklemediğim kararı duyunca, ister istemez sarsıldım, hıncım bir an öfkeye döndü. Çünkü, beni istemeyenler çok komik bir gerekçe bulmuşlardı:“seyrekleştirme!“ Benimle birlikte ailem de bir anda yıkılmıştı. Oğlumun, evden ayrılırken, pantolonumun paçalarına yapışıp; „Gitme, gitme babacığım!“ deyişini, ömrüm boyunca unutmayacağım. Kararnamemde yazılı olan okulu, kime sorduysam doğru yanıt alamıyordum. Halbuki atandığım okul, oturduğum ilçenin sınırları içindeydi. En sonunda yarım yamalak bir bilene rastlamıştım. Bana;“ Yıldız semtinde, Demirdere’yi sorup öğrenebileceğimi..“ söyledi. Büyük bir merakla, o güne değin pek tanımadığım, Ödemiş’in en eski yerleşim merkezi olan Yıldız Oteline vardım. Orada ilk karşılaştığım kişiye, Demirdere Ortaokuluna nasıl gidebileceğimi sordum. Bana önce kayıtsızca bakan kişi, ciddi olduğumu anlayınca, bu semtten kalkan dolmuş-larla oraya gidebileceğimi, belirtti. Nihayet gerçeği öğrenebilmiştim! Demirdere köyü Ödemiş’e yaklaşık 45 km. uzaklıkta, Aydın Dağlarının vadileri arasında kurulmuş bir kaç köyden sadece biriydi. Küre Gediği Nihayet ayrılık günü gelip, çatmıştı. Üç beş parça eşyayı Anadol kamyonete yükleyip, bacanakla yola düştük. Arabamız toprak stabilize yoldan güç koşullarda ilerledikten sonra, Küre köyüne varmıştık. Aralık ayının başında, yağış ve yoğun traktör trafiği sonucu, halkın ‘tabla’ tabir ettiği derin çukurlarda ilerlemek oldukça zordu. Bizi gören köylüler, bu araçla Küre gediğini aşamayacağımızı söylemişlerdi. Önce pek inanmamıştık. Yaklaşık on beş yirmi dakika sonra acı gerçekle karşı karşıya geldik. Aracımız Küre gediğine vardığında, derin bir tablaya gömülmüş, bir metre bile ilerleyemez haldeydik. Çaresiz bir traktör bulup, gediği aşmayı başarabildik, sonunda. İlk Gece Geldiğimizi duyan köyün ileri gelenleri, acil bir çözüm bularak; beni, terkedilmiş, yıkılmaya yüz tutan eski bir eve yerleştirdiler. Bacanağım ve ev sahibinin de yardımlarıyla, alelacele kurduğumuz soba, bana ilk gecenin ayazını kırmama yetmemişti. Hadi, uyu, uyuyabilirsen! Eşimden, oğlumdan ve bir çok dostumdan koparılmanın verdiği hüzünle, bir anda derin bir yalnızlığa gömülmüştüm. Hamamköylü Günler... Atama şokumun ardından ikinci şoku, aynı branşta bir öğretmenin de benimle birlikte çalıştığını öğrendiğimde yaşadım. Demek ki, „seyrekleştirme“gerçekten uydurulmuş bir bahaneydi. Asıl neden, hakkımda yapılan siyasi bir ispiyondu! Köy muhtarı, ihtiyar heyeti üyeleri ve köyün diğer ileri gelenleriyle tanışmam pek uzun sürmedi. İlk anda okulu Demirdere köyünde bulacağımı umarken, okul isminin, okulun açılması için bulunmuş bir taktik olduğunu öğreniyordum. Çünkü, Mendegüme denilen bu yörede; Hamamköy, Güney, Çayır, Demirdere ve Küçükören’den oluşan ortak bir yerleşim söz konusuydu. Böyle bir ortamda bir çok konuda olduğu gibi, isim belirlenmesinde de problem çıkmış; Demirdere muhtarının bastırması sonucu, okulun adı Demirdere olarak tescil edilmişti. Fakat okul, Hamamköy İlkokulu binasına bitişik bir derslik yapılarak, 1979’da eğitim-öğretime açılmıştı. Benim gelişimse, okulun üçüncü öğretim yılına rastlıyordu. Ne hazindir ki, aradan geçen zamanda, okula gerçek anlamda doğru dürüst bir çivi çakılmamış, okulun ne mühürü, ne de yazışma yapabileceği bir daktilosu dahi temin edilmemişti. Okulun bu hazin durumunu gördükten sonra bir karar vermem gerekiyordu; ya öncekiler gibi, bu kuş uçmaz, kervan geçmez köyde, elim kolum bağlı oturacak, ya da kolları sıvayıp, çalışacaktım. Atanmamda yapılan tüm haksızlıkları içime atarak, bu köye hizmet etmeye karar verdim. İlk işim, köy muhtarından bazı bilgiler almak oldu. Hamamköy muhtarı Mustafa Çakıcı’nın yaklaşımı bana güven verdiğini görünce, bir şeyleri onunla paylaşabileceğime sevindim. Muhtar Mustafa Çakıcı 1974’den başlayıp,1977’li yıllarda toplumda bir fırtına estiren, dönemin CHP genel başkanı Bülent Ecevit’in „Köykent Projesi“ adeta Mendegüme düşünülerek geliştirilmiş gibiydi. Böyle bir projenin başarılması için de, sanki genç idealist Mustafa Çakıcı düşünülmüştü. Gerçekte herşey bir tesadüf sonucu, 1977’de Mustafa Çakıcı’nın Hamamköy muhtarlığına seçilmesi ile başlar. Kurtuluş savaşında verdiği kırk şehidiyle haklı olarak övünen köylüler, o güne dek yalnızca seçimden seçime köye uğrayıp, bir yığın vaadle oy almayı alışkanlık haline getirdikleri bu köydeki değişimin farkına, kısa bir süre sonra varacaklardır. Çünkü, o güne dek, sadece adını duydukları muhtarı, bu kez sıkça karşılarında görür olmuşlardı. Kendilerinden aş ekmek ister gibi yol, okul isteyen bu genç adamı dinleme gereğini duyarlar. Eskilerin ‘çarıklı erkan-ı harp’ dedikleri; gözlerinden zeka fışkıran, sarışın, tıknaz Mustafa Çakıcı, günlerinin çoğunu ilçe merkezi Ödemiş’te geçiriyor; kâh kaymakamlıkta, kâh öteki resmi dairelerde ömür törpülüyordu. Renault Station tipi arabasıyla hem lokantasına gerekli malzemeleri satın alıyor, hem de köyün işlerini takip edebiliyordu. O kararını çoktan vermişti: Hamamköy Mendegüme’nin doğal merkezi olarak, o güne dek devletten hak edip de alamadıklarını mutlaka alacaktı. İnançsa, başarının en büyük anahtarıydı. Bir Yol Açma Öyküsü Her hafta Cuma günü sabah erkenden Ödemiş’e inip, Pazartesi akşam üzeri köye dönmek zorundaydım. Köye günlük işleyen bir servis yoktu. Bir dolmuş ve bir jeepten oluşan iki araçlık servis, sabah erkenden Ödemiş’e hareket eder, akşam üzeri de balık istifinde müşterileri alarak sonra köye dönerdi. Bu yolculuklarımızın her defasında, Küre gediğinde yolcular iner, arabayı ite kaka gediği aşardık. Kış mevsimi süresince buna, herkes gibi ben de alışmıştım. Hafta içi bir gün, okulda ders yaparken ev sahibim ve aynı zamanda ihtiyar heyeti üyesi olan Mehmet Orta gelip, Küre gediğinde yolun buz tutması nedeniyle muhtarın yolu aşamadığını, eğer bir kaç öğrenci verirsem, onlarla yol açmaya gitmek istediğini söyledi. O an hiç tereddüt etmeden, yanıma aldığım üç dört öğrenciyle kamyonete atlayıp, gediğe vardık. Kazma küreklerle işe girişip, yoldaki buz kalıplarını kırıp, yolu ulaşıma açtık. Bizi gördüğü andan itibaren gözleri neşeyle parlayan muhtar Çakıcı, arabasında lokantası için satın aldığı poğaçaları sevinçle dağıtmış; böylece hepimizin gönlünü de kazanmayı bilmişti. Esasen onun bu gönül zenginliğiydi, bizi her türlü riski göze aldıran! Tireli Hafta içi köyde oldukça zamanımız vardı. Köy kahvesinde, boş zamanlarımızda şimdi rahmetli, lakabı „Tireli“ olan; kısa boylu, yaşlı bir büyüğümüz vardı. Onunla en büyük eğlencemiz „hanım küstü“ oynamaktı. Dört kişiyle oynanan bu oyunda, diğer üç oyuncunun da ortak hedefi, Tireliyi vurarak kızdırıp, yerinden hoplatmaktı. Onun en büyük rakibi de muhtarın babası Mehmet abiydi. Nur içinde yat, hey Tireli! Müdür Vekili Okul, açıldığı günden beri asil bir müdür yüzü görmemişti. Benden önce müdür vekilliği görevini yapan arkadaş, iki ay sonra askere gidince, otomatikman görev bana düşmüştü. Belki de o dönemde, beni sakıncalı gören kafalar, zorunluluk sonucu bu görevlendirmeyi yapmak durumunda kalmışlardı. Resmen bu görevi üstlendikten sonra, sorumluluğumun bir kat daha arttığını hissettim. Artık hafta sonunda geçirdiğim dört günün iki gününü aileme, diğer iki iş gününü de okulun resmi dairelerle olan işlerini takibe ayırmıştım. Gerek muhtarın, gerekse benim ilçeyle bağlantılı yaşamamız ve içinde bulunduğumuz köyün gerçeklerini tüm açıklığıyla dile getirmemiz; o güne değin ağır işleyen yardım mekanizmalarını harekete geçirme-ye yetmişti. Her hafta sonu okula kazandırdığım çeşitli demirbaşları, köyün minibüsüyle bedava taşıyor ve köye gururla giriyorduk. Köylü de yapılanları gördükçe bize olan inancı daha da artıyordu. Ancak yazışmalarımı hâlâ kendi daktilomla yapmaktaydım. Muhtarlıktan karşıladığım parayla okulun mührünü yaptırmıştık. Okulda koruma derneği de yoktu. Köyün içinden akan derenin kenarındaki ilkokul binasına bitişik, tek derslikli binamızda, iki sınıf aynı anda eğitim yapıyorduk. Bu, o güne değin hiç karşılaşmadığım bir durumdu. Buna mutlak bir çözüm bulmalıydık. Gene uzun kış gecelerinden birinde, muhtar Çakıcı ve öteki dostlarla kafa kafaya verip, derenin kenarındaki arsaya iki derslik yaptırma kararı aldık. Bu iş için hiç kaynak yoktu. O yıl okul için gelen yakıt ödeneğini, eğer Mal Müdürünü ikna edebilirsek, bu iş için kullanmayı planladık. Doğrusunu söylemek gerekirse, başlangıçta pek şansımız olduğu söylenemezdi. Çünkü, Mal Müdürü, Nuh deyip, peygamber demeyen bir tipti. Yolluk konusunda bana oldukça zorluk çıkarmıştı. Bu huylarını bilmemize karşın, denemeye karar verdik. O günün değerleriyle yaklaşık 25.000.Tl.lık ödeneği Müdürün göz yummasıyla, inşaatımızın temelinde kullanılmak üzere malzeme alarak, kurtardık. Muhtar artık inşaatın başından ayrılmaz olmuş, bin bir zorluklarla karşıladığımız kaynaklarla binanın yükselişini keyifle izler olmuştu. Köyün makus talihi, yavaş yavaş dönmeye başlamıştı. O yıl, ilçeye bir çok stajyer öğretmen atanmıştı. Okulun öğretmen yokluğu nedeniyle bir türlü doldurulamayan derslerini bu arkadaşlarla kapatmayı düşünmüştüm. Bu düşüncemi açtığım yetkililerden olumlu yanıt alınca, ikna ettiğim üç arkadaşın okuluma gelmesini sağlamıştım. Köylü bir anda dört beş ortaokul öğretmenini bir arada görünce iyice şaşırmıştı. Gelişmeler herkesi sevindirmekteydi. Hamamköy yılların getirdiği açığı bir anda kapatmak istercesine hummalı bir faaliyet içindeydi. Sevgili Teoman Özyüz’le ... Çaylı Ortaokulunun kapatılması sonucu, okula matematik öğretmeni olarak Teoman Özyüz atanmıştı. Bekar, yirmi iki yaşlarında, bir evin bir oğlu olarak yetişmiş, babası emekli jandarma albayı, annesi emekli Türkçe öğretmeni olarak İzmir’de oturuyorlardı. O da benim gibi hafta sonunda ailesini ziyaret ediyordu. O uzun kış gecelerimin bu vefakar insanıyla kısa zamanda, koşulların da ortak olmasının etkisiyle iyi arkadaş olmuştuk. 1982 yılı Haziran ayıydı. Okul normal olarak öğretime kapanmış, ancak tamamlama sınavları yapılıyordu. Sınav programına göre Salı günü bir öğrencimizin sınavı vardı. Her zaman olduğu gibi Pazartesi günü Yıldız’da Teoman’la buluşmuştuk. İlkbahar mevsimi Mendegüme için özel bir önem taşımaktaydı. Mayıs ayından itibaren köyde yetiştirilen kirazlar İzmir’e, pazara sevk ediliyordu. Bu nedenle, köye yolcu taşıyan araç sayısı bire inmişti. O an durakta olan minibüs tamamen dolmuş, bizi almasına olanak yoktu. Çaresiz kahvede başka araç beklemeye başladık. Bir süre sonra umutlarımız yok oldu. Ancak köye mutlaka gitmeliydik. Sonunda, otostopla köye gitmeye karar verdik. Ovakent’e doğru asfaltta ilerlerken bindiğimiz ilk traktör bizi, Ovakent’te bırakmıştı. Akşam saat dokuz sıralarında Konaklı’ya yaya olarak ulaşmıştık. Gece saat onikiye dek kahvede mola verip, dünya kupası maçlarını izlemiştik. Sonuçta, gelen giden hiç bir araç olmayınca, çaresiz tekrar yola koyulduk. Bu yaptığımızın çılgınlık olduğunu bilmemize karşın, her çaresiz insan gibi bunu başarmak gerektiğine de inanmıştık. Küre gediğine binbir güçlükle vardığımızda, artık ayaklarımız bedenimizi taşıyamaz hale gelmişti. Taşıdığım bond çanta ise, adeta koca bir çuval gibiydi. Gediği son bir gayretle aştıktan sonra, bu kez, yokuş aşağı gitmekte zorlanmaya başlamıştık. Gece saat üçte stajyer arkadaşların kapısını çaldığımızda; sokakta kimsenin olmayışına gerçekten sevinmiştik. Eğer o saat, bizi, o halde gören olsaydı, sanırım aklımızdan bir zorumuz olduğuna kolayca hükmedebilirdi. Hey gidi Teoman, hey! Bu genç ve idealist arkadaşım, gençliğinin baharında, uzun süredir çektiği migren ağrılarını gidermek için yattığı Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde, başarılı bir beyin ameliyatı geçirmiş, ancak on beş gün sonra mikrop kapması sonucu nişanlısını ve bizleri gözyaşlarına boğarak aramızdan ayrılmıştı. Ruhun şad olsun, sevgili gün görmemiş dostum! Laz İnadı... Öğretmenlik yaşamımda hiç unutamadığım anılardan birini de, Laz Ali Rıza ile yaşadım. İnce, uzun boylu, evinin altındaki küçük dükkanda ayakkabıcılıktan geçimini sağlamaya çalışan Ali Rıza, köyün muhalif kanadında yer alan biriydi. Kendisiyle zaman zaman sohbet etmeyi severdim. 1982-83 öğretim yılında oğlunu okulumuza kaydettirmişti. Onun bu davranışı hoşuma gitmiş, okula öğrenci kaydetmek için köy köy dolaşarak yaptığımız propagandanın meyvelerini almaya başlamıştık. Bu yoğun çalışmalarım sırasında, başta muhtar olmak üzere iyi görüştüğüm diğer arkadaşlara, yaşadığım güçlükleri anlatıyor ve Ödemiş’e daha yakın bir okula atanmak için girişimde bulunduğumu da açıklıyordum. Elbette bu, onların hoşuna gitmese de, anlayışla karşıladıklarını belirtiyorlardı. Ayrıca onlara, hiç gitmeyecekmiş gibi Hamamköy için, yarın gidecekmiş gibi de valizimi hazır tuttuğumu espri olarak söz arasında dile getiriyordum. Ancak Ali Rıza, her karşılaştığımızda „Hoca, sen burdan gidersen, ben çocuğu okuldan alırım, ha!“ diyordu. Bunun olabileceğini kestirmediğimden, gülüp geçiyor, düşüncesinin yanlışlığını anlatmaya çalışıyordum. Nihayet beklediğim karar gelmiş, Beydağ Atatürk İlköğretim Okulu Müdürlüğüne atanmıştım. Köyden 23 Kasım 1982’de ayrılmış, ertesi gün Beydağ’daki görevime başlamıştım. İki hafta sonra köyden aldığım bir haber beni gerçekten çok üzmüştü: Ali Rıza sözünde durmuş, ayrılışımın ardından oğlunu okuldan almıştı. Meğer bu, tanımadığım bir Laz inadıymış, nerden bilebilirdim! Okul Kapanırsa... Dönemin İzmir Milli Eğitim Müdürlüğünü emekli general İsmail Bakış sürdürüyordu. Her alanda olduğu gibi Milli Eğitim’de de radikal kararlar rahatlıkla alınabiliyordu. Bu bağlamda, siyasi taleplerle kasaba ve köy ortaokullarının durumu ele alınmış; „bir mühür-bir müdür“ konumunda olanların kapatılması yönünde karar alınmıştı. İl Milli Eğitim Müdürlüğü yetkilileri, böylece personel tasarrufu sağlanabileceğini de düşünmüşlerdi. Okul yöneticisinin vereceği bir raporla, yöre halkına danışılmadan, okul kapatma kararı yürürlüğe konuluyordu. Bu yöntemle Ödemiş’te; Bozdağ ve Çaylı Ortaokulları kapatılmış ve rahmetli Teoman Özyüz okulumuza atanmıştı. Benim, başka okula atanma isteğim karşısında yetkililer, eğer okulun kapanmasına ilişkin rapor verirsem, sorunumu kolayca çözebileceklerini belirtmişlerdi. Buna verdiğim yanıtsa, kısa ve netti: Köyde ne kadar kalırsam kalayım, önemli değil, yeter ki, okul kapanmasın! Okul kapatmayı düşünen kafaların, bir gün hapishane açacağına inanmıştım bir kez. Bu inadım sayesinde, Hamamköy Ortaokulu kapanmaktan kurtulmuştu! Atatürk Hamamköy’de! Büyük önder, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal, kurtuluş savaşını 9 Eylül’de İzmir’de, düşmanı denize dökerek tamamlamıştı. Fakat yoğun devlet işleri nedeniyle,İzmir çevresini tanıma olanağı bulamamıştı. 1981 yılı, aziz Atatürk’ün 100. doğum yıldönümüydü. Ülkenin her yerinde ona layık anma toplantıları ve heykel-büst açılışları yapılmaktaydı. Hamamköy’de kırk şehidin anıtı olmasına karşın, Ataya ilişkin hiç bir belirti, iz yoktu. Bu durumu Çakıcı’ya anlattığımda; her zaman olduğu gibi gözleri parlamış ve sevincini gösteren yanakları kızarıvermişti. Yaptığımız araştırmalar sonucu büstü, İzmir’de Güney Deniz Saha Komutanlığı atölyelerinden ücretsiz alabilecektik. Büste uygun kaide planını da mimar arkadaşım Ali Duyal ücretsiz çizmeyi kabul etmişti. Planın onaylanmasının ardından, Atamızın büstünü kollarımın arasında, İzmir’den Hamamköy’e gururla taşımıştım. Ne yazık ki, bu anlamlı büstün açılışında bulunmak kısmet olmadı. Değerli arkadaşım ve meslektaşım M.İrfan Gündüz halefim olarak, bu görevi yerine getirmişti. Telefoncu Sarı Görevli olduğum sırada, köyde posta ve telefon işlerini,“Sarı“ lakaplı, terzilik yapan bir köylü yürütmekteydi. 20 abone kapasiteli, manuel bir telefon santralıyla köye hizmet veriliyordu. Okulla Sarı’nın dükkanı bir hayli mesafeliydi. Okula sık sık Ödemiş’ten telefon gelmekte, ancak soluk soluğa yokuşu tırmanarak telefona ulaşabilmekteydik. Ödemiş PTT. Müdürlüğüne muhtar Çakıcı’yla birlikte yaptığımız sayısız girişimler sonucu, bizden kurtulamayacağını anlayan Müdür Cengiz Babür, köyde telefon bekleyen abonelere yetecek kapasitede bir santralın kurulmasını sağlamıştı. Telefon işkencesinin bitişini görmek, ne yazık ki, görevi devrettiğim son güne rastlamıştı. Hamamköy’de İki Alman Turist Yıllar su gibi akıp gidiyor, her şey de olduğu gibi, benim yaşamımda da önemli bir değişiklik oluyor ve yurtdışına öğretmenlik yapmak amacıyla devlet tarafından görevlendiriliyordum. Çalıştığım bölgede tanıştığım Alman meslektaşımla, ikimizin ortak dostu olan diş hekimi, bizi ziyaret edeceklerdi. Ailece çok sevinmiştik. 1996’nın Ağustos’unda üç gün Ödemiş’in bir çok yerini birlikte gezmiştik. Ayrılık günü, onlara, Aydın Dağları üzerinden Aydın’a gitmeyi teklif etmiş ve kabul görmüştü. Öğleden sonra yola çıktığımızda, bir zamanlar toz toprak içinde, bir çok zorluklarla aştığımız yolların, şimdi asfalt sayesinde kolayca aşılır olması, bana büyük keyif veriyor; ister istemez, Çakıcı’nın o bitip tükenmek bilmeyen hırsı ve azmi aklıma geliyordu. Misafirlerimse, gördükleri manzara ile şaşkına dönüyor, büyük keyif alıyorlardı. Nihayet Hamamköy’e varmıştık. Burada bir çay molası vermeye karar verdik. O arada, muzip diş hekimimiz berber dükkanını göstererek,“ Tıraş olabilir miyiz?“ diye sordu. Ben de; “ Pekala.“ deyip, eskiden beri tanıdığım berbere, konukların isteğini ilettim. Sonuçta“Ne ödeyeceğiz?“ diye sorduklarında, aldıkları yanıtla şaşırmışlardı. Berber,“Borcunuz yalnızca otuz bin lira.“ diyordu. Bu olay ve Hamamköy’ün güzelliği aramızda hâlâ konuşulmakta ve bu yolculuğu yeniden yapmak istemekteler. Sihirli Dosya Muhtar Çakıcı ile dostluğumuz, köyden ayrılmama karşın tüm sıcaklığıyla sürüyor, köye iliş-kin haberleri ondan sürekli alıyordum. Bir gün Çakıcı, çalıştığım yere gelerek, köye ilişkin bir dosya hazırlamamı istemişti. Köyde bulunduğum sırada hazırladığım köyün tarihçesine ilişkin bir yazım Ödemiş Lisesi „Bülten“inde yayımlanmıştı. Diğer rakamsal verileri tamamladıktan sonra, köyün durumunu gösteren bir kroki-planla birlikte dosyayı tamamlamıştım. Uyanık Çakıcı, bu dosyayı hangi Bakanlıkta, hangi Genel Müdürlükte işi varsa çoğaltıp, bir üst yazı eşliğinde sunmayı adet haline getirmişti. Benim mütevazi dosyam kimbilir kaç baskı yaptı, sayısını ancak Muhtar Çakıcı bilebilir! Vali Bey Hamamköy’de İzmir’e, çalışkanlığı dillerde dolaşan Vali Kutlu Aktaş atanmıştı. Bu haberi duyan Çakıcı, boş durur mu; ilk fırsatta Valiyi ziyaret eder. Ayaküstü olsa da, valiyi köyüne davet eder. Her ne kadar bir valinin köyü ziyaret edebileceğine ihtimal vermese de, o, davetini tüm içtenliğiyle ifade eder.Muhtarın yaklaşımından Vali Bey, çok mutlu olmuştur. Vali Aktaş, atandığı ilk günden işe hızlı başlamış, o güne değin büyük ihmale uğramış yöreleri ziyaret programının başına Ödemiş’i almıştır. Verdiği sözü tutarak Hamamköy yollarına düşer. Konaklı kasabasını takiben başlayan stabilize yolda, Jeepin çıkardığı toz dumandan bunalan Vali yolun durumuna hayıflanır. Eğer köylüler destek olursa, Köy İşlerine bağlı dozerleri yola süreceğine söz verir. Köyde valiyi karşılama töreni çok görkemli olmuş; onun için kuzular kesilmiş, tandır ateşi parlatılmıştı. Vali, Muhtar ve İhtiyar Heyetinin diğer üyelerini dinledikten sonra, sözü yol konusuna getirmişti. Hamamköy-Aydın yolunu asfaltlayabileceklerini, ancak köyün kendilerine destek olmasını, görev yapacak elemanların iaşe ve ibatelerinin Mendegüme köylülerince karşılanması gereğini açıklamıştı. Yıllardır yollarının asfaltlanma hayaliyle yanıp tutuşan ve bu konuda yapmadıkları girişim bırakmayan, başta Çakıcı olmak üzere, köyün öteki ileri gelenleri, valinin önerisini severek yerine getireceklerini beyan etmişlerdi. Evet Hamamköy’ün makus talihi, Vali Kutlu Aktaş’ın İzmir’e gelişiyle değişiyordu. Bu yolun yapım öyküsü, tek başına, bir köyün kalkınma mücadelesini anlatmak için yeter de artar bile! Yılın Muhtarı Köye kazandırdığı her eserin ardından, yeni bir enerjiyle başka projelere yönelen Muhtar Çakıcı, günün birinde kendini, yolunu yordamını çok iyi bildiği İzmir Valiliğinde bulur. İzmir’in yüzlerce köylerinden birinde; yıllarca yoksulluk içinde ve çok güç koşullar altında yaşamını sürdürmüş, ama seçildiği günden bu yana kesintisiz köyüne hizmet etmeyi büyük bir ilke edinmiş, mahçup suratlı, bu inatçı insan Mustafa Çakıcı, şimdi kameralar karşısında utana sıkıla yılın muhtarı ödülünü Vali Kutlu Aktaş’ın elinden alıyordu. Bu yıl muhtar olarak görevde 22. yılını kutlayan, bu gönül insanı, onca emeğinin böylesi bir ödülle onurlandırılması karşısında, duygularına egemen olup, gözyaşlarına gem vurabilmişti! Çakıcı’nın Büyük Düşü... Hamamköy, İlk ve Ortaokulu, Sağlık Ocağı, Tarım Kredi Kooperatifi, PTT’si ile çağın gerektirdiği bir çok teknolojiyi elde etmişti. Belki bazılarınca, yalnızca bunların kazanılması bir muhtarı ömür boyu o görevde bırakmaya yeter artardı bile.. Ancak kendine yeni bir hedef seçen Çakıcı, farklı düşüncelere sahipti. O, köyün coğrafi konumu ve nüfus yapısı itibariyle belediye örgütü kurulduğunda, gelişmenin daha hızlı olabileceğine inanıyordu. Bu amaçla Vilayet bazında yaptığı çalışmalar olumlu sonuçlanmış, belde konusunun halk oyuna sunulması kararlaştırılmıştı. Kararı duyunca, sevinçle konuyu yakın arkadaşlarına açmış, destek istemişti. Çakıcı’nın heyecanını yakından bilen arkadaşı Orta, ona, şunu hatırlatmadan edemedi: „Çakıcı, fazla iyimser olma! Biliyorsun, senin en büyük muhalifin Demirdere muhtarı, bu işe başından beri karşı. Eğer onu ikna edebilirsek, Mendegüme Belediyesini kurabiliriz.“ Bu uyarı, muhtarın canını sıkmadı değil. Ve acı gerçek, halk oylamasının ardından ortaya çıkmıştı: Hamamköy’ün belde olması, Demirderelilerin yoğun muhalefet oylarıyla reddedilmişti! Halef-Selef Devlet yaşamında devamlılık esastır. Birinin başlattığı çalışmalar, ayrılması durumunda halefi tarafından sürdürülmesi olağandır. Benim Beydağ Atatürk İlköğretim Okulu Müdürlüğüne atanmamla, adı geçen okulda müdür vekilliği görevini yapan, meslektaşım ve arkadaşım M. İrfan Gündüz de, isteği dışında re’sen Hamamköy Ortaokulu Müdürlüğüne atanmıştı. Bir yıl önce yaşadıklarımın benzerini, şimdi de arkadaşım yaşıyordu. Sonuçsuz bir kaç çabanın ardından, o da Hamamköy’ün yolunu tutmuştu. Bu kez ailesiyle birlikte köye taşınan Gündüz, görev yaptığı üç yıl boyunca, muhtar Çakıcı’yla verimli çalışma temposunu yürütmüş, Ortaokulun yeni binasına kavuşması konusunda aktif gayret göstermişti. Onun bu olumlu çalışmaları sonucu, 1985 yılında yeniden yapılanan İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünde Şube Müdürlüğü görevine getirilmişti. Başarılı insanların, günü geldiğinde hatırlanması ve onurlandırılması gibi insani bir uygulama, bu arkadaşımızın şahsında gerçekleşmiş oluyordu. 1. Kestane Festivali Bugün Mendegüme deyince ilk akla gelen tarımsal ürünlerin başında kestane gelir. Elbette yörenin coğrafi yapısı, halkın sulu tarım yapmasını engellemektedir. Bunun doğal sonucu olarak yöre halkı, yamaçları teraslandırarak, kestane ve kiraz-vişne gibi meyveli ağaçlarını yetiştirmeye yönelmiştir. Yol koşullarının uzun yıllar kötü olması, bu ürünlerin hak ettiği ölçüde değerlenmesini önlemiştir. Tarihi Aydın-İzmir yol bağlantısının tamamının asfaltla döşenmesi sonucu; Ödemiş-Aydın arasında tarifeli sefer yapan özel girişimin oluşturduğu Mendegüme Seyahat firması kurulmuştur. Bu yol sayesinde, midibüslerle yolculuk yapan yolculara Hamamköy’de çay molası verilmekte, bu ikram firma tarafından karşılanmaktadır. Bu yoğun yolcu trafiği, beraberinde, yeni fikirleri de getirmesi kaçınılmazdı. Yörenin en tanınmış ürünü olan kestaneyi daha geniş kitlelere tanıtmak ve pazarlama olanaklarını genişletmek, üreticileri teşvik etmek gibi yararlı amaçlar çerçevesinde, ilk olarak 1998’de 1. Mendegüme Kestane ve Kültür Festivali, Hamamköy Muhtarlığı öncülüğünde gerçekleştirilmiştir. Vefakar dost muhtar Çakıcı, yurtdışında olduğumu bilmesine karşın, eşimi festivale davet etme inceliğini gösterdiği için de ayrıca mutluyum. Umarım, bu festival kurucularının amaçladığı çerçevede daha da gelişir, yöre kalkınmasına olumlu katkılarda bulunur. Son Söz Meslek yaşamımın yalnızca bir yılını yaşadığım Ödemiş’in bu şirin köyü Hamamköy’ün, bendeki izleri gerçekten derin olmuştur. Burada yeniden şiire dönmüştüm. Buraya olan ilgim halen sürmektedir. Bu yöre insanını yakından tanıma olanağı bulan herkesin, bu kalkınma öyküsünü merakla ve sevgiyle okuyacağına; Ödemiş’te olup da, hâlâ Mendegüme’yi tanıyamamış olanlarda da bir ilgi uyandıracağına inanıyorum. Eğer elimde tek başına karar alma yetkisi olabilseydi; bu yöreye yapabileceğim son iyilik olarak, Hamamköy’ü belde yapardım. Böylece bir zamanlar aşını, ekmeğini yediğim o güzel insanlara ve sevgili muhtarımız Çakıcı’nın son rüyasını da gerçekleştirmiş olurdum! 1999../..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer akşahan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |