Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Bu nedenle, oyunculuk üzerine bir kitap yazmak zorunluluğu duydum dahası bunun sorumluluğunu hissettim.Ve ortaya, Oyuncunun Çalışması çıktı’ diyor Özdemir Nutku. Her geçen gün, yeni birilerinin çıkıp oyunculuğa ve tiyatroya ‘heves’ ederek, kendini sahneye attığı günümüzde, bu kitap gerçekten gerekli olmuştu. Tiyatroda 60. yılını dolduran ‘duayen’ kelimesini, kelime anlamıyla doldurabilen ve tam anlamıyla hak eden sadece bir kaç kişiden biri olan Özdemir Nutku, gerçekten ‘hocaların’ hocası ve Türk Tiyatrosunun ‘duayeni’. Sapla samanın birbirine karıştığı, ‘oyunculuk’ gibi dünyanın yapılması en zor ve en onurlu mesleklerinden birinin böylesine ‘ucuzlaştırılmaya’ çalışıldığı bir dönemde, kaleme alınmış bir kitap. Dahası, anlayana çok şeyler söyleyen gerçek bir ‘başucu’ kitabı. Son günlerde, neredeyse elinizi kaldırsanız bir oyuncuya çarpıyorsunuz. İşte bu dönemde, Özdemir Nutku kendi deyimiyle ‘biraz zorunluluk, biraz da duyduğu sorumluktan’ dolayı, tiyatroya gönül verenlerin çok uzun zamandır dört gözle beklediği kitabını geçtiğimiz aylarda piyasaya çıkardı. İsmi de şu sıralar ‘fast food’ misali çok kolay ve aynı hızda tüketilen ‘popüler kültüre’ ders verecek nitelikte. ‘Yeni Başlayanlar İçin Oyuncunun Çalışması’. ‘Ben Türkiye’de oyunculuk eğitimine çok önem veriyorum’ diyor Özdemir Hoca. ‘Son zamanlarda, Türkiye’de popüler kültür gerçek sanattan daha ön plana çıktı. Sanata yabancılaştığımız bu dönem içinde yaşanan değerler karmaşasında seyirci, kimin sanatçı olup kimin sanatçı olmadığını bilmiyor. İşte, ona ne sunulursa onu kabul ediyor. Ama biz tiyatro sanatının içinde olan kimseler, bu karmaşanın en çok acısını çeken kişileriz. Süreklilik isteyen tiyatro oyunculuğunda, bu sanatçı olmayan kişilerin yeteneksizliği hemen sırıtıyor. O kadar çok sırıtıyor ki, hemen anlıyoruz. Hatta bazen, dizilerde oynayan o mankenlerin oyununu gördüğüm zaman çok komik geliyor bana. Bu durumda, bu kitabı yazmak zorunda hissettim kendimi. Oyunculuk üzerine bir kitap yazmanın zamanı gelmişti ve bu sorumluluğu hissettim için ortaya ‘Oyuncunun Çalışması’ çıktı.’ Öylesine mütevazı ki, ‘en çok satanlar’ listesinin en tepesine oturmak gibi bir kaygısı hiç yok. Bu nedenle, ‘Bu yazdığım bu kitabın belki hiçbir etkisi olmayacak, belki de sadece belirli bir kesim okuyacak bilemiyorum’ diyor ve ekliyor. ‘Her alanda popülüzmin batağına gömülmüş olan ülkemizde, popülizm en çok tiyatroda hissediliyor. Bunun için oyunculuk üzerine bir kitap yazayım dedim. Aslında, kitabın kapağında bir yanlış var. Bu kitap yeni yetişenler için değil, biraz olsun oyunculuk eğitimi görmüş olanlar için yazıldı. Mesela, oyunculuk okullarından eğitim alan ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf öğrencileri için kaleme alındı. Hatta profesyonel oyuncular için kitabın sonunda, oyunculuk çalışmalarına yeni bakış açısı getirebileceğine inandığım denemeler var. Bu denemeler, oyunculuğun ne olduğu üzerine yazılmış bazı çalışmalardan oluşuyor. Profesyonel oyuncular da bu denemelerden yararlanabilirler. Burada, oyunculukta yanlış bilinen bazı konular üzerine açıklamalar var. Sonra, oyunculukta yeni yetişmeye başlamış gençler için atölye çalışmaları, doğaçlamalar ve temrinler koydum. Bu kitabı bunun için yazdım.’ Bilmem sizleri de rahatlatır mı ama popülizm musibetinden herkes az çok şikayetçi. Özdemir Nutku’ya göre ise bundan en fazla zarar gören kesim tiyatro. Hele tiyatronun toplumun aynası olduğunu düşünürsek hoca hiç de haksız değil. Üstelik tespitleri de çok yerinde. Bakın popülizm ve tiyatro ilişkisi için hoca neler diyor. ‘Popülizm neredeyse her alanda görülüyor ama en çok bence tiyatroda hissediliyor. Çünkü insanların doğuştan bir taklit kabiliyeti var. İnsan, maymunun bir üst seviyesinde olduğu ve maymundan biraz daha iyi taklit ettiği için herkes kendini oyuncu zannetmeye başladı. Bu, beni çok rahatsız ediyor çünkü tiyatro alanında ‘kalite’ çok düştü. Bir bakıyorsunuz, çok iyi bir oyuncu olduğunu düşündüğünüz profesyonel bir sanatçı, yanında bir mankenle birlikte başrol oynuyor. Hatta bazen manken baş rolde, profesyonel sanatçı yardımcı rolde oynuyor. Ben profesyonel oyuncu olsaydım, para için o mankenlerle birlikte oynamayı kabul etmezdim. Hani ‘tüfek icat oldu, mertlik bozuldu’ deriz ya, burada ‘tüfeğin’ yerini ‘para’ aldı. Devlet Tiyatrosu’nun verdiği maaş, dizilerden alınan ücretlerin yanında çok küçük bir meblağ olduğu için bugün, Devlet Tiyatrosunda görev alan bazı çok iyi aktörler, hiçbir şey yapamayan hatta oynayamayan o mankenlerin yanında ‘yardımcı rollere’ çıkıyorlar. Bu durum, neden onları rencide etmiyor anlamıyorum. Para bu kadar önemli mi? Gerçek bir oyuncu için her şeyden önce tiyatro gelmeli. Bu para için bu büyük oyuncular tiyatroyu terk edip dizilerde görünmeyi tercih ediyorlar. Kimi piyango yarışmalarında yer alıyor, kimisi sunuculuk yapıyorlar. Her şeyin bir yeri vardır. Genelde bizim oyuncular ise tiyatrodan başka her şeyi yapmaya başladılar. Bunun dışında tiyatro yapabilmek için hala direnen bazı kimseler var. İşte ben bunun için bu kitapta oyunculuğun önemi üzerinde durmak istedim.’ Aman bu arada bütün toplumu saran şu ‘kurs modasına’ değinmeden geçmeyelim. Adeta bulaşıcı hastalık gibi, nereye elinizi atsanız bir kurs furyası ile karşılaşıyorsunuz. Tabii ki tiyatrocular da bundan kendilerine düşen payı almışlar. Bunun sinir bozucu olmaktan öte, son derecede tehlikeli ve zararlı olduğuna işaret ediyor Özdemir Hoca. Haklı da. Bakın ne diyor. ‘Bu kurslara devam eden ve üç ayda oyuncu olacağını sanan bu gençler, üç aylık bir eğitimle, daha nefes kontrolünü öğrenemez, sahnede dengesini sağlayamaz, beden dilini ortaya çıkartamaz. Onun için bu kurslar, para kazanmaya yönelik, tiyatroya heves etmiş gençlerin sırtından geçinmek için yapılan kurslardır. Buna inanmıyorum ben. Bir zamanlar, bu kurslar çok fazlaydı. Şimdi, biraz daha azaldı. Sonra, çok komik bir durum var. Daha kendileri oyuncu olarak yetişmemiş, oyunculuğun pedagojisini, daha oyunculuğun sistemini öğrenememiş kişiler veriyor dersleri. Burada, mesela belediyelerde, tiyatro kursları veren bir takım insanlar var. Müzik öğretmeni ama hem oyunculuk yapıyor, hem yönetmenlik yapıyor hem de ders veriyor. Düşünebiliyor musunuz? Müzik öğretmeni oyunculuk dersi veriyor. Tabii iş başına geçenlerin sanatla ilgileri olmadığı için kim ne derse onu yapıyorlar yada oralara kendi akrabalarını getiriyorlar. Türkiye’nin tiyatro açısından kendisini ileride derleyip toparlayıp, düzeltebilmesi ve doğru dürüst bir tiyatro yaşamına kavuşabilmesi için belki de bu kadar büyük bir ‘rezaleti’ geçirmesi lazım diye düşünüyorum. Çünkü ilerde, bütün bunlar temizlenecek ve bu yaşanan ‘enflasyondan’ sağ salim çıkabilen ‘gerçek oyuncular’ Türk Tiyatrosunu yaşatacaklar.’ Hani bir zaman rakı sofralarında, Türkiye’yi kurtarmak pek modaydı ya. Alın size yeni bir moda, ‘Türk Tiyatrosu nasıl kurtulur’ meselesi. Sahi nasıl kurtulur? Gelin size Özdemir Hoca’dan birkaç ip ucu verelim. Kulak kabartalım bakalım hoca ne diyor? ‘Bugün yaşanan kalitesizlik, seyirciyi tiyatrodan soğutuyor. ‘Bu ne biçim şey?’ diyerek tiyatrodan uzaklaşıyorlar. Mesela, bazı şeyler de göz boyamak için yapılıyor. Bir mankeni topluluğunuza almışsanız, o manken ne kadar oynayamıyorsa da dizi filmlerden gördüğü mankeni sadece yakından görebilmek için tiyatroya gelen seyirciler var. Bir de yakından görelim diyerek, medyatik olanları görmeye gelen insanlar bunlar. Hakikaten insanlar çok tuhaf. Bu, ‘ilkel’ ve ‘ham’ zihniyet tiyatroya zarar veriyor. Bu da bizim hala ‘ham’, ‘ilkel’ ve ‘olgunlaşmamış’ bir toplum olduğumuzu gösteriyor. Avrupa Rönesansını 400 yılda ancak tamamlayabildi. Bizim Rönesansımız ise Atatürk Devrimleri ile başladı. Daha 80 yıl oldu. Daha çok şeyler göreceğiz. Ben göremeyeceğim ama bizim torunlarımızın torunları, 300 – 400 yıl sonra doğru düzgün bir Türk toplumu görecekler. Şu andaki Türk toplumu ne yapacağını bilmeyen, yenilenmeyi, ileri gitmeyi bilmeyen, günü birlik yaşayan ve geleceği düşünmeyen bir toplum. Eğer sadece bugünü düşünerek yaşarsak çocuklarımıza ne bırakacağız? Halbuki, ileriye ne bırakacağız diye yaşamalıyız. Herkes günü kurtarmaya çalışıyor. Şu anda toplumu konuşuyoruz ama tiyatro o toplumun kendisini yansıtır. İlerde en çok suçlanacak medya olacak. Medya, seyircinin nabzına göre şerbet vermek için bir takım özel kanallarda çok kalitesiz programlara yer veriyor. Bu gün, medyanın değerleri, gerçek değerlerin önüne konmuştur. Ve biz, kendi öz değerlerimize yabancılaştık. Bazı şeyleri gördüğüm zaman ben bile tiyatrodan nefret etmek üzereyim. Bir karmaşadır gidiyor ama bu durulacak. Ben Türk Tiyatrosu için umutsuz değilim. Bunları geçirmezsek daha iyisini yapamayız. Kötüleri, olumsuzlukları görelim ki olumluya gidelim. Bu diyalektik bir gelişmedir. O bakımdan, eğer bende bir damla varsa, okyanusa o damlayı damlatmak zorunda hissediyorum kendimi. Bir tek damla bütün bir okyanusu temizlemez. Ama benim gibi herkes birer damla koyarsa, birkaç yüz yıl sonra okyanus temizlenir.’ Yani, yine iş başa düşüyor. Tiyatroya gidip öyle koltuklara yerleşip, oyunu bir saat içinde seyredip kalkıp gitmek yok. Artık seyirci de tiyatroya en az oyuncu kadar emek verecek. Seyirci de oyuncu gibi eğitilecek. Nasıl mı? Cevabı çok basit. ‘Seyirci, oyuncu ile birlikte yetiştirilir. Ben ona inanıyorum çünkü en büyük etkileşim oyuncu ile seyirci arasındaki o elektriklenmedir. Onun için oyuncu iyi olursa, seyirci de iyi olur ve çok şey öğrenir. Zaten seyirci olmazsa, oyuncunun da olmasına gerek yok. Bunlar, birbirlerinin ikiz kardeşleri hatta yapışık kardeşleridir diyebiliriz. Birbirinin tamamlayıcılarıdır.’ Bu arada, ne olursunuz, Allah Rızası için herkesi, her önünüze geleni ‘Ayakta Alkışlamaktan’ vazgeçin. İnanın, böyle yapmakla ‘Tiyatroyu Öldürüyorsunuz’. Değer vereyim derken değersizleştiriyorsunuz. Her zamanki gibi Özdemir Hoca durumu o kadar güzel izah ediyor ki… ‘Ben ‘Alkışlarla Öldürenler’ yazımı o nedenle kalemle aldım. Şimdi seyirci her şeyi alkışlıyor. Her şeyde ayağa kalkarak alkışlıyor. Neden ayağa kalkılır? Hakikaten, ‘üstün’ bir sanat performansı gördüğünüz zaman ayağa kalkarsınız. Ayağa o zaman kalkılır. Çünkü seyirci tarafından sanatçıya yapılacak en ‘yüksek’ şey odur. Türkiye’de artık seyirci her an, her şeyde ayağa kalkıyor. Çocuğunun müsameresi var ayağa kalkıyor, sonra beş para etmez bir tiyatro oyunu için ayağa kalkıyor. Alkışlar arasında bir fark olmadığı için de nasıl olsa alkışlanıyoruz, sen istediğin kadar beğenme, bak seyirci ne kadar çok alkışladı diyerek, yerimizde sayıyoruz, biz ‘tiyatroyu alkışlarla öldürüyoruz’. Mesela, buraya bir tiyatro topluluğu geldi. Bunlardan 8-10 tanesi benim sevdiğim öğrencilerimdi. Koşa koşa gittim. Oyun güzeldi de. Oturduğum yerde alkışlıyorum. O sırada, arkadan ‘kendini bilmez’ bir hanım geldi. ‘Siz neden ayağa kalkmıyorsunuz? Bakın, bütün salon ayakta alkışlıyor’ dedi. ‘Ben, neye ayağa kalkacağımı, neye kalkmayacağımı, kime ayağa kalkıp, kime kalkmayacağımı çok iyi bilirim hanımefendi ama siz isterseniz ‘amuda kalkabilirsiniz’’ dedim. Kadın bir şey söyleyemedi, döndü gitti. Sonra öğrendim ki bizim çocuklardan birinin annesiymiş. Ben öğrencilerime, yetiştirdiklerime ayağa kalkarım ama ‘çok büyük bir sanatçı’ olurlarsa. Orada ufak bir rol oynamış, doğru oynamış diye de ayağa kalkılmaz. Alkışlıyorum. Daha ne yapayım? Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Genco Erkal, Çetin Tekindor’ da ayağa kalkar alkışlarım ama burada da öncelikle sanatçının performansını beğenmem lazım. Eğer bu değerlendirmeyi seyirci yapamazsa ve her önüne gelene alkış tutarsa, hani politikacılarda da vardır ya ‘şakşakçılar’ aynı öyle, bizim tiyatromuz da ‘şakşakçılar seyirliğine, topluluğuna’ döner. Bizim bir de alkışlamama hatta yuhalama, ıslıklama hakkımız var. Bu tamamıyla toplumun aynasınıdır. Aynı şekilde, seçimlerde de nasıl oy verdiğimizi görüyorsunuz. Bazı politikacılar geldiği zaman yanlarında bazı ‘alkışçılar’ görürsünüz, çevreye bakınırlar kim alkışlamıyor diye tespit etmeye çalışırlar, sırf baskı kurmak için. İnşallah yeni yetişen kuşaklar ‘değerlendirme hakkını’ doğru biçimde kullanırlar. Bu arada, sırf karşı çıkmış olmak için de karşı çıkmamak lazım tabii. İnsan değerini bilerek içtenlikle alkışlamalı. Değersiz bir şeyse niçin alkışlıyorsunuz ki? Buz gibi otur orda. Biz alkışlamama, yuhalama hakkımızı kullanmıyoruz ama batı toplumlarında, ben oyunu beğenmediği için sahneye ayakkabısını fırlatan insanlar gördüm. O kadar beğenmemişlerdi. Islıklar gırla gitmişti. 1965’de Almanya’da bir Tiyatro Festivali’nde, küçük bir kasabadan gelen bir grubun oyununda oldu bu. Adam ön sırada oturuyordu, ‘oyun kötü’ diye sinirlendi ayakkabısının tekini çıkarttı, sahneye fırlattı. Bir başkası kalktı, sahneye çıktı ve perdeyi tutup kapatmaya kalktı. Yani, oyun o kadar beğenilmemişti. Mesela, Viyana Operasının ‘terbiyeli’ seyircisi. Erkekler smokinlerini, kadınlar tuvaletlerini giymişler, hiç ummazsınız. Beğenmediler mi onlar da ıslıklıyorlar. Ama onlarda, bu ‘değerlendirme’ kabiliyeti var. Viyana’nın nüfusu birkaç milyon ama şehirde 99 tane tiyatro topluluğu bulunuyor. Biz de tiyatro kavramını bilmiyorlar, değerlendirmeyi ise hiç bilmiyorlar. Popüler kültür ön plana çıktığı takdirde, bu kavram karmaşası bir süre daha devam edecek. Popülizm aşıkları çoğalmaya devam ettikçe, halk inlemeye devam edecek. Halk inlediğini ‘fark etmiyor’ ama aslında, kültürel açıdan tek kelime ile ‘inliyor’. Her şey birbirine bağlı. Ekonomisi, sanatı, kültürü birbirine bağlı. Bu ülkenin ekonomisi, adam başına gelir seviyesi yükselmedi mi, bunlar da yükselmeyecektir. İlerde inşallah yükselir, umutsuz da yaşayamayız.’ Yani şu kimlik sorununu bir türlü çözemedik gitti. Genelde hangi alana bakarsanız bakın ciddi bir ‘kimlik’ sorunu yaşanıyor. Bugün şikayet ettiğimiz popüler kültürün nesneleri olarak ortaya çıkan kalitesiz Televizyon programları, ‘toplum olarak net bir kimlik oluşturamadığımız’ için başımıza geliyor. Özdemir Nutku Hoca’nın kaleme aldığı ‘Oyuncunun Çalışması’ isimli kitapta, ‘kimlik olgusuna’ çok çarpıcı bir biçimde yer verilmiş. Bakın Özdemir Hoca ne diyor? ‘Kitapta, ‘oyuncunun kimliğinde’ ne söylüyorsam, ‘seyircinin kimliği’ için de aynı şeyleri söylüyorum. İlk önce ‘gerçek anlamda’ tiyatro seyircisinin yetişmesi lazım. Gerçek seyirci, tiyatronun bir ‘ihtiyaç’ olduğunu anlayan ve küçük yaşlardan itibaren ‘çocuklarını’ tiyatroya götüren seyircidir. Tiyatro boş vakitleri, değerlendirmeye yönelik bir ‘eğlence’ olarak görüldüğü için böyle oluyor. Bu düşünceyi kırmak için ilk önce devletin başına gelenlerin ‘eğitilmesi’ lazım. Devletin başına gelenler sadece ‘göbekten’ hoşlanıyor. Bizim devlet büyüklerimiz, çocukluktan itibaren belli bir düzeyde, sanat duyarlılığı içinde yetiştirildikleri takdirde bunlar değişecektir. Yoksa birbirine benzeyen politikacılar ile bunların hiçbiri değişmez. Burada, toplumun kimliği neyse, bireylerin kimliği de odur. Tabii bir noktayı vurgulamak lazım, toplumda kimliği olan, kimlik arayan, daha kimliği oluşmamış, tam oturmamış bireyler de vardır. Ama toplum içinde hangi kimlik ağır basıyorsa, o toplumun kimliği odur. Dolayısıyla, ‘seyircinin kimliği’ de bulunduğu topluma bağlı. Yani burada her şey, birbirine bağlı devam edip gidiyor.’ Biz bunca sorunla boğuşurken, dünyada tiyatro sanatının ilerleyebilmesi için gerekli olan ‘deneysel tiyatro’ çalışmaları yapılıyor. Gülümsediğinizi görür gibiyim. Her sorunu çözdük, bir ‘deneysel tiyatromuz’ kalmıştı diyorsunuz değil mi? Kesinlikle haklısınız. Ama öte taraftan da düşünmeden yapamıyor insan. Ne yani, hiç mi denemeyeceğiz? Ama kimle, hangi ‘yetişmiş elemanla’? Aklın yolu bir. Hoca da aynı soruyu soruyor ve cevaplar arıyor. ‘İlk akla gelen soru bu ‘deneysel tiyatroyu’ gerçekleştirecek elemanlar nerede sorusu olmalı. ‘Deneysel tiyatro’nun gereklerini yerine getirebilmek için ilk önce, eğitilmiş elemana ihtiyacınız var. Bir fizik, kimya laboratuarına bakın. Bilimsel araştırmayı yürütecek bilim adamının deneylerini yapabilmesi için bir takım elektronik aletlere ve malzemeye ihtiyacı vardır. Tiyatronun malzemesi ise yetişmiş oyuncudur. Tiyatroda, deneysel bir çalışma yapacaksınız, bedenin elindeki teknik sorunlarını çözmüş, gerekli eğitimi almış yetişmiş oyuncuya ihtiyacınız var demektir. Eğitilmemiş amatörlerle deney yapamazsınız. İmkanı yok. Olanaksız. Yeni bir buluş yapacaksınız, hangi alanda olursa olsun, en iyi elemanları yanınıza alırsınız öyle değil mi? Deneysel Tiyatro’nun gerçekleştirilmesi için deneyi yürütecek olan kişinin çok birikimli, üstün zekalı bir sanatçı olması lazım ve yanına alacağı kişilerin de onun kapasitesine uyum sağlayabilecek ‘yetişmiş oyuncular’ olması gerekir.’ Galiba, her şey sahnede olan bitenin koltukta oturan seyirciye ‘çok basitmiş’ gibi görünmesinden kaynaklanıyor. O yüzden, bir dolu manken soluğu sahnede alıyor. Aslında ‘o basitmiş’ gibi ‘görünen’ şey için ne kadar çok çalışıldığından hiç haberiniz var mı? Eh, bir bilene soralım, bakalım ne diyor? ‘Seyirciye basitmiş ve kolaymış gibi görünen şey aslında çok çalışıldığı ve çok zorluklarla elde edildiği için öyledir. Seyirciye doğal gelmeyen şey zaten çalışılmamış olan şeydir. Sözgelimi, Comedia del’ Arte’de, müthiş bir beden dili, müthiş bir ses ve konuşma müziği vardır. Pantolone basdır, alerkino tenordur, colombino mezo sopranodur. Ses değişimleri ile öyle bir orkestrasyon içine girerler ki, Comedia del’Arte’yi anlamak için İtalyanca bilmek şart değildir. Orada seyirciye anlatılmak istenen şey ‘en basit’ haliyle ifade edilir. O ‘basiti’ bulmak ‘zordur’.’ Bir de bizim koltuktan baktığımızda, pek net olarak göremediğimiz bir durum var ortada. Özdemir Nutku Hocaya göre, sahnede iki tür oyuncu var. Bir, canlandırdığı kişiyi kendi kimliği ile yansıtanlar, bir de canlandırdığı kişiyi o kişilikle yansıtanlar. Şimdi, bu ne demek diyorsanız Özdemir Hoca’nın cevabı hazır. ‘Bir aktör, artık alıştığı gibi, canlandıracağı rol eğer konu olarak kendi kişiliğinden çok uzakta değilse, ben bu rolü oynarım diyor. Mesela 17. yüzyılda geçen bir hikayeyse, o dönem kostümlerini giyeceğim, kendimden başkasını olacağım, bu roldür diyor. O aktöre, sen bu çocuğun amcasını oynayacaksın dediğiniz zaman, bundan hoşlanmıyor. Önemli olan, kendi kimliği ile başkası olabilmektir. Neden bir sürü Hamlet var? Lawrence Oliviere’nin, Hamlet’i başka, Kenneth Branagh’ın Hamlet’i daha başka. Bu sanatçılar, rolü verirken kendi kimliklerini de unutmuyorlar. Çünkü kimliği olan sanatçılar. Bir rolü oynamak nasıl olabilir? Lawrence Oliviere şöyle oynuyor, sen de böyle oynayacaksın mı diyeceğim? Bazıları film seyreder. Ben film seyretmem ve seyrettirmem de. Daha önce oynanmış olandan yola çıkarak, oyuncuların rol çıkarmalarını istemem. Tiyatroda yaratıcılık demek, o rolü ‘kendi başına’ bulmak demek. O nedenle, oyuncunun kendi kimliğini bulabilmesi için oyuncuyu rahat bırakırım, serbest bırakırım. Yönetmen olarak, eğer küçük ayrıntılarda biraz yanlışlar varsa, kaymalar varsa onları düzeltirim. Ama bir çalışma programım vardır. Arkadaşlar ben bu oyunu sahneye şöyle şöyle koymak istiyorum. Şu rollerde şu vardır. Rollerinizi iyi okuyun, bir daha ki provamıza benimle tartışmak üzere gelin derim. Sonra, oyuncunun rolünü araştırmasını beklerim. Onun için de ‘bedenden’ başlamak lazım. Benim Türk Tiyatrosunda, oyuncularda gördüğüm en büyük kusur nedir biliyor musunuz? Sesini, yüzünü gayet güzel kullanır hatta ellerini ama ‘belden aşağısı ölüdür’. Belden aşağısını kullanmayı bilmez. Hepsi için bir genelleme yapmıyorum, tabii ki belden aşağısını kullanabilen çok iyi, gerçek tiyatro sanatçıları var ama genel olarak Türkiye’de tiyatro oyuncuları, vücutlarını bir ‘enstrüman olarak görmüyor’, çünkü vücutlarını bir enstrüman olarak kullanmayı ‘bilmiyorlar’. Madem oyuncu ‘eğitim’ görmüştür ve ‘bedenini bir enstrüman olarak görmesi’ lazım, o zaman sahneye çıktığı zaman onu serbest bırakacaksınız ki rolünü kendisi bulsun. Eğer bir yanlışlık görürseniz neden böyle yaptın diye soracaksınız. Neden böyle yaptın? Sonra, ikaz edeceksiniz. Eğer böyle yaparsan, bu rol buraya doğru gider diye açıklayacaksınız ve oyuncunun rolü kendisinin bulmasını, araştırmasını sağlayacaksınız.’ Eskilerin çok güzel bir lafı vardır. ‘Ağzından bal damlıyor’ derler. Yani, kısaca ‘o kadar güzel anlatıyor ki, insan hiç bıkmadan saatlerce dinleyebilir’ anlamına geliyor. Biz de, ‘ağzından bal damlayan Özdemir Nutku Hocamızın’ tiyatro yaşamına kazandırdığı ‘Oyuncunun Çalışması’ isimli kitabı hakkındaki görüşlerini alarak, sizin ağzınıza bir parmak ‘bal’ sürüverdik. Bir zahmet, oyunculuğa gönül vermiş tiyatro aşıklarının imdadına ‘hızır’ gibi yetişen ve Alkım Yayınlarından çıkan ‘Oyuncunun Çalışması’ kitabını alacaksınız. Ve kalitesizliğin at başı gittiği, adeta taçlandırıldığı günümüzde, minyatür zarafeti ile oya gibi işlenmiş, bu naif çalışmayı eminiz ki büyük bir zevkle okuyacaksınız. Büyük usta Özdemir Nutku, yazdığı kitabın başlığını seçerken bile bir ders veriyor aslında, ama anlayana. Alkım Yayınlarından çıkan kitap sadece oyunculuğa heves etmiş olanlara değil, tiyatroya aşık seyircileri de bilinçlendirmeye yönelik. Yani bu kitap, ne seyrettiğini bilen, seçici, kaliteli ve kalitesiz oyunu ve oyuncuyu ayırt edebilecek ‘bilinçli seyircinin’ de yetişmesine katkıda bulunacak. Akıcı dili, açık, duru ve anlaşılır üslubu ile okuyucuyu daha ilk sayfasından itibaren sarıp sarmalayan eser, çok kısa bir sürede ‘önemli bir baş ucu’ kitabı olacağa benzer.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |